'Kirlenmeden Yaşamak'

"Mü’min, ne dünyâyı kendisine dar edenlerden şikâyet eder, ne de başına gelen yağmur gibi yağan musibetler karşısında isyan eder. “Kahrın da hoş, lütfun da hoş!” der, başına gelen herşeye karşı Allah’a tevekkül ve teslimiyetle mukâbelede bulunur ve hizmetine devam eder."
Kirlenmeden Yaşamak
Mehmet Ali Şengül | samanyoluhaber.com

Kim bilir Cenâb-ı Hakk başta peygamberler ve evliyalar olmak üzere sâdık, vefâlı kullarını dünyaya küstürmek, kalplerini Allah’ın rızasına kilitlemek ve âhirette sağanak sağanak nimetlerle şereflendirmek için imtihanlara maruz bırakıyor olabilir.
    
Yüce Allah Âli İmran sûresi 154. âyette şöyle buyuruyor: 
“De ki: Siz evlerinizde dahi olsaydınız, haklarında ölüm takdir edilenler, mutlaka düşüp ölecekleri yerlere doğru çıkacaklardı. Allah, sizin içinizde olanı sınamak ve kalplerinizi her türlü vesvese ve kirden arındırıp pırıl pırıl yapmak içindir ki bunu başınıza getirdi. Allah sinelerin özünü dahi bilir.”
     
Ve yine 157. âyette:
“Eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, bilin ki, Allah tarafından mağfiret ve rahmet, insanların topladıkları bütün mallardan daha hayırlıdır.”

Allah’a îman etmenin, O’nun sonsuz lütuflarına tâlip olmanın yolu; bu dar, sıkıntılı, tahammülü zor imtihanlardan geçiyor.
     
Mü’min, ne dünyâyı kendisine dar edenlerden şikâyet eder, ne de başına gelen yağmur gibi yağan musibetler karşısında isyan eder. “Kahrın da hoş, lütfun da hoş!” der, başına gelen herşeye karşı Allah’a tevekkül ve teslimiyetle mukâbelede bulunur ve hizmetine devam eder.
     
Örneklerini Cenâb-ı Hakk Kur’an-ı Mûciz’ul Beyan’da model olarak göstermektedir:
      
Hz. Yusuf (as) henüz çocuk yaşta kardeşleri tarafından kuyuya atılıyor. Allah inâyet buyuruyor, kuyudan kurtuluyor. Bu defa köle olarak satılıyor, arkasından iftirâya maruz kalıyor, yıllarca zindanda kalıyor. Zindandaki insanları Hakk’a dâvet ederek orayı medrese, ilim ve irfan yuvası haline getiriyor. O iffeti ile yaşamış, Allah da onu günahtan korumuştur. Kuyular ve zindanlardan geçirerek O’nu (as) Mısır halkına bir ışık kaynağı yapmıştır, dünya ve âhiretlerini aydınlatmıştır.
     
Bir insan birçok dünya nîmetlerine mazhar olabilir. Mal, evlat, makam, şan ve şöhret sâhibi olabilir ama, bunların hiçbirisi iffeti, ismeti ve itibârı kadar değerli değildir. Kirlenmeden yaşama ve nâmusunu koruma, Allah’ın kuluna en büyük ihsan ve ikramıdır.
      
Bir mü’minin, dışarda günahlar, kirler içinde yaşamaktansa; Medrese-i Yusûfiye de  -aczinin, zaafının, fakrının farkında olarak- zikir, fikir, ilim, irfan ve ibâdetlerle, duâlarla meşgul olması, belki hakkında daha hayırlıdır.
      
Musibet istenmez, Allah’tan dâima âfiyet istenmeli ama, başa geldiği zamanda sabredip katlanmalı ve Allah’a güvenip tahammül edilmelidir.
      
Haram ve günahlar içinde yaşamak, nefis ve arzularımıza yenik düşüp şeytana esir olmaktansa; Hz. Yusuf (as) gibi Medrese-i Yusufiye’yi tercih etmek zorunda kalmamız daha hayırlıdır.
    
Sâlih amellerle desteklenip güçlendirilmeyen, tefekkürle derinleştirilmeyen îmanın, insanı günahlardan, haramlardan koruması oldukça zor olmaktadır. Bundan dolayı mü’min, her an Allah’ın gözetimi, kontrolü altında olduğuna inanarak hayatını kontrol altına almalı, derin bir muhâsebe şuuru ile yaşamalıdır. 
     
Mü’min, Allah’a isyan etmeden, günahlara dalmadan, ağır imtihanlara karşı sabredip Allah’a tevekkül etmeli ve teslim olmalıdır. Tabîki bu, kalbimizi Allah’ın rızâsına kilitlemeye  bağlıdır.
     
Yusuf sûresi 53. âyette Cenâb-ı Hakk;  “Nefis dâima fenâlığı ister, kötülüğe sevkeder...” buyuruyor. O’nun için mü’min, nefsine güvenip itimat etmemeli, dâima ihtiyatlı olmalıdır.
      
Peygamber Efendimiz (sav): “Yâ Hayyu yâ Kayyûm, birahmetike esteğîsü, eslihlî şe’nî küllehû ve lâtekilnî ilâ nefsî tarfete aynin - Ey her şeyi var eden hayat sahibi Hayy ve ey her şeyin varlık ve bekâsını kudret elinde tutan Kayyum, rahmetinin vüs’atine itimad ederek Sen’den merhamet dileniyorum; bütün ahvâlimi ıslah eyle, her türlü tavır ve hareketimi kulluk şuuruyla beze ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun, beni nefsimle başbaşa bırakma, sürekli kötülükleri emreden nefsimin acımasızlığına terketme!” (Nesâi) buyurur.
     
Nefsin hevâ ve heveslerinden, şeytanın tuzak ve oyunlarından kurtulmanın yolu, Allah’ın emir ve yasaklarına itâate, saygılı davranmaya bağlı olduğu kadar, nefis ve şeytanın tuzaklarına düşmemeye ve ağlarına da yakalanmamaya bağlıdır. Onun için nefis ve şeytana taviz verilmemeli, sabır ve tevekkül kanatlarıyla Mevlâ’yı hoşnut etmeye çalışılmalıdır.
     
Peygamber olmasına rağmen  Hz. Yusuf (as), nefsine itimat etmiyor, ihtiyatlı davranıyor. Yusuf sûresi 53. Âyette O’nun: “Doğrusu ben nefsimin masum olduğunu iddia etmiyorum. Çünkü Rabbimin merhamet edip, korudukları hariç nefis dâima fenâlığı ister, kötülüğe sevk eder. Şüphesiz Rabbim Ğafurdur, Rahimdir.” dediği anlatılmaktadır.
     
Efendimiz’in (sav) tavsiyelerine bakıldığında; “Tek kişinin günah işleme ihtimali yüksektir, iki kişinin de bir fenâlık üzerinde anlaşması mümkündür. Üç kişinin ise günaha ortak olması ihtimal hesaplarına göre oldukça düşüktür. Bu kişilerden her biri diğerinin gözünün, dilinin, el ve ayaklarının bekçisidir. Birisi günaha meyletse, öbürleri engel olurlar. (Bkz. Ebu Dâvud, Tirmizi)
     
Onun için insan kendini yalnızlığa terk etmemeli, cemaatten ayrılmamalı ve sohbet-i cânandan kopmamalıdır. O zaman Allah (cc) kulunu himâyesi altına alır.
      
Ehl-i îman olarak bizler, iffetli bir hayat için, harama girmeden meşrû dâire ile iktifâ etmeliyiz. Her an Allah’ın kontrolü altında olduğumuzu da unutmamalıyız! Her yönüyle örnek alabileceğimiz, Allah’ın en son gönderdiği Nebiler Sultanı Efendimiz’i (sav), Sahabe-i kiram efendilerimiz’i (r.anhüm), selef-i Sâlihin’i rehber edinmeliyiz ve harama, günaha giden yolları kapamalıyız.
      
Mü’min tahripçi değil, tamircidir. Tahripkâr, amansız ve acımasız hâdiselere karşı bile iman gözlüğüyle bakar ve kader planına göre değerlendirir.
      
Mü’minin canlılığı; îmanının derinliğine, “emr-i bi’lmaruf, nehy-i ani’l-münker” şuurunun gücüne, kalp inceliği ve yumuşaklığına, nazarların âhirete dönük, hesapların tezekkür  ve tefekkürüne bağlıdır.
    
Bugün insanlık âleminin, Kur’ân’ın muhtevâsını ve ahlâkını ihlâsla yaşayan, temsil eden, bakıldığı zaman Allah ve Rasûlullâh’ı, âhireti hatırlatan insana,yani “İnsan-ı Kâmil’e” ihtiyacı vardır.
     
Toplumun ıslahı ve dirilişi, fertlerin tek tek ele alınmasına; akıl, kalb ve ruhuyla beraber yetiştirilmelerine; husûsiyle de yavruların şuuraltı müktesebat döneminin çok iyi değerlendirilmesine bağlıdır.
      
Toplumu sevk ve idâre edenlerin, bilhassa rehberlerin; şefkat, merhamet ve mülâyemetle, tatlı dil ve güler yüzle insanlara muâmele de bulunmaları, zorlandıkları anlarda bile sabırla, metânetle davranmaları ve ahlâk-ı âliye-yi İslâmiye’nin emri olarak buna katlanmaları gerekmektedir.
     
Bütün peygamberlerin ortak husûsiyetleri olan “dâvâ”nın dert ve ıztırabına vâris bulunan mü’minler de, aynı kaderi paylaşmak zorundadırlar.
     
Mü’minler, dert ve ıztırapların bir hançer gibi kalbine saplandığında bile dengeli olmaları ve hissî hareketlerden uzak bulunmaları, başı acı, sonu tatlı olan sabırla, neticede Allah’ın vereceği hükmü beklemeleri gerekmektedir.

29 Nisan 2020 12:01
DİĞER HABERLER