"Eleştirirken gösterdiğin bu hassasiyeti, görmezden gelirken de göster... Bu kadar hassas konuşamıyorsan, rica ederim, sus..."
İster nefis muhasebesi deyin, ister hak edilmiş bir eleştiri, Müslüman'ın kendisini ve ötekileri sigaya çekerken de tanımak zorunda olduğu bazı sınırlar vardır. Bu sınırlar içinde, sözün adresini şaşırıp, maksadı aşan bir şekilde masumiyeti müsellem zatların manevi şahsiyetlerini rahatsız etmesi ihtimali bazen en müdakkik nazarlardan bile kaçar.
An olur, kendi kendimizi murakabeye çekerken zihnimizden geçen bir mana, döner dolaşır, manaları mukaddes zevata ulaşır. Bunun için hiç değilse sen titre...
Kimseye ebter deme… Çoluk çocuk nedir bilmez o deme… O söz döner dolaşır, nesli bir erkek evlattan devam etmediği için edepsizlerin ebterlikle itham ettikleri Fahr-i Kâinat Efendimiz'e ulaşır… Hayatının seksen küsur yıllık evlatsızlık dönemi itibarıyla Hazreti İbrahim'e ulaşır…
Sakın kimsenin bekârlığına laf etme… O söz, döner dolaşır Hazreti İsa'ya ulaşır. O'na gidene kadar Hazreti Bediüzzaman'dan geçer, Ashab-ı Suffa'dan bir kısmını rencide eder, Ashab-ı Kehf'in kalbini kırar... Ve sen, hay dilim kopaydı da o sözü söylemeyeydim diyeceğin bir günü görmeden ölmezsin...
Sakın, “Filancanın hainliğini nasıl önceden sezemedik, o noktaya kadar ulaşan biri nasıl dönüp ihanet eder?” deme… O söz döner dolaşır ashab-ı güzininden, hatta vahiy kâtiplerinden irtidat edenlerin çıktığı Efendiler Efendisi'ne ulaşır… Ümmetinden Bel'am'ın irtidat ve ihanetini tecrübe eden Hazreti Musa'ya ulaşır…
(...)