Hitler’in propaganda bakanı Joseph Goebbels’in “bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar” sözünün ne kadar doğru olduğunu son 5 yılda yaşayarak gördük.
KORKAK VE YALANCI BİR YAYIN YÖNETMENİ
Hitler’in propaganda bakanı Joseph Goebbels’in “bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar” sözünün ne kadar doğru olduğunu son 5 yılda yaşayarak gördük. Havuz medyası bunu o kadar pervasızca yaptı ki bir süre sonra uydurdukları yalanlara AKP’nin kendi tabanı bile inanmaz oldu. AKP’nin Doğan Medyası’nın üzerine çullanması işte bu yüzdendi. Hürriyet’e yazdırırlarsa kendi gazetelerinden daha fazla inandırıcılığı olacağına inanıyorlardı. Damat Mehmet Ali Yalçındağ üzerinden bunu bir ölçüde başarmış oldular.
20 yıl boyunca kendi tabiriyle “gazetecilik değil jonglörlük” yaparak Hürriyet’i yöneten Ertuğrul Özkök, bir yandan “yaşam tarzıma dokunmayan yılan bin yaşasın” havasında bir yandan da sırtını dayadığı kesimler adına nokta atışlarını yapmaya devam ediyor. Dünkü yazısında 2008 yılına ait bir iftar davetinde çekilmiş bir fotoğraftan yola çıkarak cemaate doğru Saray’ı mutlu edecek atışlar yapıyor.
Buyurun okuyalım…
Kimleri görüyoruz bu fotoğrafta?
– Ergenekon, Odatv, Balyoz kumpasını kuran polisler…
– Onların imal ettiği sahte delilleri, uydurma belgeleri iddianame haline getiren savcılar…
– O savcıların yazdığı kumpas iddianamelerini noktasına virgülüne dokunmadan kabul eden, insanları tutuklayan, yıllarca hapiste süründüren hâkimler…
Kimlerdir bu geminin güvertesindekiler, bir kere daha, bir kere daha yazayım…
80 yaşındaki İlhan Abi’yi…
Hastalığının terminal safhasındaki Türkan Hocamızı sabahın köründe evinden alıp götüren, zindanlara tıkan…
Ali Yarbayımı ölüme sürükleyen… Kuddusi Okkır’ın hasta bedenini çiğneyen…
Onlardır işte…
Onlardan kastettiği, fotoğrafta yer alan 15 kişiden 7 kişi. Cemaate yakın olduğunu iddia ettiği bu 7 kişi için Ergenekon soruşturmaları sürecinde “Görevi kötüye kullanma”, “Görevi ihmal”, “Hürriyeti Tahdit”, “Resmi belgede sahtecilik”, “Suç delillerini yok etme, gizleme veya değiştirme”, “Bilişim sistemini engelleme, bozma, verileri yok etme veya değiştirme” suçlarından 406 yıl hapse kadar giden cezalar istenmiş.
Ve ilave ediyor: “… bu ülkenin evlatlarını cezaevlerinde süründüren, ailelerini darmadağın eden, intiharlara sürükleyen ekibin ağababalarıdır bu pozu verenler.”
***
Yazıyı okuyunca fotoğraftaki 15 kişinin tamamının Gülen cemaatine mensup olduğu ve hep birlikte birilerine kumpas kurdukları algısı oluşuyor. 15 Temmuz’dan sonra meslekten ihraç edilen ve büyük bir kısmı halen tutuklu 4 binden fazla yargı mensubu olduğunu göz önüne alırsak bu 15 kişinin tamamının bugün cezaevinde olması gerekir değil mi? Öyle değil işte!
Önce fotoğraftaki isimlerden başlayalım.
Fotoğrafta en sağda gözlüklü kişi halihazırda Bakırköy 11. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı olan Bülent Akasma.
Onun iki yanındaki hanımefendi İstinaf Mahkemesi Hakimi Selda Kutluata.
Onun yanındaki yere doğru bakan kır saçlı, Hidayet Karaca’nın yargılandığı İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi hakimliğinden, İstinaf Mahkemesi başkanlığına tayin edilen Ahmet Civelek.
Onun yanının yanındaki beyaz gömlekli önüne bakan şahıs, Bakırköy Hakimi Nejat Ede.
Nejat Ede’nin yanındaki güneş gözlüklü kişi, dönemin Poyrazköy davasının savcısı Ahmet Nuri Saraç. Savcı Saraç’ın çok sayıda askerle ilgili tutuklamaların altında imzası olduğu söyleniyor. Özel yetkili mahkemeler kapanıncaya kadar İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesinin duruşma savcılığını yapan Saraç, Poyrazköy ve Yarbay Ali Tatar’ın tutuklandığı Teğmenler davalarına baktı. Yargılamalar sırasında bütün mütalaaları veren, bu mütalaalarıyla askerleri 4 yıl cezaevinde yatıran Saraç, halen İstanbul Cumhuriyet Savcılığı görevine devam ediyor.
Görünen o ki 406 yıl hapis cezası istenen yargı mensupları yaptıkları işe göre değil, aidiyetine göre cezalandırılmış. Yoksa fotoğrafa giren herkesin aynı suçlamayla karşı karşıya kalması gerekiyordu.
***
Peki 406 yıl hapis cezası gerektiren ne yapmış bu hakim ve savcılar?
1) 80 yaşındaki İlhan Selçuk’u gözaltına almışlar.
2) Kanser hastalığıyla boğuşan Türkan Saylan’ı sabahın köründe evinden alıp zindanlara tıkmışlar.
3) Ali Tatar Yarbayımı ölüme sürükleyen…
4) Kuddusi Okkır’ın hasta bedenini çiğneyen…
Birinciden başlayalım: İlhan Selçuk
21 Mart sabahı evinden alınıp emniyette 9 saat, savcılıkta da 4,5 saat sorgulanan İlhan Selçuk 1 gün sonra serbest bırakılmış. Serbest kaldıktan sonra Hürriyet’e konuşan Selçuk, kendisini gözaltına alan polislerden bahsederken iyi şeyler anlatıyordu: “Gözaltındayken yanımdaki polisler ‘Size abi dersek kızar mısınız’ diye sorduklarında güldüm. Merdivenlerden inerken koluma giren polis memuruna ‘Kaçacak halim yok’ deyince, ‘Yok abi bir şey olmasın diye koluna giriyorum’ dedi. Evet böylece de epeyce yaşlandığımı anladım.”
Sadece birilerinin annesi, babası veya kayınvalidesi olduğu için 80 yaşında hasta yatağında gözaltına alınarak ellerine kelepçe vurulan ve ardından tutuklanan yaşlıları hatırlatmaya gerek var mı bilmem. Ertuğrul Özkök bunları görmüş müdür?
Türkan Saylan hiç gözaltına alınmadı
Özkök’e göre Türkan hoca sabahın köründe evinden alıp zindanlara tıkılmış. Bunun doğru olmadığını bilmeyecek kadar hafızasının köreldiğini düşünmüyorum. Zira o sıralar kendi yönettiği gazetede Türkan Saylan hakkında gözaltı kararının olmadığı sadece evinin arandığı bilgisi haber olmuş. Özkök bilerek yalan söylüyor.
Ali Tatar’ın intiharı
Deniz Yarbay Ali Tatar, Poyrazköy’ de mülkiyeti Bedrettin Dalan’a ait ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Özel Birlikleri’nin eğitim için kullandığı sahada gömülü olarak bulunan mühimmat ile ilgili yapılan soruşturma kapsamında 07 Aralık 2009 tarihinde tutuklanmış. 10 gün tutuklu kaldıktan sonra yapılan itiraz üzerine serbest bırakılmış. Savcının itirazı üzerine hakkında tekrar yakalama kararı çıkarılınca Beylerbeyi’nde kaldığı askeri lojmanda tabancayla intihar etmişti. Bir yarbayın hakkındaki soruşturmanın ağırlığına dayanamayarak intihar etmesi elbette üzücü. Savcının ısrarla tutuklatmak istemesinin bir anlamı var mıydı, sorgulamak gerekir. Ancak ortada kötü muamele ya da işkence yoktu.
15 Temmuz’dan sonra bırakın intiharı cezaevlerinde intihar süsü verilerek canına kıyılan 65 kişi hakkında tek satır haber yapmayan Hürriyet ve Ertuğrul Özkök’ün konuşmaya hakkı var mı?
Ya da gözaltında ağır işkenceye maruz kalan Bilgisayar Mühendisi Mustafa Zümre’nin, adli kontrolle serbest bırakıldıktan sonra tekrar yakalama kararı çıkınca çocuklarının gözü önünde Meriç nehrine atlayıp boğulmasının hesabını da sorar mı Özkök?
Kuddusi Okkır’ın ölümü
Kuddusi Okkır olayını en son Ahmet Hakan’ın “eline kan bulaştı Ahmet Altan” yazısından sonra Ahmet Altan’ın “Kuddusi Okkır ve yalanlar” yazısıyla muhatabını evire çevire benzetmesiyle hatırladık.
20 Haziran 2007 tarihinde Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanarak cezaevine konulan Kuddusi Okkır’a 10 Mayıs 2008’de akciğer kanseri teşhisi konmuş, teşhisten 50 gün sonra, 1 Temmuz 2008 tarihinde serbest bırakıldıktan 5 gün sonra da hayatını kaybetmiş.
Cezaevindeki birçok sanık sağlık durumlarını gerekçe göstererek tahliye talebinde bulunur. Bu şekildeki tahliye taleplerine karşı her hakim bu mazeretin doğru olup olmadığını araştırır ve daha sağlam bir kanaat için Adli Tıp Raporu aldırtır. Nitekim o günlerde de Kuddusi Okkır’ın bu yöndeki talebi değerlendirilmiş, müdafilerinin beyanlarına itibar edilerek Adli Tıp Kurumundan durumunu gösterir rapor alındıktan hemen sonra tahliye edilmiş.
Şimdi bir daha soralım:
Kuddusi Okkır’a kanser teşhisi konulduktan 50 gün sonra tahliye eden adalet kötü, 2 yıldır kanser tedavisi gördüğü halde 19 Temmuz 2016 tarihinde tutuklanan eski Ankara Başsavcısı İbrahim Ethem Kuriş’i 10 ay boyunca cezaevinde tutan adalet iyi öyle mi? Şimdiki ‘adalete’ ya da ‘ağababalarına’ diyeceğiniz bir çift laf yok mu?
Mehmet Yıldı/tr724