“Kardeşlerim! Bu İslâm ve Kur’ân’a hizmet davası, ihsan-ı ilâhî olarak bizlerin omuzuna konulmuş…” Bediüzzaman
Kim Hizmet'ten, kim değil?
FİKRET KAPLAN
“Kardeşlerim! Bu İslâm ve Kur’ân’a hizmet davası, ihsan-ı ilâhî olarak bizlerin omuzuna konulmuş…” Bediüzzaman
İnsanlığın huzur ve bekasını gaye edinmiş Hizmet gönüllülerinin bu zamanda bunca yıkım ve bozgunculuğa karşı, yüz milyonlarca tamirciyle imar ve ıslah hamlelerine girmesi gerekirken...hem bugün zulme ve adaletsizliğe karşı güçlü seslere ihtiyaç varken…değil bir kenara çekilmek ve temas etmemek, tam tersine ümit ve heyecanını daha da şahlandırarak mağdur kardeşlerine yardım ve temas etmek zaruri iken… ve gönülleri kavrulmuş bütün bir beşer, Ruh-u Revan-ı Muhammedi’nin diriltici soluklarına muhtaçken…kalkıp ‘sen Hizmet'tesin, ben değilim!…ben konumumu biliyorum, sen biliyor musun?’ tartışmaları akla ziyan olsa gerek.
Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde İbn Ahtal’in kafaları karıştırdığı gibi imkân ve fırsatları, uhuvveti bozmak için değil, dostlarımıza ümit, inşirah ve moral kaynağı olmak için seferber etmemiz lazım.
Sürekli menfi şeyleri dile getirmekle ya da varsa Hizmette bir konumumuz bize duyulan bu saygı ve güveni caka vesilesi, başa kakma fırsatı, baskı ve istibdat vesilesi veya keyfimize göre hareket etme gibi yanlışlıklarla insanları şeytani şerarelerinin tesirine itmeyelim.
Düşünce ve kararları, onları ortaya atan kimsenin konumuna, yakınlığımıza göre değil, doğruluk ve makuliyetine göre değerlendirmeye alalım. Hiç şüphesiz bütün bunların eksiksiz olarak uygulamaya konulabilmesi de ancak İslami terbiyenin tam olarak hazmedilmesine bağlıdır.
Ümitle oturalım, öyle kalkalım, öyle düşünelim, öyle konuşalım, öyle davranalım ki, arkada kalan, bize bakan insanlar ümitle şahlansınlar. Karşılıklı laf kavgalarımızdan dolayı ümitleri kırıcı; geleceği karanlık gösterici düşüncelere kapılmasınlar.
Zira, biz bu Hizmet’i çok kolay bulduk ve ne olursa olsun saf-temiz zihinleri bulandıracak şekilde bu gönüllüler hareketinin canına kast etmeye hiç hakkımız yok.
Hizmet, samimiyet, saffet, ihlâs, fedakârlık; din ve ona hizmette dünya adına beklentisizlik temelleri üzerinde yükseldi ve bugünlere geldi. Samimi insanlar bu davaya sahip çıktılar ve tarihte eşi çok az görülmüş bir hizmete muvaffak oldular.
O işin felsefesini bilmedikleri halde senelerce kendilerinden istenen her işe koştular. Tam kırk-elli yıl boyunca iltifat beklemeden, mükâfat peşine düşmeden ve en küçük görülen hizmetler karşısında bile “Bundan ne çıkar ki!” demeden vazife yaptılar. Kimi zaman bir tarlada, bazen bir derenin kenarına kurulan küçücük bir çadırda, bir başka defa üç dört kişinin zor sığdığı bir tahta kulübede bir araya geldiler; aşkla, ümitle, iştiyakla ve sabırla hizmet kozasını ördüler.
Fedakâr Hizmet sevdalıları kimisi ahirette, kimisi dünyada aynı himmet ve gayretleri bizden bekliyorlar… Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘Kardeşlerim!’ dediklerinden bunu bekliyor, Sahabe bunu gözlüyor… Üstad Bediüzzaman ve Hocaefendi ‘daha ne zaman, ne zaman!’ diye hasretle, hicranla o günleri bekliyor…
KİM HİZMET'TEN, KİM DEĞİL!
İnsanlar, Hizmet çatısı altında yapılan hizmetleri Kur’âni makuliyet çerçevesine uygun bulduğundan, yürünen yolun peygamber yolu olduğuna inandığından, yapılan hizmetlerin birlik ve beraberliği, sulh ve barışı sağlayacağını düşündüğünden bu işe destek vermektedir.
Dolayısıyla Hizmet Hareketi'nin mensubu olmak tamamen gönüllülük esasına bağlıdır. Mensubiyet anlamında hiçbir şekilde bir kayıt veya resmiyet olmadığı gibi, baskı veya zorlama da söz konusu değildir. İsteyenler de bütün bütün kendilerini insanlığın hizmetine adıyorlar.
Bundan dolayı, kim bu hareketin katılımcısıdır, kim değildir, bunu kesin bir dille ifade etmek zordur. Fakat, Hizmette’yim diye kimse Allah rızasını kazanmada kendisini garantide göremeyeceği gibi Hizmet’ten olmayan bir insanın da kaybettiği ya da cehenneme gideceği gibi bir düşünce de yanlıştır.
Kendilerini insanlık hizmetine adayanların ön ayak olduğu yardım kampanyasına 5 TL’lik bağış yapan herhangi bir kimsenin yaptığı bu cömertlik de bir insanlık hizmetidir, çok daha fazla fedakarlıklara katlanarak, gelişmemiş ülkelerden herhangi birinde açılan bir okulda, yine çok zor şartlar altında eğitim hizmeti vermek de bir insanlık hizmetidir.
Her iki durumda da az veya çok, maddi veya manevi bazı fedakarlıklara katlanılmıştır. Bu bir ‘iyilik kervanı’ olduğundan, yapılan en küçük bir iyilik bile bu harekete bir katkı olarak değerlendirilmeli ve takdir edilmelidir.
Ama bu dairenin kapısının eşiğinde yer almak ile merkezinde yer almak arasındaki farkın, yapılan fedakarlıkla doğru orantılı olması da tabiidir.
Bediüzzaman Hazretleri de Hizmet içerisinde müşterek yapılan ahirete yönelik iş ve amellerde elde edilen sevapların bütününün, onlara ortak olan her bir ferdin hasenat defterine eksiksiz bir şekilde kaydedileceği hususu üzerinde durmaktadır.
Üstad, Risale-i Nur’un değişik yerlerinde iştirâk-i â’mal-i uhreviye meselesini net bir şekilde ortaya koymuş; hizmet-i imaniye ve Kur’âniye dairesi içinde yer alan kişilerin her birinin, umumun kazandığı sevaplara ortak olacağını da ifade etmiştir (Lem’alar, s.206; Yirmi Birinci Lem’a, Dördüncü Düstûr; Kastamonu Lâhikası s.67).
Hazreti Üstad’ın bu yaklaşımının Kur’ân ve Sünnet’in temel düsturlarından süzülmüş bir tespit olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü Kur’ân-ı Mûcizü’l-Beyan ve Sünnet-i Sahiha’ya bakıldığı zaman pek çok yerde Cenâb-ı Hakk’ın muvaffakiyet lutfetmesinin vifak ve ittifaka vabeste olduğu; birlik ve beraberlik ruhu içinde gerçekleştirilen amellere apayrı bir bereket ve mükâfat vaat edildiği görülecektir. Mesela Kur’ân-ı Kerim’de:
“Ve topluca Allah’ın ipine yapışın, (yapışın, sonra da) ayrılmayın; Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, (Allah) kalplerinizi birleştirdi de O’nun nimetiyle kardeşler hâline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz, (Allah) sizi ondan kurtardı. Allah, size ayetlerini böyle açıklıyor ki, yola gelesiniz.” ( l-i İmrân sûresi, 3/103)
O halde, ciddi bir fedakârlık ve adanmışlık duygusuyla kendilerini hizmete vakfeden insanlar kendi kendilerine söz verebilirler. Mesela onlar:
“Allah’ın izni ve inayetiyle, ömrüm vefa ettiği sürece, isabetli bulduğum böyle bir yola revan olacağım. Nam-ı Celil-i İlahi’nin ve Ruh-u Revan-ı Muhammedi’nin her yerde duyulması adına soluk soluğa koşturacağım. Hizmetin dışında hiçbir mülâhazaya kapılmayacağım. Dünyevi-uhrevi füyuzat hislerinden fedakârlıkta bulunacağım. Ölünceye kadar bu yoldan ayrılmayacak ve Allah’ın huzuruna da böyle gideceğim.” diyebilir.
İrşat ve tebliğ, Kur’ân ve Sünnet’in bize emretmiş olduğu önemli bir amel olduğuna göre kişinin yapmış olduğu böyle bir ahde bağlı kalması gerekir. Zira temeli dini bir meşruiyete dayanan ameller nezredildiğinde, bu nezirlerin yerine getirilmesi gerekir.
İşte ille de Hizmetteyim diye bahsedilecekse kişinin kendi kendisine sadık ve vefalı bir mü’min olarak hizmetten ayrılmayacağına dair söz vermesi anlamında böyle bir mensubiyetten bahsedilebilir.
Eğer günümüzde dünyanın farklı ülkelerinde çok güzel hizmetler yapılıyor, gidilen ülkelerdeki insanlarla ciddi bir kültür alış-verişi oluyor ve dünya barışı adına önemli adımlar atılıyorsa, bütün bu hizmetler kendi kendilerine böyle söz vermiş adanmışlar sayesinde gerçekleşmektedir.
Onlar maddî-manevî hiçbir karşılık beklemeden insanlığa hizmet etmeye devam etmektedirler. Onların bu fedakâr ve diğerkâm tavırları sayesinde Afrika’nın derinliklerinden Uzak Doğu’nun içlerine kadar birçok insan onlara karşı minnet ve şükran hisleriyle doluyor.
‘Öte yandan hizmet içerisindeki işler ortak akla ve istişareye bağlı olarak yürüdüğü için “aklın ipotek edilmesi” gibi bir durum söz konusu olamaz/olmamalıdır.’ diye buyuruyor Hocaefendi: ‘Biz, bugüne kadar ısrarla istişare üzerinde durduğumuz gibi, bundan sonra da farklı bir şey söylemeyeceğiz. Şu düşüncemi bugüne kadar defalarca dile getirmişimdir: Bir insan Sezar, Büyük İskender veya Napolyon’un kafasının on katına sahip bir dâhi bile olsa ve şahsî görüşüne göre hareket etse, böyle birisi, üç insanla istişare eden bir kimsenin seviyesine ulaşamayacaktır. Zira herhangi bir meselede farklı mülâhazaların ortaya konulması, bunlar üzerinde i’mal-i fikirde bulunulması ve problemin çözümü adına çareler aranması isabetli karar verme adına çok önemlidir. Bu sebeple İnsanlığın İftihar Tablosu, istişare yapan insanın kayıp yaşamayacağını beyan etmiştir.’ (Kırık Testi)
Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamber olduğu hâlde Allah tarafından vahiyle bir emir gelmediği sürece bütün işlerini sahabe-i kiramla istişare etmiştir. O, kendi fikirlerini istişareye arz etmiş, sahabenin fikirlerini almış ve ortaya çıkan ortak kanaate göre hareket etmiştir.
Bütün bunların yanında, Hocaefendi, sevenlerini sık sık, harekete aidiyeti ve mensubiyeti bir kibir ve gurur vesilesi yapmamaları konusunda ikaz etmekte ve sakındırmaktadır. Bu aidiyet duygusunun, tıpkı ferdi enaniyet gibi tehlikeli olduğu konusunda tahşidat yapan ve ikaz eden Hocaefendi: “Harika insanlar meydana getiren bir milletin fertleriyiz” şeklindeki düşünce ve yaklaşımları da tehlikeli bulmuş ve şiddetle karşısında durmuştur.’ (İkindi Yağmurları, 2008, s.328)
HİZMET'İN NERESİNDEYİZ?
Bediüzzaman Hazretleri, iman hizmetinde cemaatin içinde olmaya ve kendi konumuna bakın nasıl bakıyor:
“…Benim gibi zayıf ve kıymetsiz bir biçarenin elindeki hakaik-i imaniye ve Kur’âniyenin kıymetini, ekser nâsın nokta-i nazarında düşürmemek için, bilmecburiye ilân ediyorum ki, ihtiyarımız ve haberimiz olmadan, birisi bizi istihdam ediyor; biz bilmeyerek bizi mühim işlerde çalıştırıyor.” (Tarihçe-i Hayat, Kastamonu Lahikası, Hizmet Rehberi…)
‘Sözler hakkında, tevazu suretinde demiyorum; belki bir hakikati beyan etmek için derim ki: Sözlerdeki hakaik ve kemâlât benim değil, Kur’ân’ındır ve Kur’ân’dan tereşşuh etmiştir.
Hattâ Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’âniyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir. Madem ben öyle biliyorum. Ve madem ben fâniyim, gideceğim. Elbette bâki olacak bir şey ve bir eser, benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı...’ (28.Mektup, 7.Risale)
‘Risaleler kendi malım değil, Kur’anın malı olarak, Kur’anın reşehat-ı meziyatına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum. Evet lezzetli üzüm salkımlarının hasiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim. (Mektubat)
‘Aziz kardeşlerim, Üstadınız hatasız değil... Onu hatasız zannetmek hatadır. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye zarar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetten düşürtmez. İyiliklerin on sayılmasıyla, kötülüklerin bir sayılmak sırrıyla, insaf odur ki: Bir kötülük, bir hata görünse de diğer iyiliklere karşı kalbi bulandırıp itiraz etmemektir.
Biliniz, kardeşlerim ve ders arkadaşlarım! Benim hatamı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mutlu olacağım. Hatta başıma vursanız, Allah razı olsun, diyeceğim. Hakk’ın hatırını muhafaza için başka hatırlara bakılmaz. Nefs-i emmârenin enâniyeti hesabına Hakk’ın hatırı olan bilmediğim bir hakikati müdafaa değil, -ale’r-re’si ve’l-ayn- kabul ederim.
Biliniz ki şu zamanda şu vazife-i imaniye çok mühimdir. Benim gibi zayıf, fikri çok cihetlerle bölünmüş bir bîçâreye yüklenmemeli, elden geldiği kadar yardım etmeli.’ (Barla Lâhikası, s.131)
‘Kardeşlerim! Pek çok defa Risale-i Nur’un şakirtlerini lâyık oldukları tarzda müdafaa etmişim. İnşaallah mahkemede bağırarak derim. Hem Risale-i Nur’u hem şakirtlerinin kıymetlerini dünyaya işittireceğim. Yalnız size bunu ihtar ederim ki: “Bu müdafaamdaki kıymeti muhafaza etmenin şartı, bu hâdisedeki ağız yanmasıyla Risale-i Nur’dan küsmemek ve üstadından darılmamak ve kardeşlerinden -sıkıntıdan gelen bahanelerle- nefret etmemek ve birbirine kusur bulmamak ve isnat etmemektir.” Yalnız hatırlarsınız ki Risale-i Kader’de ispat etmişiz ki: “Başa gelen zulümlerde iki cihet var ve iki hüküm vardır: Biri insanın, biri kader-i ilâhinin. Aynı hâdisede insan zulmeder, fakat kader âdildir, adalet eder. Bu meselemizde, insanın zulmünden ziyade, kaderin adaleti ve ilâhi hikmetin sırrını düşünmeliyiz.’ (Lem’alar, Yirmi Sekizinci Lem’a, s. 734, Risale-i Nur Külliyatı)
‘Bu zaman, ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil. Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı manevî hükmeder ve dayanabilir. Büyük bir havuza sahip olmak için, bir buz parçası hükmündeki enaniyet ve şahsiyetini o havuza atmaktır ve eritmek gerektir. Yoksa o buz parçası erir, zayi olur; o havuzdan da istifade edilmez.
Hem şaşırmaya sebebiyet veren, hem üzüntü sebebidir ki ehl-i hak ve hakikat birlikteki fevkalâde kuvveti ayrılıkla zayi ettikleri hâlde, nifak ve dalâlet ehli, meşreplerine zıt olduğu hâlde birlikteki ehemmiyetli kuvveti elde etmek için ittifak ediyorlar. Yüzde on iken, doksan ehl-i hakikati mağlûp ediyorlar. (Kastamonu Lâhikası, s.114)
Üstad Bediüzzaman gibi Hocaefendi de daima kendisini kuru üzüm çubuğuna benzeterek, o kuru çubuğun, üzümler üzerinde bir hak iddiasının söz konusu olmadığını ifade eder. Yapılan Hizmetlerin kendindeki meziyetlerden olduğunu asla kabul etmez ve bunların kendisinden kaynaklanmadığını ilan eder. İslam’a ve Kur’ân’a Hizmet etmenin, ihsan-ı ilahi olduğunu sürekli vurgular:
"Estağfirullah, bin defa estağfirullah. Arz etmeye çalıştığım gibi, kimseye bir şey söyleme, yol gösterme mevkiinde değilim. İnsanlık için faydalı gayretlerde bulunduğum şeklindeki sözünüzü de sadece bir dua ve sizlerin bir teveccühü, hüsnü zannı olarak kabul edebilirim." (Favorit Gülen'e Hz. İsa'yı Sordu, 04.04.2009)
"Kendimin böyle bir hizmete layık olduğumu hiçbir zaman hayal dahi etmedim. Ömrüm boyunca 'Demek ki Allah (cc) şahısların şahsi durumunu hesaba katmadan, istediğine istediği hizmeti gördürüyor' diye düşündüm. Eğer, Cenab-ı Hakk, bu hizmeti başkalarına değil de bize yaptırmışsa, vazifemiz sadece şükürdür. Minnet âlemlerin Rabbi olan Allah'adır. ...Ben kendimi, yapılan hizmetler açısından bu işin ehli olarak asla görmedim ve hâlâ da görmüyorum." (Küçük Dünyam)
"Ben kendimi gırtlağıma kadar kusur içinde görüyorum. Çok korkuyorum; bazen yüreğim ağzıma geliyor, inanın, pek çok gece uykum kaçıyor, uyuyamıyorum; 'Eğer olmam lazım geldiği gibi olamamışsam Rabbimin huzuruna nasıl çıkarım, ötede ne olur benim hâlim?' diyorum. Fakat, her şeye rağmen, hiç ye'se düştüğümü hatırlamıyorum. Allah bizim Mevlâmızken ye'se nasıl düşerim ki? Sonunda meseleyi getirip yine 'inne Rahmetî sebakat alâ gadabî' hakikatine bağlayarak, O'nun rahmetinin daima gazabının önünde olduğunu düşünerek nefes alıyorum; 'O'nun rahmeti her şeyden daha geniştir, benim gibileri bile affeder.' diyorum." (Allah’ım, Bizi Kendimize Getir!, Kırık Testi, 19.09.2004)
PEKİ BİZ Mİ NEREDEYİZ?
Eğer Hizmette olduğumuzu düşünüyor ve nerede durduğumuzu merak ediyorsak Hocaefendi’nin bize tuttuğu şu aynadan kendimizi değerlendirebiliriz:
‘Hizmet insanı, gönül verdiği dava uğrunda kandan-irinden deryaları geçip gitmeye azimli ve kararlı; varıp hedefine ulaştığında da her şeyi sahibine verecek kadar olgun ve Yüce Yaratıcı'ya karşı edepli ve saygılı..
Hizmet adına her ses ve soluğu zikir ve tespih, her ferdi mübeccel ve aziz bilip, muvaffakiyetlerinden ötürü alkışlayacağı kimseleri de, putlaştırmayacak kadar Rabb'in iradesine inanmış ve dengeli..
Ortada kalmış herhangi bir iş için herkesten evvel kendini mes'ûl ve vazifeli addedip, hakkı tutup kaldırmada, yardıma koşan herkese karşı hürmetkâr ve insaflı..müesseseleri yıkılıp plânları bozulduğu ve birliği dağılıp kuvvetleri târumâr olduğunda fevkalâde inançlı ve ümitli; yeniden kanatlanıp zirvelerde pervaz ettiği zaman da mütevâzi ve müsamahalı..
Bu yolun sarp ve yokuş olduğunu baştan kabul edecek kadar rasyonel ve basiretli; önünü kesen cehennemden çukurlar dahi olsa, geçilebileceğine inanmış ve himmetli.. Uğruna baş koyduğu dâvânın kara sevdalısı olarak, cânı-cânânı feda edecek kadar vefalı ve geçtiği bu şeylerin hiçbirini bir daha hatırına getirmeyecek kadar da gönül eri ve hasbi olmalıdır.’