Emine Eroğlu, 17 Aralık’la başlayan süreci yorumlarken “kim yalan söylüyor, kim iftira atıyor, kim çalıyor, kim nefret dili üretiyorsa problemi onda aramalı. 17 aralık herkes için bir ihlas sınavıydı. Tercihini menfaatlerinden yana yapanlar bu sınavı kaybettiler.” diyor.
Zaman’ın yazar kadrosuna geçen kasımda katılan Emine Eroğlu; bilgisi, donanımı, dili ve üslubuyla dikkat çekti. Kalbe dokunan, hakikate çağıran yazılar kaleme aldı. Vicdanın sesi oldu. Kısa sayılabilecek bir sürede ‘en çok okunan’, paylaşılan yazarlar arasına girdi. Bu, onu bilip tanıyanlar için sürpriz değildi; çünkü geçmişinde 15 yıllık bir yayıncılık tecrübesi vardı. Uzun yıllar çalışıp genel yayın yönetmenliğini yaptığı Timaş Yayınları’nı geniş okur kitleleriyle buluşturmuştu. Timaş’ın ‘dinî kitaplar basan yayınevi’ imajının kırılmasında büyük pay sahibiydi. Zaman’da yazacağına ilişkin duyurular çıkmaya başlayınca birtakım yazarların yayınevine baskı uygulaması sonucu Timaş’la yollarını ayırmak zorunda kaldı. Şimdilerde haftada bir gün Zaman’da yazıyor. Bu röportajda Eroğlu’nu daha yakından tanımaya çalışırken gündemi de konuştuk.
-Uzun yıllara varan bir yayıncılık hayatınız oldu. Ben sizden kitap ve kitaplar bekliyordum ki Zaman’da yazmaya başladınız. Yayıncılığa nokta koydunuz? Nasıl geçti bu yıllar?
Yayıncılık bir kimlik… Oldurarak olan, yaparak yapılanan bir kimlik. Ben de bu kimliği yayıncılık yaptığım yıllar boyunca epeyce benimsedim. Aslında baştan beri idealim kelimelerle yapılanmaktı. Kendi iç yolcuğumun Risale-i Nur üzerinden olması da bununla bağlantılı. Muhyiddin İbn-i Arabi Hazretleri, anlamın mertebelerinin sonsuz olduğunu söyler. Hayatım boyunca beni en çok mutlu eden şey anlam katmanları arasında yolculuk yapmak oldu. Yayıncılığı da bunun için sevdim. Metinler arasında dolaştım. Büyük yazarları kendime dost edindim.
-Bu yolculuk -yayıncılık- kaç yıl sürdü?
14 yıl Timaş’ta çalıştım, editörlük, yayın yönetmenliği yaptım. Bunun öncesinde de farklı yayınevlerinde kısa sürelerle bulundum. 15 yılı aşkın bir yayıncılık diyebiliriz. Başta da ifade ettim, benimkisi bir derinleşme sancısı, kendimi kelimelerle, kitaplarla inşa çabasıydı. O yolculuğun içerisinde pek çok yeni kalemi keşfetme, okurla buluşturma, iyi olduğunu düşündüğüm yazarları bir araya toplama imkânı oldu. Biraz da mizacen ilgi alanlarımın genişliği, okumaya karşı dinmeyen iştiham, nazar-ı dikkatimi teksif ederek çalışabiliyor oluşum yayıncılıkta tuttu beni. Orada daha fazla eğleşmeme sebebiyet verdi. Belki o yolculuğun başka bir yerden devam etmesi daha erken olabilirdi. Dönüp baktığımda fazla oyalandığımı düşünüyorum.
-Peki, bu yolculuk nasıl geçti? Gemişe dönüp baktığınızda neler görüyorsunuz?
Geçmişin semereleri bugün zayiata uğradı. Emekler büyük ölçüde heba oldu. Olsun… Yayıncılığı entelektüel sermaye yönetimi olarak tanımlarım. Yayıncılığın bir de maddi sermaye yönetimine bakan tarafı var. O tarafına hiç bulaşmadım. Soyut düşünmeyi gerekli kılan kısmından mesul hissettim kendimi. Misyon edindiğim şey bu ülkenin entelektüel sermayesini değerlendirmekti. Fakat gelinen noktada o mahsul ciddi bir kış soğuğuna maruz kaldı. Çok da dayanıklı çıkmadı.
-Neden zayiata uğradığını düşünüyorsunuz? 17 Aralık’la başlayan süreçte karşılaştığınız olaylar mı size bunu düşündürttü?
Evet. Fakat bu kaçınılmazdı gibi geliyor bana. Madem yeryüzüne sınanmak için geldik, sınanmamış her türlü kimlik iğretidir. Yazarlık kimliği de, akademisyenlik kimliği de, yayıncılık kimliği de, dostluklar da… Kabul edelim ki biz çok ağır sınandık.
-İlişkileriniz nasıl etkilendi süreçten?
Bu süreç başladıktan sonra yaşanmışlıklar ve paylaşılmışlıklar inkâr edildi. Bir hukukunuz olan, birlikte umreye gittiğiniz, dua ettiğiniz, birlikte gözyaşı döktüğünüz insanlar sizi inkâr ettiler, siz yokmuşsunuz gibi davranmaya başladılar. Sizi paranteze alıp saygı duyduğunuz insanlara, inandığınız değerlere karşı ölçüsüzce saldırıya giriştiler. Bu aslında bir kendi kendini imha eylemiydi. Kıymet verdiğiniz insanları bu hâllerde görmek ağır bir yük.
-Bu muhabbetten istiğna tavrı sizi nasıl etkiledi?
Yüreğim baştan itibaren açıktı, hâlâ da açık. Bende yazma duygusunu uyaran şey de bu oldu. Yazılar bana nefes aldırdı, rahatlattı. Yazmaya başladıktan sonra ‘Neyi yazıyorum?’ diye dönüp baktığımda şunu gördüm. Hep kanayan yerlerimi yazıyorum. Ağrıyan, acıyan, sancıyan yerlerimi yazıyorum. Anlamadıklarımı yazıyorum, anlama çabası içerisinde.
-Böyle bir kırılma beklemiyor muydunuz?
İşin doğrusu bugün yaşanılanları çok olağan dışı buluyorum. Bir efsunun içinde gibiyiz. Muktedirler sizi belirli sıfatlarla inkâr ettiklerinde dost bildikleriniz de inkâr ediyor. Bu akla sığmıyor. İnançla, vicdanla, dört kitapla, hatta insanlıkla bağdaşmıyor. Muktedirler işaret ettiği andan itibaren ilişkiler kesiliyor. Sizi aidiyetiniz üzerinden tanımlayıp reddediyorlar. Kardeşlik bağını koparıyor ve bunu yaptıkları için kendilerini haklı veya mazur gösterecek argümanlar üretiyorlar. Bu benim bildiğim değerler sistemi içerisinde hiçbir yere oturmuyor.
-Aidiyetim derken ne anlamalıyız?
Hizmet Hareketi’dir benim aidiyetim. O çevre içerisinde kendimi buldum. Yıllar yılı Fethullah Gülen Hocefendi’nin vaazlarını, sohbetlerini dinledim. Tasavvufi kaynaklara bile o dinlemelerle yöneldim. Risale-i Nur okudum, sohbetlere iştirak ettim. Tüm beşeriyeti kucaklayan şefkati, insanlık idealini buldum orada. Mahiyetlerinde iyilikten başka bir şey olmayan insanlara benzemek, onlarla haşrolmak istedim. Allah aşkını, peygamber aşkını, adanmışlık ve beklentisizliği gördüm onlarda. Bu, birisinden istifade etmekten ibaret bir şey değil. Hizmet kavramını çıkarın, benden geriye hiçbir şey kalmaz.
-Sizi bugün görmezden gelenler aidiyetinizi bilmiyorlar mıydı?
Elbette biliyorlardı. Hiçbir itirazları yoktu. Bizim kadar olmasa da onlar da dinliyorlardı Hocaefendi’nin sohbetlerini. Gidip ziyaret edenler, rüyalarında görenler vardı. Onlar da hizmet organizasyonlarına katılıyordu. Yurtdışı gezilere bizlerden daha çok iştirak ediyorlardı. Hizmetin kurumlarını biliyor, takdir ediyor, yüceltici sözler söylüyor, yazılar yazıyorlardı.
-Peki, ne oldu da bir anda bu insanlar tam tersi davranmaya başladı?
Bize bakan veçhesiyle sanki bir anda olmuş gibi gözüküyor ama dönüp baktığımda bu ayrışmanın izlerini geçmişte de sürebiliyorum. Gördüğümüz ama görmezden geldiğimiz şeyler vardı. Hüsnüzanla üzerini örtüyorduk. Toplumun önünde görünen, muhafazakârlara kanaat önderliği yapan insanların yaşantılarındaki boşluklara şahitlik ediyordunuz. Aile yaşantılarındaki, ibadet hayatlarındaki… Güç ve iktidarla kurdukları sorunlu ilişkinin açmazları sözlerine ve davranışlarına aksediyordu. Din konusunda bilgisizlerdi ve İslam’a en ağır eleştiriler de onlardan geliyordu. İslam tarihine laf atmalar, itikadi ve fıkhi hükümleri hiçe saymalar, ahlaki zafiyetler kol geziyordu. İsmail Kara, “Türkiye’de İslamcı olmak için Müslüman olmaya gerek yok. İslamcılar, Müslümanlıkla problemlidir.” der. Bazılarında bu problem tezahür ediyor. İslamcılık siyasi bir kimlik. O kimliği benimsiyorlar, ama o dinin manasına, ruhuna, hakikatine ilişkin ciddi handikapları var. Allah’la kendi arasında bir muhalefet alanı var ve onu aşamıyor. Dinin ahkâmına, itikadına, ameli hükümlerine, uygulamalarına karşı sürekli bir muhalefet hâli… Bu muhalefeti seyrediyorsunuz. Öte tarafta siyasi sürecin nereye evrilmekte olduğunun işaretleri beliriyor. Uygulamada birtakım örnekler görmeye, dinlemeye başlıyorsunuz. Şunu da belirtmekte fayda var: 17 Aralık’a kadar iktidarın bugün ortaya dökülen hemen tüm zaaflarını, eksiğiyle değil fazlası ile kendi aralarında konuşuyor, birbirlerine anlatıyor, şikâyet ediyorlardı. Yani bir deprem gibi görünse de yaşadığımız tedricî bir şeydi. Ani ve defi olan, 17 Aralık’tan sonra iltihabın ortaya dökülüşü.
-Diğer yandan cemaatin –siyasiler ve medya yoluyla- ötekileştirildiğini ve yalnız bırakıldığını görüyoruz. Bu yalnız kalma hâlini nasıl değerlendiriyorsunuz?
İhlas Risalesi’nin bir düsturunu hatırlatarak sorunuzu cevaplayayım. Bediüzzaman Hazretleri, “Eğer Allah razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.” der. Bu herhangi bir hayat düsturu değil, ihlas düsturu. Yani Allah’la kurduğumuz kulluk ilişkisinin en temel argümanı. Bediüzzaman, Risale-i Nur’da ihlas kavramını merkeze alıyor ve 15 günde bir İhlas Risalesi’nin aksatılmadan okunmasını istiyor. Çokluk ölçü değil. Muktedirlerin hüsnükabulü hiç değil. Halkın ya da ailemizin, çevremizin kabulü de öyle. Ölçü Allah’ın rızası. Amellerimizde rıza-i ilahiye muvafık olmayan ne var, buna bakmalı. İmanda, amelde derinleşmeye bakmalı. Kim yalan söylüyor, kim iftira atıyor, kim çalıyor, kim nefret dili üretiyorsa problemi onda aramalı. 17 Aralık herkes için bir ihlas sınavıydı. Tercihini menfaatlerinden yana yapanlar bu sınavı kaybettiler. Mesele bundan ibaret.
-Bugün yaşananlar siyasi bir kriz midir?
Şu an bizim yaşadığımız şey siyasi bir kriz değil. Genel manasıyla pek çoklarının ifade ettiği gibi insani, vicdani ve ahlaki bir krizin içerisindeyiz.
-Dindarlığın yara aldığı yorumları yapılıyor. Siz katılıyor musunuz?
Elbette katılıyorum. Anadolu mayasından ve Anadolu irfanından söz ederek bugünlere geldik. Fakat Anadolu mayası bir söylem olarak kaldı. Bunun yaralarını ehl-i tasavvufta da Nurcu kardeşlerimizde de yer yer görüyoruz. Suçun şahsiliği prensibine bile sadık kalamayıp topyekûn bir cemaate iftiralar atarak taşınmaz günahlar yüklendiler. Mevlânâ’yı, İbn-i Arabi’yi, Bediüzzaman’ı, Şah-ı Nakşibendi’yi, Hazreti Geylanî’yi dillerinden düşürmeyen insanların üsluplarındaki kabalığa şahit olduk. Saldırganlığı gördük. Anadolu irfanı dediğimiz şeyin varlığına hâlâ inanıyorum. Fakat bizi biz yapan değerlerin siyasi söylemlerle yozlaştırıldığını düşünüyüm.
-Halkın nazarından şöyle görülüyor: Namaz kılan yöneticilerimiz var, okullarda, devlet dairelerinde başörtüsü serbest bırakıldı. Sizin bahsettiğiniz bu konular sorun olarak görülmüyor.
Evet, maalesef. Sadece Türkiye’nin değil, İslam âleminin derdi bu. Örtülü olmak rayiç hâle geldiği için örtünün içi boşaltılıyor. Namaz kılmak toplumun nezdinde oya dönüştürülen bir şey olarak tescil edildiği için bu siyasilerde bir nifak alanı oluşturuyor. Sistemler sürekli nifak üretiyor. Ahlaksız, kaba, pragmatist, Allahuekber’i bile zikir olmaktan çıkarıp slogana dönüştüren örfi yeni bir din tesis ediliyor. Bu dinde gıybet helal, haram yemek caiz. Hırsızlık ve hukuksuzluk siyasilere tanınan bir meşruiyet alanı… Bu din İslam değil. İçine nasıl kılındığı belli olmayan bir namaz yerleştirilse de, şallarla süslense de İslam değil. Ahlakı olmayan bir din olamaz. Ahlakı terk edenler sadece Müslüman değil, insan olarak da kalamaz.
-Bugün yaşanılanlar ilk başta AK Parti-Cemaat kavgası olarak sunuldu. Bugün bunun bir özgürlük, demokrasi mücadelesi olduğu ortaya çıkıyor. Bu yeterince görülebiliyor mu?
Basit bir sosyal kırılma değil yaşadığımız. Yeterince görüldüğüne kani değilim. Çok fazla toz ve duman var. Öyle bir yangının içerisindeyiz ki ateşinden yanmayan külünden, dumanından etkileniyor. Kasten çıkarılan bir gürültü var. O gürültünün içerisinde hakikatin sesini duyamaz hâle getiriliyor insanlar. Sürekli dikkatler başka taraflara çekiliyor, gündem değiştiriliyor. Tam bir iğfal politikası yürütülüyor. Böyle bir karışıklığın içerisinde el yordamı ile de olsa gerçeği görmek çok ciddi bir basiret gerektiriyor.
-Paralel devlet bulma iddiasıyla çıkılan yolda gelinen noktayı şöyle özetleyebiliriz. 90 yaşında bir hayırsever hasta yatağında gözaltına alınmaya çalışılıyor, başörtülü kadınlar burs verdikleri için sorgudan geçiriliyor. Melek İpek kendi evine giremiyor. Okullara el konuluyor… Bu böyle devam eder mi?
Etmeyeceğini ben de ümit ediyorum, fakat toplumsal çürümenin boyutlarını göz ardı etmemek lazım. Şerrin kendini bu denli çoğaltabildiğini görmek ürküntü veriyor bana. Ne zaman “Artık mum yandı ve tahtaya dayandı. Bundan öte hangi kötülüğü yapabilir bu insanlar?” diye düşünsem onlar daha fazlasını düşünüp hızla uygulamaya soktular. Aklın almayacağı şeyleri. Dahası ürettikleri şerler alkışlandı, kabul gördü. Kötülüğün bu raddeye ulaşmış olmasının işaret ettiği vahim neticelere çok ciddi nazar atfetmemiz gerekiyor. Çünkü toplamamız gereken çok büyük bir enkaz, tamir etmemiz gereken çok viraneler var.
-Toplumun sessizliğini nasıl anlamalı? Sadece bu meselede değil. Ankara’daki patlamada ölenler için yapılan saygı duruşunda 1 dakika sessiz kalamıyor insanlar. Doğu’daki çatışmalar, sivil ölümler bir başka bölgenin meselesi olamıyor. Bu fotoğrafı nasıl görüyorsunuz?
Bu toplumsal bir felç hâli… Felç bir uzva iner ve onu işlevsiz kılar. İnsanı diri kılan duyguların birer birer felç edildiğine şahit oluyoruz. Buna bilerek ve isteyerek rıza gösterenler de var. Psikolojik bir yaklaşımla insanoğlunun duygularını uyuşturması hayatta kalma çabasıdır. Duyguları diri olursa taşıyamayacaklarını, yok edileceklerini düşünüyorlar. Duygularını uyuşturarak kendilerini korumaya alıyorlar. Siz sivil ölümlerden, şehit ailelerinin fukaralığından, kıyıya vuran cesetlerden bahsediyorsunuz, ama bunları görmek istemiyor insanlar. Görürlerse altında kalıp ezilmekten korkuyorlar. İnatla mevcudu korumaya çalışıyorlar.
-Eskiden hukukunuz olan, dostluk ettiğiniz insanlar görüşüyor musunuz?
Görüşmüyoruz. Karşılaşmıyoruz da… Böyle olmasın isterdim… Fakat ben beklemedeyim. Ümidimi yitirmedim. Duygularımı temiz tutmaya çalışıyor, kendimi affetmeye hazırlıyorum. Bekliyorum.
-Neyi bekliyorsunuz?
Bir uykudan uyanışı bekliyorum. Ateşli bir hastanın iyileşmesini bekliyorum. Belki safiyane, bir ölünün dirilişini bekliyorum. Ama bekliyorum.
DAĞISTAN’DAKİ YILLARIM HAYATIMIN ÖNEMLİ BİR KESİTİ
-Aslında uzun yıllardır yayıncılığın içerisindesiniz fakat bu işin mutfağında olduğunuz için Zaman’da yazmaya başlayana kadar göz önünde olmadınız. Biraz sizi tanıyalım. Hangi üniversite mezunusunuz?
Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde okudum, edebiyat mezunuyum. Ben eğitimin bir rahle-i tedris olduğuna inanırım. O yüzden vurgulama ihtiyacı hissediyorum, Nazan Bekiroğlu’nun öğrencisiyim. Fatih Üniversitesi’nde Yeni Türk Edebiyatı masteri yaptım. Orhan Okay hocamla Türk Edebiyatında Mektuplar konusunda çalıştım. Sonra Marmara İlahiyat’ta İslami Türk Edebiyatı kürsüsünde doktoraya başladım. Doktorayla eş zamanlı yayıncılığa da başlamıştım. Yayıncılık ciddi bir mesai gerektiriyordu. Tercihimi yayıncılıktan yana kullandım. Orada da çok değerli bir akademisyen, Necla Pekolcay hocam oldu. Necla Hanım vefat edince duygusal olarak da akademiden koptum. Yayıncılık bana istidatlarımı daha aktif kullanabildiğim bir alan olduğu için cazip göründü. Himmet ve gayretimi oraya teksif ettim.
-1990’larda Türk okullarının açılma sürecinde sanırım siz de Orta Asya’ya ilk gidenlerdensiniz. Doğru mu biliyorum?
Üniversite bittikten sonra Rusya Federasyonu’na bağlı Dağıstan Özerk Cumhuriyeti’ne gittim. Üç yıl kaldım. Orada Hizmet Hareketi’nin açtığı üniversite vardı, hem de kolejler. Üniversitede öğretim görevlisi olarak çalıştım. O üniversitenin tek bayan öğretim görevlisi de bendim. 30’dan fazla milletin olduğu uluslararası yapısı olan bir okuldu. Hazırlık sınıfında gençlere Türkçe öğrettim, bölümde derslere girdim. Orada olmak benim için hayatımın önemli bir kesitidir.
TOPLUMSAL BİR MOBBİNG YAŞIYORUZ
-Zaman’da yazma sürecinizden bahsedebilir miyiz?
Abdülhamit Bilici Bey göreve gelince benden yazı talebinde bulundu. Ben de hüsnüteveccüh gösterdim. İçinden geçtiğimiz zaman, tarihin en kanlı, en karanlık sayfalarından biri… Böyle bir zamanda yazmanın önemine inandığım için teklifi kabul ettim. Benim gazetede yazacağıma ilişkin duyurular çıkmaya başlayınca bu durum birtakım yazarlarda infiale sebebiyet verdi. Çalıştığım yayınevi de baskılara dayanamayarak benimle yollarını ayırdı. Açık tetikçilik yapan birtakım çevreler ne yazacağıma bakmadan benim aidiyetim, yazdığım mecranın kimliği üzerinden yayınevine karşı baskı uyguladı. Şu an toplumsal bir mobbing yaşıyoruz. Pek çok kurumda benzer şeyler yaşanıyor.
DİLİMİZİN KAYNAĞI BİZİM SOHBET KÜLTÜRÜMÜZDÜR
-Gazetedeki yazılarınız büyük ilgiyle takip ediliyor, paylaşılıyor. Bunda dil ve üslubunuz payı büyük. Bu üslup nasıl doğdu?
İşin doğrusu bunun için bir çaba sarf etmedim. Kalbime, kalemime öyle geldi. Açıkçası kendi dilimi de yazarken görmüş oldum. Pek çok tanıdığım ‘Biz bu kadar çok zamana değen, güne dokunan yazılar beklemiyorduk senden’ dediler. Bense hep hakikatin dilinin zamana değeceğine inandım. O dilin kaynağı bizim sohbet kültürümüzdür. Biz Risale-i Nur derslerinde, Pırlanta derslerinde, tefsir derslerinde -kendi aramızda yaptığımız sohbetlerde- bir hakikat dili ararız. Bana çok etkileyici gelir, Bediüzzaman’dan evvel insanlar şahısların etrafında toplanırdı. Oysa biz bir metin etrafında, kelimelerin etrafında toplanıyoruz. Ortada bir metin var ve biz o metni yeni bir anlam katmanında açmaya, anlamaya ve o metinle derinleşmeye çalışıyoruz. Sonra kendi dilimizi kuruyor, kendi üslubumuzu buluyoruz. O arayış hiç bitmiyor. Kelimelerin anlam mertebelerinde yeni yolculuklara çıkma ihtiyacı sürüyor. O yüzden benim üslubum da değişip gelişebilir.