Polislerin kapıları kırarak teslim aldığı Zaman Gazetesi'nde yayın politikası değişti. Gazetenin köşe yazarlarının kaleme aldığı yazılar da kayyım emriyle yayına verilmiyor.
Zaman köşe yazarlarından Emine Eroğlu’nun, Zaman gazetesinde kayyımın yayınlatmadığı bugünkü yazısı:
Bir Müslüman, Yahudi komşusundan borç alır. Fakat ödeme vakti geldiğinde borcunu inkâr eder, komşusunu yalancılıkla suçlar. Tartışma büyür. Birlikte Kadı’ya giderler. Borcu veren Yahudi, komşusuna güvendiği için senet almamış, şahit de tutmamıştır. Bu şartlar altında Kadı hükmedemez. Geriye sadece mübahele kalır.
Müslüman hiddetle, “Eğer bu hüccetim doğru değilse İlahî, Yahudi olarak öleyim” der.
Yahudi’nin mübahelesi ise ilginçtir:
“Tevrat’a yemin ediyorum. Eğer hilafım varsa, senin gibi Müslüman olayım.”
Sizin Gibi Müslüman Olmak
Şeyh Sâdî-i Şirazî’nin duyduğunda “güleceğinin geldiğini” söylediği bu yemin, ahlakı olmayan bir dindarlığı tanımlıyor. Hırsız ve gaspçı bir Müslüman. Yalancı ve iftiracı bir Müslüman. Kibirli ve kindar bir Müslüman. Zorba ve zalim bir Müslüman. Allah’tan korkmayan bir Müslüman…
Hakperest değil liderperest, güçperest, menfaatperest ve kaçınılmaz olarak putperest bir Müslüman.
İman kalbine ya hiç girmemiş, ya da girmiş de barınacak yer bulamamış bir gayr-ı Müslüman.
Kısaca ehl-i Kitab olmadığı için Müslüman da olamayan bir Müslüman.
“Senin gibi Müslüman” kimliği hayatın hâkim ve muktedir tiplemeleri haline gelince Şeyh Sâdi’nin gülmeleri bizim ağlamalarımıza inkılab ediyor. Hele bunlar güç ve iktidarı ele geçirmişse… Necip Fazıl’ın yaklaşımı ile “işte İslam’ın en korkunç¸ belası…” O zaman parti denilen şey bazı ciğeri yanık, fakat aklı sönük Müslümanları sömürme işletmesi haline gelir. Bu nifak kimliği, dini ferasetten, akıldan, ilimden saf itikada kadar, her şeyiyle büyük I·slâm inkılabını köstekler. Küfre ve dalalete “Demek İslâm dedikleri buymuş¸!!” hissini verir. Velhasıl dine en büyük ihanettir. (Rapor 6’dan, 1979)
Böylelerini Kur’an, “dinini bir oyun ve eğlence edinen ve dünya hayatı kendilerini aldatanlar.” (En’am, 70) olarak tanımlıyor. Bediüzzaman ise, “Nihayet derecede alçaklığa düşmüş vicdanlar. Bilerek dinini dünyaya satanlar. Bilerek hakikat elmaslarını pis, muzır şişe parçalarına (saraylara, mevkilere, alkışa…) değiştirenler. Münafıklığa girmiş insan suretindeki yılanlar.” diyor Mektûbat’ta. Bu sıfatları taşıyan bahtsızlara hakikati söylemenin, öküzün boynuna inciler takmak gibi olacağı darb-ı meseli hatırlatarak.
“Onlar Gibi Olma” Korkusu
“Onlar Gibi Olmama” Saadeti
Onlar bize Cehennemin korkusunu duyurdular, evet. Fakat çektirdikleri ile değil büründükleri kimliklerle…
Şerlerinden Allah’a sığındığımızdan daha çok, onlar gibi olmanın dehşetinden Allah’a sığınmaya başladık. Dahası “onlar gibi olmamak” hayatımızın en büyük ideal ve ümniyesi haline geldi. Bırakın elebaşlarını, ismi zulümle anılan herhangi birilerine benzemektense dünyanın bütün musibetlerine göğüs gerebilir hâle geldik.
Yeter ki “onlar gibi Müslüman” olmayalım…
Eskiden hayır adına yaptıklarımıza hamd ederdik, şimdi şer adına yapmadıklarımıza da hamd etmeyi öğrendik.
Meğer ne büyük bir nimetmiş makamın ve paranın kölesi olmamak. Var olmak için zalime methiyeler düzmek mecburiyetinde bırakılmamak. Bir cebbarın her gün değişen beyanatlarına göre hizalanmamak. “Şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhid etmemek”.
Çalmıyoruz elhamdülillah. Yapılan haramilikler karşısında susmuyoruz elhamdülillah. Mazlumlara “Ama siz de…” diye başlayan cümleler kurmuyoruz elhamdülillah… “Slogan işportacılığı” yapmıyoruz elhamdülillah…
Kürsüden yükselen o lahuti ses kim olmamız gerektiğini anlattı bize yıllarca. Şimdi kim olmamamız gerektiğini güce tapıcıların eliyle öğreniyoruz. Ona da elhamdülillah.
Belânın Öznesi ve Nesnesi
Bütün baskılara rağmen ülkenin en yüksek tirajlı gazetesi olmaya devam eden Zaman’a “çökmek” hukuk ve adaletle izah edilebilir bir durum olmadığına göre bir tek açıklaması var: Kötülük. Bir terkip halinde kıskançlık, haset, kin, garaz, aç gözlülük ve intikam duygusu.
Hepsi de insanın amelini ve emelini tıpkı ateşin odunu yakıp kül ettiği gibi cayır cayır yakan, yok eden sıfatlar. Öznesini kör, sağır ve kalpsiz kılan, insanlığından çıkaran…
Hasan Basri Hazretleri’nin “Ben haset edenden daha ziyade mazluma benzeyen bir zalim görmedim.” sözünü hatırlayın. Hasedin hâside verdiği zarara dikkat çekmiyor mu? Kötülüğün sahibine döneceği İlahî kanununu hatırlatmıyor mu?
Zalim kendi zulmünün eseri/esiri, kendi saldırganlığının mahkûmu, kendi çağırdığı bela ve musibetin nesnesi değil midir?
Bize kan kusturduklarını, dünyayı dar ettiklerini sananların elleri boyunlarına bağlanmayacak mıdır?
Belâdan söz ediliyorsa, zulmedene zulmü bela olarak yetmez mi?
Hayali bir terör örgütüne yardım ettiği gerekçesi ile ömrü hayra hizmet etmekle geçmiş tertemiz iş adamlarını hapse attıran hâkim ve savcılar, dünya ahiret alınlarına sürdükleri bu leke ile yaşayacak değiller midir? Sadece kendileri değil, aileleri, çocukları ve torunları için yüz karası, baht yarası, utanç vesilesi olmayacaklar mıdır?
“Bu kadınları buradan süpürün!” , “At şunu aşağıya!” talimatı veren emniyet amiri aslında kendi kaderine fetva vermiyor mudur?
Emrine kul olunan cüzzamlılar, kirli tırnakları ile kendi yaralarını kaşıyıp kanatmıyorlar mıdır?
Öyleyse bırakalım kırk katırla kırk satır arasında tercih yapmak zorunda bırakılanlar düşünsün.
Birbirlerine zulmü tavsiye edenler ve şerde yardımlaşanlar düşünsün.
Tuzak hazırlayıcılar ve çukur kazıcılar düşünsün.
Biz Resul-i Ekrem Efendilerimiz gibi, Sahabe-i Kiram Efendilerimiz gibi, Hazreti Hasan, Hüseyin Efendilerimiz gibi, Ebu Hanife, Ahmet bin Hanbel Hazretleri gibi, İmam-ı Rabbanî, Abdülkadir Geylanî, Hasan Şazelî gibi, Üstadımız gibi… mihnetleri zevk edinelim.
“Dünyayı başıma ateş yapsanız hakikat-i Kur’âniye’ye feda olan bu baş size eğilmeyecektir!” haykırışının lezzetini duyalım.
Ve evet, “off” bile demeyelim.