Kırgın mısın Büşra? Dostum, kardeşim, komşum…

Gazeteci arkadaşı, aylardır tutuklu bulunan Büşra Erdal'ı anlattı
Kırgın mısın Büşra? Kırgınsındır elbet, kırılmaz mı insan? Kalbimiz iyice incelmiş birer cam gibi göğsümüzde, şefkatle dokunana bile tuz buz... Yüreğimde sızı Büşra...Ahmet Kaya'nın hiç dinlemediğim şarkıları varmış...

“İnşallah bu bir darbe falan değildir. İnşallah kimse böyle bir şeye kalkışıp beni AKP’yi savunmak zorunda bırakmaz.”

Böyle demişti her şeyin başladığı o kabus gecesinde… Köprü kapanmış, Avrupa tarafında mahsur kalmıştı. Twitter’da fotoğrafıyla akıl donduran paylaşımlar yapılıyordu. “Gördüğünüz yerde icabına bakın.” Sürekli telefondaydık, eve kendini nasıl attığını bilemedi. Geceyi ayrı yerlerde birbirimiz için, ülkemiz için dualar ederek geçirdik. Sonraki bir kaç günü karşılıklı oturup susarak…

Tanışıklığımızın 20 yılı var… O idealist bir hukuk fakültesi öğrencisi, ben iletişim… Daha üniversitenin ilk gününden aklında hakimlik, savcılık falan değil gazetecilik duruyordu. “Saçmalama, gül gibi mesleğini bırakıp gazetecilik mi yapacaksın?” diyenlere kulak asmadı. Akıl verenlere de, zoru görünce kaçar gider, diyen meslek erbabına da ters köşe yaptı.

İşi hayatıydı. Adliyelerden, yetişecek haberlerden fırsat buldukça yaşar, yer-içer, uyurdu. Gazeteciydi Büşra… Hukuku da haberi de iyi bilirdi. İnsan üstü bir gayretle başından sonuna takip ettiği Ergenekon davalarıyla duyuldu adı. Şimdi onun adını anmaktan imtina eden ana akım medyanın anlı şanlı habercileri davayla ilgili soracakları bir şey olduğunda Büşra’yı ararlardı. Çünkü Büşra oturduğu yerden değil, adliye koridorlarından yazardı. 5 gün evine hiç gitmediği zamanları bilirim.  Şahsi olarak pek çok üst düzey kişi ile yakınlık kurabilecekken gazeteci mesafesini koruyan akıllı bir kızdı. Şimdi onu “tetikçi gazeteci” diye sunanlar, pek çok kişinin kapısında yattığı günlerde Büşra’nın Zekeriya Öz ile etik bulmadığı için asla birebir görüşmediğini, illa ki yanında başka gazeteciler olmasına veya odasının kapısının açık durmasına dikkat ettiğini de anlatırlar mı? Sanmam… Ergenekon safahatı, haklılığı-haksızlığı ayrı bir konu. Büşra Erdal adliye muhabiriydi ve o günlerde bir adliye muhabirinin yapması gereken işi yaptı. Hata yok muydu? Elbette vardı. Balyoz kadınları için attığı tweetler incitmişti sanık yakınlarını. Ki o da zaten bunun için özür dilemişti. Zamanı geri almak mümkün olsaydı eminim ilk yapacağı şey o tweetleri asla yazmamak olurdu.



Darbe girişiminden sonra hakkında gözaltı kararı çıkarılan ilk grup gazeteci arasında Büşra’nın da adı geçiyordu.  İstese yurt dışında dilediği yere gidebilirdi, pasaportunda hem Şengen hem ABD vizesi vardı. Ama o hiçbir yere gitmedi, sadece güvenlik endişesiyle Manisa’ya ailesinin yanına döndü. İstanbul’da yürütülüyordu soruşturma. Ertesi sabah gidip İzmir’de ifade verecekti. Ancak gecesinde gelip babasının evinden gözaltına aldılar. Kardeşinin telefonundan son kez konuştuk. Polis aracına binmek üzereydi. Ben ağladım, o yine meşhur hızlı konuşmasıyla bana evinde yapılan aramayı, yaşananlara anlam veremediğini falan anlattı. Sonra ellerinde kelepçelerle fotoğraları düştü telefonuma… Ali Bulaç, Ahmet Turan Alkan, Nazlı Ilıcak ve diğerleri… Oh olsun diyenler kendilerine sıra geleceğini bilmiyordu. Eleştiri namına tek bir cümleye bile hayat hakkının tanınmadığı bugünler 27 Temmuz’un o suskunluğunda mayalandı.

Aylar geçti, iddianame yazıldı. Örgüt üyeliğinden yargılanıyordu Büşra. İlk duruşmanın haftasında, yani tutuklanmasından 8 ay sonra… Hiç umudumuz yokken hem de…  Hakim 21 sanığın tahliyesine karar verdi.  İçeride olmalarının mantıkla izahı yoktu. Aslında inanılamayacak şey bunca zamandır yaşadığımızdı. Ama öylesine ters yüz günlerdi ki üzerimizden geçip gidenler, inanılamayacak şeyler en makul olanlar haline geliverdi. Yürek işte… Olmasını istediğine nasıl da kolay kanıveriyor. Sadece bir kaç dakika içerisinde çıkarıverdim Büşra’yı hemen dışarı… Hayalimde alıp götürdüm yeğeni Miray’cığının yanına… Saksılar, çeşit çeşit çiçekler, topraklar döktüm önüne… İzledim, nasıl da becerikliydi onları ekip sularken… Yine anlatıp durdu. Hiç hatırlayamayacağım onlarca çiçeğin adını, geçen yıl diktiklerini bu yıl ilk kez dikeceği başkalarını…

Sonra Büşra oldum. Yüreğim heyecandan ağzıma geldi. Mahkeme salonunda benimle birlikte serbest kalanlara baktım. 8 ayın yükünü titreyen bir nefesle attım içimden. Çıkamayacak olanlar parçaladı yüreğimi. Hemen gitsemdi, hemen toplasamdı her seferinde sayıyla verdikleri bir kaç parça eşyamı. Oda arkadaşımı, Nazlı Hanım’ı da teselli etmek lazımdı. Ölçülü sevinmeliydi, kırmamalıydı kadıncağızı… “Nazlı Hanım” dedim içimden, “bizim gençliğimizin sabrı bu kadarına yetti. Sizin olgun yüreğinizi bilir Rabbim, taşıyacak inanıyorum bundan sonrasını…” Sonra sevmişti ya elmalı salatamı, son kez yaptım; yedik birlikte… Uçarcasına çıktım… İçime sokarcasına sarıldım kardeşcağızıma… Bir eş bir evlat bıraktığı o yolu benim için her hafta bıkmadan aşıp gelen Dilber’ime… Yağmur vardı. Çektim içime gecenin karanlığında İstanbul’un havasını…

...

Ama işte gece… Ülkenin üzerine çöken o zifiri gece,  çekiverdi karanlığını yine bütün sevinçlerin üzerine… Mutluluktan uçtuğumuz günün akşamı kırıverdi kanatlarımızı… Tarrakası gün boyu uzaklardan, sosyal medyadan, duyulan fırtına koptu. Nasıl olurdu? Nasıl salınırdı “bunlar”? Hele hele de Büşra Erdal? O salınıyorsa Ahmet Şık niye tutukluydu? Yok, bu insaflısı… Cümlenin doğrusu, “Ahmet Şık tutukluysa Büşra Erdal niye salınıyordu?” Ve, Allah aşkına, bunu bir “gazeteci” yazıyordu. Mesleki dayanışmadan bir tek kendi mahallesini anlayanlar, özgürlük deyince bir tek kendi safındakilerin adlarını ananlar… Bir de hakkın hukukun her türlüsüne diş bilemiş gözü kör menfaat budalaları var. Tetikçiler, “küçük” hesapçılar var… Arsızca bağırdılar… Kimdi hakim? Acil hesabı görülsündü. Olamazdı. Ve olamadı da… Belki de şaşılacak şey çıkmalarıydı. Şaşırtmadı hukuk tanımazlar… Ailelerini gecenin ilerleyen saatlerine kadar cezaevi kapısında bekletip tahliye kararına itiraz, başka bir soruşturma diyerek 21 kişinin 21’ini de gerisin geriye cezaevine yolladılar. “Allah aşkına bir şey söyleyin, neler oluyor?” diye soran kadınların çaresizliği kaldı içimizde… Yalancı bahara aldanıp açıveren, aniden bastıran soğukla yaprak döken çiçeklere döndük… Döküldüler… Döküldük… Bunu istiyorlardı belli ki… İstediklerinin olmasıyla keyiflenenlerin, olanın hak mı zulüm mü olduğuyla zerre ilgilenmeyenlerindi devran nihayetinde…

Nerede başladığını unuttuğumuz bir kabusun içindeyiz şimdi her birimiz… Hangimiz daha çok üzgünüz bilmiyorum. Hangimiz daha yalnızız…. Hangimiz huzurlu, hangimiz tedirgin… Bilmiyorum hangimiz hangi durumu tercih ederdi? Hani olsaydı seçme şansımız… Bilmiyorum…

Bilemediklerimizi yaşadığımız, bilemediklerimize hazırlandığımız günler bu günler. Ne yapıyoruz?… Neredeyiz? Nasıl oldu bunca şey? Bilmiyorum…

Aklımda hep aynı kare…

Gözaltına alınmasından bir hafta kadar önce… Son ayrılışımız… Büşra’nın asansöre yönelişi… Sonra ‘Dur vedalaşmadık’ deyişim… Dönüşü… Sarılışımız… Bir kere daha ne zaman yaşayacağımızı bilemediğim bu kareyi defalarca çeviriyorum aklımda… Her seferinde daha sıkı sarılıyorum… Her seferinde daha çok ağlıyorum… Ahmet Kaya’nın hiç dinlemediğim şarkıları varmış… Bizi ne de çok anlatırmış… Dinledikçe şaşırıyorum…

“Zordur zorbalığı omuzlamak

Yokluğu

Acıyı omuzlamak

Gönül vermek ateş kusan kavgaya

Sonra dostun nice dost

Düşmanın nice düşman olduğunu görmek”

Kırgın mısın Büşra? Kırgınsındır elbet, kırılmaz mı insan? Kalbimiz iyice incelmiş birer cam gibi göğsümüzde, şefkatle dokunana bile tuz buz… Yüreğimde sızı Büşra… İçimde hasret Büşra… Hatıralarım Büşra… Dinleyemediğim şarkılar, yeniden tadamadığım lezzetler… Dostum, kardeşim, komşum Büşra… Yine Ahmet Kaya… Şu günlerde hep Ahmet Kaya…

“Biri hiç yoktan vurdu kafeste kuşumuzu!

Dedim ya, ciğerim yanıyor, yüreğim kanıyor

Olmasaydı sonumuz böyle…”

Zeliş Yıldıral / Kronos.news
09 Mayıs 2017 11:11
DİĞER HABERLER