Kemalistler Atatürk’e kötülük ediyor

Kemalistler Atatürk’e kötülük ediyor
Prof. Sami Selçuk: Günümüzün Kemalistleri, Atatürkçüğü 1930’larda tutuklayarak tarih yanılgısına düşüyorlar ve Atatürk’e de en büyük kötülüğü ediyorlar.
Yargının zirvesinde görev yapanlar listesinde felsefi derinliği, edebi zevki ve özgürlükçü yaklaşımıyla son dönemin en dikkat çeken isimlerinden biridir Prof. Dr. Sami Selçuk. Hukukçu kimliğinin verdiği ciddiyet de onun ‘âkil adamlığının’ ayrı bir veçhesidir. Hem uygulamanın hem de teorinin hakkını vermeye çalıştığı içindir ki, pek çok tartışma konusu soru olarak bir de ona yöneltilir. Herkes gibi bizim de sorularımız vardı; ama en çok onun ‘fikrî’ serüvenini merak ediyorduk doğrusu. Sami Selçuk’la yargının meselelerinden, kısa siyasi serüvenine, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den, düşünce ve fikir ilişkisine kadar pek çok konuyu konuştuk. 82 Anayasası’yla ilgili açtığımız bahsi kısa kesti. 82 Anayasası küresel anlamda bir anayasa değildir; dolayısıyla yeni bir anayasa yazmak zorunludur ona göre. “Halka sevdirecek yerde halktan soyutlanarak Cumhuriyet’e sahip çıkılmasını yadırgadım. Halktan gelen demokrasi isteğinin Cumhuriyet’le buluşması gerektiğini düşündüm hep.” diyen Sami Selçuk’un özgürlükçü fikirlerle tanışmasında darbelerin önemli rolü oldu. “Düşünceler ve inançlar kınanamaz” felsefesine önem veren bir hukuk adamıdır o; biraz siyaset, biraz riyaset; ama fazlasıyla fikir ve hukuk var hayatında. En çok da bilmiyorum deme erdeminden yoksun olmamızdan yakınıyor: “Bilim; bilimsel merak ve sağlıklı kuşkuya dayanır. Meraklı değiliz. Bu yüzden ne Einstein çıkarıyoruz ne de Edison. ‘Bilmiyorum’ sözcüğünü bile söylemekte zorlanan bir toplumuz. Çünkü, bilgimizi sorgulamıyoruz. Sokrates, Descartes, Spencer, Bachelard açığı yaşıyoruz.” Kendisinin hiçbir parti veya akımın içinde olmadığını; ancak AK Parti’yi AB yolunda başarılı bulduğunu, Atatürk yaşasaydı onun da AB’den vazgeçmeyeceğini dile getiriyor Sami Selçuk. Eski Yargıtay Başkanı ile görüştüğümüz Bilkent Üniversitesi’nde sert bir hukuk adamından ziyade, güler yüzlü bir hoca ile karşılaştık. -AİHM’nin Türk yargıcı Rıza Türmen bir gazeteye yaptığı açıklamada, 301’inci maddenin tek başına sorun olmadığını belirterek, hâkim ve savcıları “Türkiye’deki hâkimlerde daha çok devleti koruma içgüdüsü var.” diyor. Ona göre ‘301 değil hâkimler değişmeli. ‘Siz bu görüşe katılıyor musunuz? Yargıçların özgürlüklerle ilgili direnişinden söz edilebilir mi? Bütünüyle katılmıyorum. Kuşkusuz, yargıçların ve savcıların hak ve özgürlük temelli bir anlayışa sahip olmaları, küresel düzeyde hukuktaki gelişmeleri çok yakından izlemeleri zorunlu. Ancak bu yetmez. Yasa hükümlerinin suçların yasallığının alt ilkesi olan kesinlik/belirginlik ilkesi doğrultusunda birden çok anlama gelmeyecek anlatımlar ve sözcüklerle kaleme alınmaları da zorunlu. Bu yapılmaz ise söz konusu ilke dolanılmış olur. 301. madde bu açıdan sakat. Bir de Türk uygulamasında kavramların yerleşiklik kazanmamış olmasını buna eklerseniz, durumu kolaylıkla değerlendirebilirsiniz. Türkiye Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde en çok ve bu arada bir gün içinde on bir kez hüküm giymiş bir ülke. Asıl bunlar bizim saygınlığımızı örseliyor. Ulusçuluk, ülkeyi bu durumdan kurtarmakla olur. -Yaşanılan yerleşik ve evrensel kavram sorunu Türkiye’yi AB önünde mahcup eder hâle getirdi diyorsunuz? Evet. Demokrasimizin ve hukukumuzun en önemli sorunu, terim/kavram sorunudur. Demokrasinin, hukukun küresel terimleri/kavramları üzerinde mülkiyet hakkımız yok ki özlerini değiştirelim. Yalnızca yararlanma/intifa hakkımız var. O kadar. SEZER BAŞKASININ METNİNİ OKUDU; OLACAKLARI SEZMİŞTİM -Yüksek yargı organlarının, özellikle Yargıtay’ın kararları kamuoyunda tartışılıyor. Bu durumu, yüksek yargı kararları vasıtasıyla politik bir tavır sergileniyor şeklinde algılayanlar var. Yanılıyorlar mı? Yanılıyorlar. Unutulmamalıdır ki, kamuoyunun ilgilendiği, özellikle siyasal niteliği ağır basan davalarda yargı son sözü söylediğinde bundan rahatsız olanlar, bu tür yorumlara sık sık başvuracaklardır. Bu her ülkede yaşanan ve çözülememiş bir olaydır. -Adli yıl açılışlarında zat-ı alinizin de Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in de yaptığı konuşmalar tarihe geçti. Fakat Sezer’in cumhurbaşkanlığı dönemi, o konuşmayı ‘devrim’ gibi görenler için büyük bir hayal kırıklığı oldu. Dolayısıyla ‘yeni cumhurbaşkanı kim olmalı?’ tartışmalarında ‘saygın bir hukukçu olsun’ cümlesi geçmiyor artık. “Asker cumhurbaşkanı, sivil siyasi cumhurbaşkanından sonra sivil hukukçu cumhurbaşkanı tek bir denemeden sonra rafa kaldırılmıştır.” denilebilir mi? Cumhurbaşkanının o konuşmasını bir başkası yazmıştı. Yazanı biliyorum. Kaynaklara yollama yoktu. Bunu yadırgamıştım. Yazan arkadaşımıza söylemiştim. Bu tür konuşmaları elbette yetkili kendi yazmak zorunda değil. Ancak kendi yazdığınız bir konuşma ile başkasının yazdığı bir konuşma farklı sonuçlar ve etkiler doğurur. İnsan kendi yazdığı konuşmayı inanarak okur. Başkasının yazdığı son çözümlemede sadece bir emanettir. -Zaman zaman Sezer’i eleştiriyorsunuz. Sezer’in cumhurbaşkanlığı adaylığı söz konusu olduğunda olabilecekleri öngörmüş müydünüz, yoksa sizde mi, bizler gibi Cumhurbaşkanı Sezer’i zamanla müşahede ettiniz? Eleştirmekten çok saptamalar yapıyor, gerçekleri dile getiriyorum. Evet, sezgi düzeyinde öngörmüştüm. Küresel değerleri ve gelişmeyi salt Türkçe yapıtlardan izlemek olanaksızdır. -Cumhurbaşkanı Sezer’in devlet başkanlığının meşruiyet sorunu içerdiğini söylüyorsunuz? Anayasa Mahkemesi üyeliğinden ayrılmadan aday olup seçilmesi Anayasa’ya kesinkes aykırı idi. ANAP ADAYLIĞIM VEFA GEREĞİYDİ; TARAFSIZIM -ANAP’tan milletvekili adayı olarak siyasete adım attınız. İsminiz Turkuaz hareketi içinde geçiyor. Siyasete girme kararınızı hiç kendi içinizde tartıştığınız oldu mu? Sözgelimi 3 Kasım öncesi AK Parti’den hiç teklif almış mıydınız? Ben o dönemde Avrupa Birliği’ni en iyi izleyen ve bilen parti üzerinde durdum, o kadar. ANAP’ın sayın genel başkanına da yansızlık ve nesnelliğin benim yaşam biçimim olduğunu, partici olmayacağımı söylemiştim. AKP de bana başvurdu. Sayın Erdoğan’la görüştük. Ancak, benim kıramayacağım kişiler ve kurumların, bu arada beni başkan seçenlerin görüşlerinin dışına çıkmamaya özen gösterdim. Bu, dürüstlük ve vefa ilkelerinin gereğiydi. Onlar beni seçmeselerdi siz de beni tanıyamayacaktınız, benimle görüşen siyasetçiler de. AKP’yi AB yolunda başarılı buluyorum. Şu anda hiçbir partinin ve akımın içinde değilim. Yansızım ve yansız kalmaya, nesnel olmaya özen gösteriyorum. Turkuazcılar da, herkes gibi, benimle görüştüler. Ama, yalanladığım hâlde, bu akımın içinde olduğum algısını yadırgıyorum. DARBELERLE GELEN ‘ÖZGÜRLÜK’ -Efendim biz de birçokları gibi sizin özgürlükçü söyleminizi takdir ediyoruz. Elbette sizin de özgürlükçü fikirlerle tanışma ve benimseme serüveniniz vardır sanıyorum. Bizimle paylaşırsanız sevinirim. Teşekkür ederim. Uygar dünyanın izlediği yolu gözetiyorum. Birbirinden çok farklı, en uçtaki görüşlerin sahipleriyle bile diyalog içindeyim. Diyalojik ilkeden hiçbir zaman vazgeçmedim. Kimseye kapımı kapatmadım, kapatmıyorum. Katıldığı TV’ye, görüştüğü insanlara, okuduğu gazeteye göre insanlar hakkında yargılar oluşturan sığ bir ortamda, bu ilkemden hiç ödün vermedim, vermiyorum. Bu sığlığı yenmek, kırmak isterdim. Demokrat olmak, görüşleri ve duruşlarıyla sizinle yüzde yüz ters birinin hak ve özgürlükleri tehlikeye düştüğünde kendi hak ve özgürlükleriniz tehlikeye düşmüşçesine içtenlikle karşı çıkmaktır. Karşı çıkarsanız, o zaman demokrat olursunuz. Karşı çıkmaz sevinirseniz, faşist olursunuz. -Özgürlükçü düşüncelerle tanışmanız 12 Eylül’de mi oldu? Daha önceleri. 27 Mayıs 1960’ta yedek subay öğrencisi idim. Harp Okulu’nun kapısında nöbet tuttum. O günkü basının durumunu gördüm. Bastille’in işgalindeki ruh hâlini yaşıyorlardı insanlar. Darbecilerin bile üstesinden gelemedikleri çirkinlikleri, saldırganlıkları, yıkımları gözlemledim. Hukukun, meşruluğun önemini o gün anladım. Cumhuriyet seçkinlerinin halka çok uzak olmalarını, halkı değerlendirme yeteneğinden yoksun diye küçümsemelerini hiç onaylamadım. Halka sevdirecek yerde halktan soyutlayarak cumhuriyete sahip çıkılmasını yadırgadım. Halktan gelen demokrasi isteğinin cumhuriyetle buluşması gerektiğini düşündüm, hep. -Demokratik taleplerin cumhuriyetle buluşmadığını mı düşünüyorsunuz? Hala sıkıntılarımız var. Ama çözülecek. Kolay değil. Fransa’da bile 1789’dan bu yana beş cumhuriyet yaşandı. Demokrasi bir ülküdür. Yakalanamaz. Ama yakalanmaması, sürgit ardından koşulması daha iyi. Dinamizmi sağlar. Yapıcı bir işlevdir bu. -Daha öncesi için kendi fikir dünyanızı nasıl tanımlarsınız? Ben bir Atatürkçüyüm. 1981 yılında sunduğum bildiride de belirttiğim gibi Atatürkçülüğü hiçbir zaman ideoloji olarak algılamadım. Son çözümlemede, bilimin yaşama geçirilmesi olarak algıladım. Atatürkçülük, esnekliğini ve çağa uygulanırlığını bu yapısından ve gücünden alıyordu. Oysa günümüzün Kemalistleri, Atatürkçüğü 1930’larda tutuklayarak anakronizme (tarih yanılgısına) düşüyorlar ve Atatürk’e de en büyük kötülüğü ediyorlar. İnanıyorum ki, Atatürk yaşasaydı, bilimin dediğini yapardı. Bu da elbette şöyle sonuçlanırdı: Çağcıl demokrasinin gereklerine uymak, AB’ye de girmek. ‘ZARAR’DAN VAZGEÇMEDİM -Türkiye’de zamanını okuyarak geçirenler ve yazanlar hep zarardadır derken neyi kastediyorsunuz? Bilimsel yapıtların en az okunduğu ülkelerden biriyiz. Kendi alanımdan bir örnek vereyim. Ceza hukukunun babası İtalyan düşünürü Beccaria’nın ünlü yapıtı (Suçlar ve Cezalar), 1764’te yayımlandı. 1765’te Papaz Morellet, Fransızca’ya çevirdi. İki ülkede de baskı üstüne baskı yaptı. Kırk yıl içinde birçok dile çevrildi. Osmanlı’nın bir eyaleti olan Yunanistan’da 1802’de basıldı. Türkçe’ye 184 yıl sonra Fransızca’dan çevrildi. İki baskı yaptı. İki yüz kırk yıl sonra İtalyanca’dan çevrildi. En az 120 bin hukukçunun yaşadığı ülkede ancak bin tane alıcı bulabildi. Başka söze gerek var mı? -Peki okuyan, yazan bir kişi olarak kendinizi ‘zararda’ gördüğünüz oldu mu hiç? Evet, gördüm. Ama hiç vazgeçmedim. Halkıma borçluyum. Gücümün yettiğince yazarak, konuşarak bu işi sürdüreceğim. Biraz önce bir meslektaşım telefon etti. Bir olaya kızmış. Boş vermesini söyleyince bana çok hoşgörülü olduğumu söyledi. Tartışmalarda kişiliğime yıllarca saldırdınız; ama beni kızdırmayı başaramadınız diye cevap verdim. Bunun üzerine güzel bir itirafta bulundu: “Gerçekten haklısın. Seni kızdırmayı başaramadık.” Zira bana en çok saldıranlardan biri de o idi. Bu açıdan içim rahat. Düşünceyi açıklama özgürlüğünü uygulamaya geçirdiğime inanıyorum. -“Bu nasıl kafa?” denemez diyorsunuz… Denemez. Çünkü görüşler, düşünceler, inançlar kınanamaz. Kınamak, ilkelliktir. -Düşünceden arındırılmış bir hukuktan söz edilebilir mi? Hukuk bütün disiplinlerden yararlanır. Özellikle de felsefeden. Eğer matematik kafanız yoksa, iyi savunma yapamazsınız. Yorumda bocalarsınız. SAMİ SELÇUK’UN ÇANKAYA KRİTERLERİ -Nasıl bir cumhurbaşkanı görmek istersiniz? Ulusal ve küresel değerlere, demokrasinin vazgeçilmez temel ilkelerine sahip çıkan, ve mümkünse en az bir yabancı dil bilen, dünyayı ve halkının titreşimlerini yakından izleyen, bunlara göre görüşler üreten, güvenilir kimliği ile ülkenin her köşesinde yaşayan bütün insanları kucaklayan, kutuplaştırmaları önleyen, kurumları ve insanları ortak noktalarda ve değerlerde buluşturabilen, kendisinin görüşlerine ters düşen insanların haklarını ve özgürlüklerini bile, hoşgörünün de ötesinde bir içtenlikle savunan bilge bir cumhurbaşkanını bulacağımıza inanıyorum. “Hukukun, meşruluğun önemini darbeyle anladım. Cumhuriyet seçkinlerinin halka çok uzak olmalarını, halkı, değerlendirme yeteneğinden yoksun diye küçümsemelerini hiç onaylamadım. Halka sevdirecek yerde halktan soyutlayarak Cumhuriyete sahip çıkılmasını yadırgadım.” AKSİYON DERGİSİ
28 Kasım 2006 10:43
DİĞER HABERLER