Zaman Gazetesi'nin eski yazarı Kerim Balcı, şeytanın insi vekilinin tuzaklarını yazdı. Kiminin intikam arzusunu, kiminin makam şehvetini şeytanın kullandığını anlatan Balcı, "Kiminin mal düşkünlüğünü, kiminin ahmaklığını, kiminin din düşmanlığını, hatta en garibi, kiminin de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor." ifadelerini kullandı.
Zaman eski yazarı Kerim Balcı'dan dikkat çeken bir yazı geldi. Kerim Balcı, zamanamerika.com'da yer alan yazısında "Şeytanın o insî vekilinin tuzakları" olarak 6 madde sıraladı.
İşte Kerim Balcı'nın o yazısı:
"Lâşey’e Dördüncü Mektup veya Bir defa daha Hutuvât-ı Sitte"
Aziz, sıddık, müstakim, vefalı, bu zamanda sarsılmaz ve savrulmaz kardeşim,
İstanbul’daki nüktedan hocanın ya korkudan, veya hasetten, veya belki de mesleğimizin derununa gafletten dolayı serdettiği sözlerle ilgili sualinizi cevaplamaya meşguliyetim müsaade etmiyor. Şu kadar derim ki haklarında bir kısım safi kalp avamın hüsnüzan besleyerek imanlarını emanet ettikleri böyle müteşeyyihleri halk nezdinde çürütmek, avamın imanına zarar vereceğinden, mesleğimize ve dinimize büyük zarardır. Ben nasıl ki Hazreti Bediüzzaman’ı hakikat mesleğinin bir müceddidi biliyorum, o nüktedan hocanın muhterem şeyhini de tarikat mesleğinin mühim bir müceddidi biliyor ve hizmet-i imaniye ve Kur’aniyedeki kardeşlerin hadiselerin tazyiki altında ‘ôf, of’ diye inlemelerine el-Ûfî Hazretlerinin himmetini davet kabilindendir diyerek ses çıkartmıyordum. O nüktedan müteşeyyih bu müdahalesiyle, güya bize, ‘Dergah-ı İlahi’den başka dergahlardan medet ummayın’ diye ders vermiş. O dersi baş göz üstüne kabul ediyoruz.
Bu meselede başkaca kelam israf olur. Amma mektubunuzda remzen bahsettiğiniz kafa karışıklığı ve bazen vuku bulan atf-ı cürümler ise şeytanların vesvese oklarının iman kalesine kadar ulaştıklarını gösteriyor ki asıl bu yarayı hemen tedavi etmek, kardeşlik rabıtalarımızı kemiren gıybet kurdunun başını ezmek gerektir…
Kardeşim ve kardeşlerim,
Bilirsiniz, ve biliniz; her bir zamanın insanlardan bir şeytanı var. Şimdi beşerde insan suretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar, fitneci siyasetiyle memleketin her tarafına kundak sokan el-hannas, altı adet hatveleriyle, yani tuzağıyla önce camiamızı, sonra bütün İslami hareketleri ifsat için insanlarda ve insan cemaatlerinde bulunan bazı zaafları propagandasıyla işlettiriyor.
Kiminin intikam arzusunu, kiminin makam şehvetini, kiminin mal düşkünlüğünü, kiminin ahmaklığını, kiminin din düşmanlığını, hatta en garibi, kiminin de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor.
Şeytanın o insî vekilinin birinci tuzağı şudur ki: Der veya dedirtir: “Siz kendiniz de dersiniz ki, ‘Musibete müstehak oldunuz. Kader zalim değil, adalet eder. Öyleyse, size karşı muameleme razı olun.’ Hatta o vekil-i sâhirin sihriyle meftun olmuş güya mutaassıp dindar bir sergerdesi demiş, “Size Allah’ı hatırlattı. Ona kızmaklığınız değil, teşekkür etmekliğiniz lazım…”
Şu vesveseye karşı demeliyiz; Kader-i İlâhî isyan ve nisyanımız için musibet verir. O’ndan gelen kahır ve cezaya rıza göstermek, o günahtan tevbe demektir. Sen ey mel’ûn! Günahımız için değil, İslamiyetimiz için, insaniyetimiz için, Nam-ı Celîl-i Muhammedîye hammallığımız için zulmettin ve ediyorsun. Bu zulme rıza veya bilerek boyun eğmek, Allah muhafaza, İslamiyetten nedamet, insaniyetten hacâlet ve boyunlarımızın şeref bağı olan Muhammedîlik rabıtasını kaldırıp atmak demektir.
Evet, zalim Allah’ın bir kılıcıdır. Güya kader o zalimi kılıç yapmış, onunla Hakk’ın intikamını alıyor. Şu kısmına rızamız var. Sonra dönüp o zalimden de intikamını alacak. Bu kısmına da intizarımız var.
İkinci tuzağı: Der ve dedirtir; “Başka kâfirlere dost olduğunuz gibi bana da dost ve taraftar olunuz. Ne istediniz de vermedik? Neden çekiniyorsunuz?” Hatta Allah’ın gazeteci namındaki bazı havuz hayvanlarının “28 Şubat’ta diklenmemiştiniz, bize niye dikleniyorsunuz?” diyerek ahmaklık tepesiyle eblehlik çukuru arasında hervele yaptıkları meydandadır, görülüyor.
Şu vesveseye karşı deriz: Muavenet elini kabul etmek ayrıdır, adâvet elini öpmek ayrıdır. Bir kâfirin her bir sıfatı kâfir olmak ve küfründen neş’et etmek lazım olmadığından, İslamlığın ve insanlığın eski ve mütecaviz bir düşmanını def etmek için biri elini uzatsa, kabul etmek İslamiyete ve insaniyete hizmettir. Senin ise ey mel’un; senin hasedinden ve belki de kasetinden neş’et eden bu teskin kabul etmez düşmanlık elini öpmek değil, belki temas etmek bile İslamiyete ve insaniyete düşmanlık etmek demektir.
Üçüncü tuzağı: Der veya dedirtir: “Şimdiye kadar sizi idare edenler fenalık ettiler, karıştırdılar. Öyleyse bana razı olunuz.” Hatta bu mel’unun hesap bilen ama kitap bilmeyen bir alim-i sabıkı demiş: “Eskiler yüzde seksen yer, yüzde yirmi hizmet ederdi. Bunlar yirmi yiyip, seksen hizmet ediyorlar. Öyleyse bunlar onlardan yeğdir.”
Ey el-hannas! Ehven-i şeri tercih fetvası vicdanı tefessüh etmemiş mü’minler için geçerlidir. İyiyi kötüden ayıramayan avam ve kendi partisinin menfaatini herkes için iyi zanneden adam hakîm olamaz ki hükmü hikmetli olsun. Hem illa bir tercih gerekecekse biz, günahı irtikap edip, günah olduğunu kabul eden vicdanlı müteahhitleri; günahına ibadet kılıfı giydiren, müzahrefat-ı lisaniyelerinin hasenata kalb olunacağı vehmiyle ağzını bozan mücahit müsveddelerine tercih ediyoruz. Onların din düşmanlıkları dindara zarar veriyor, ama dine zarar vermiyordu; senin göstermelik dindarlığın ise dini dünyevileştiriyor, İslamca ve insanca yaşamı öldürüyor. Biz ise hem insancasına, hem Müslümancasına yaşamak istiyoruz. Senin rağmına da yaşayacağız.
Değil mi ki Allah’ın arzı geniştir; rızkımız bizi her yerde bulur…
Dördüncü tuzağı: Der veya dedirtir; “Sizin ittifak ettiğiniz ve bana muhasım vaziyetini alanların maksatları başkadır. Niyetleri din ve İslamiyet değildir.” İşte havuzdaki aveneleri kendi hainliklerini bize atfetmekle güya Kirâmen Kâtibîn meleklerini şaşırtacakları zannıyla diyorlar: “PKK’yla işbirliği yaptılar, CHP’yle anlaştılar, MHP’yi ele geçirecekler…”
Şu vesveseye karşı deriz: Vesilelerde niyetin tesiri azdır. Maksadın hakikatini değiştirmez. Çünkü hedef, vesilenin vücuduna terettüp eder; içindeki niyete bakmaz.
Meselâ, ben bir define veya su bulmak için bir kuyu kazıyorum. Biri geldi, kendini saklamak veya orada pisliklerini gömmek niyetiyle bana yardım ederek kazdı. Suyun çıkmasına ve define bulunmasına niyeti tesir etmez. Su, fiiline, kazmasına bakar, niyetine bakmaz. Bunun gibi, ben zalimin zulmü son bulsun diye bağırırken gelip bana yardım edene, ‘Sen karışma, senin niyetin başka!’ denilmez. Niyetleri ne olursa olsun, benim maksadımın hakikatini değiştiremez. Bunu anlayamayan bir nadan, ekrâdın desteklediğine biz destek vermeyiz dedi, ekrâdı da etrâkı da senin zulmüne kurban eyledi, gördük.
Beşinci tuzağı: Der; “İşte nice hocalar, müftüler benim siyasetimi destekliyor.” Esefler olsun ki o lanetlinin melanetini alkışlayan bir kısım hacı ve hocalar ümmet-i Muhammed’i bu tuzağa doğru itiyor ve hatıra süfyanın taylasanlılarını getiriyor.
Şu vesveseye karşı deriz ki; ehl-i akd ü hall diye bilinen ulema ve meşayihin iki kimliği var: Biri şahsî kimlikleridir ki bu kimlik kah korkuyla, kah aldanmakla, kah taassupla çok hatalar yapabilir. Biri de verese-i nübüvvet hasebiyle taşıdıkları şahsiyet-i maneviyedir ki onun hükmü bambaşkadır. Bu şahsiyet-i maneviyenin aklı şûrâ-yı ümmettir; senin vesvesen değil. Kuvveti aklı ve vicdanı hür milletidir; senin mafyavâri tehditlerin değin. Takip ettiği maslahat da çevreden merkeze bakarak insanlığın menfaatini İslamlığınkine; İslamlığınkini Türklüğünkine; Türklüğünkini kendi partisinin menfaatini; partisinin ve cemaatinin menfaatini de kendi menfaatlerine tercih etmektir. Yoksa senin yaptığın gibi Alem-i İslamı bu devlete, bu devleti Ankara’ya, Ankara’yı kendi şirzime-i kalîline (oligarşik azınlık), onu da kendi hanedan-ı saltanatına feda etmek gibi bir irade, dinin hayrı olan zevattan, velev sade isimleri böyle olsa bile, sadır olmaz. Demek o birinci şahsî kimlik ya korkudan, ya aldanmaktan, ya da taassuptan böyle bir fetvayı vermiş. O fetvaya itaat ve ittiba ise itaat ve ittiba etmemekledir.
Altıncı tuzağı: Der ki; “Bana karşı mukavemetiniz beyhudedir. İşte ininize girdik, işlevselliğinizi büyük ölçüde bitirdik. Kurumlarınız ayaktayken yapamadığınız şeyi şimdi nasıl yapacaksınız?”
Şu vesveseye karşı deriz: En ziyade hile ve fitne kuvvetiyle ayakta duran azametli kudretin bizi ye’se düşürmüyor. Evvela: Hile ve fitne, perde altında kaldıkça tesir eder. Zahire çıkmakla iflas eder, kuvveti söner. Artık perde öyle yırtılmış ki, senin yalan, hile ve fitnen, hezeyana, maskaralığa inkılap edip akim kalıyor. Bu defa Amerika’ya sığınan ‘hayırsever’ finansörünüzün konuşmak ihtimali karşısında tir tir titrediğiniz gibi…
Aziz kardeşim Lâşey,
Siyasetimizde en acınacak, en ebleh bir akıl varsa, o da öylelerin aklıdır ki, bir tek şahs-ı muhterisin menfaatini, memleketin umum menfaatine tercih ediyor ve İslamiyetin umum menfaat ve izzetiyle kabil-i tevfik görüyor. Burada en sefil ve en ahmak kalp, öylelerin kalbidir ki, insan onuruna yaraşır bir hayatı bu el-hannasın himayeti altında mümkün görüyor. Oysa görünüyor, öyle bir şarta hayatımızın idamesini bağlıyor ki muhal ender muhaldir.
Der: “Özgürce yaşayınız. Fakat bir tek adam bana hıyanet etse yakarım, yıkarım!”
Şayet bir adam hakka sadakat namına onun münâfıkâne zulmüne karşı hıyânet etse, sonra Fatih Camii’ne iltica etse, milyarlara değer o mukaddes binayı harap eder. Veyahut doğuda bir köyde, ona bir hain bulunsa, çoluk çocuğuyla mahvetmeye, veya bir cemaatte ona muzır biri varsa cemaati yok etmeye kendinde bir yetki görüyor.
Böyle bir zalimin sunduğu hakk-ı hayat nerede, İslamca ve insanca taleb-i hayat nerede!
Kardeşlerim!
Sakın sakın hasmın muvakkat galebesi sizi aldatmasın! El-Hakku ya’lû, velâ yu’la aleyh (Hak daima galebe eder, hiçbir şey ona galebe edemez!) daimi düsturunuz olsun…
Varsın, alemi Anadolu’dan, Anadolu’yu kendi mülevves kasırlarından ibaret sanan jöleli işlekler fıtratlarının gereğince nâhik-i bi’l-batıl olmaya devam etsinler; bizler intak-ı bi’l-hakk olan mesleğimizden dönmeyeceğiz!