Samanyoluhaber.com yazarlarından Cuma Karaman, her zaman tartışma konusu olan 'Kürt meselesi' üzerine yazdı.
Son yarım asırda Kürt kimliği üzerinde birçok manipülasyon, ideolojik ve örgütsel dayatma ile asimilasyon ve inkâr politikası zirveye ulaşmış durumda. Bu süreçte, Kürt kimliği hem ulusal hem de uluslararası düzeyde siyasi ve ideolojik çatışmaların merkezine yerleştirilmiştir.
Bir asırdan daha uzun bir süre önce Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat adlı eserinde “Ey Türkler ve Kürtler” diyerek bu iki milletin birlik ve beraberlik içinde hareket etmesini istemiştir. Bu çağrının, aradan geçen onca zamana rağmen güncelliğini koruması dikkat çekicidir. Aynı şekilde, 1911 yılında Şam Emevi Camii’nde verdiği hutbede Araplara, Türklere ve Kürtlere hitap ederek, İslam dünyasının geleceğiyle ilgili önemli tespitlerde bulunmuştur. Bu tespitler, günümüzde yaşanan olayları anlamlandırmada önemli bir rehber niteliğindedir.
Kürt kimliği, tarih boyunca hem bölgesel hem de uluslararası siyasetin önemli bir konusu olmuştur. Ancak zamanla bu kimlik, siyasi ve ideolojik çatışmaların merkezine çekilerek dar bir çerçevede ele alınmıştır. Bu yazıda, ideolojik Kürtçülüğün Kürt kimliği üzerindeki etkileri, Kürtlerin “millet olma” bilinci ve ümmet ruhu bağlamındaki tarihî misyonu ele alınacaktır. Ayrıca, Türkiye özelinde toplumsal barışa yönelik tehditlerin kaynağı olarak yanlış algıların nasıl şekillendiği değerlendirilecektir.
İdeolojik Kürtçülük ve Kürt Kimliği
İdeolojik Kürtçülük, Kürt kimliğinin doğal gelişim sürecini kesintiye uğratan ve onu dar bir ideolojik kalıba hapseden bir harekettir. Kürtlerin binlerce yıllık tarihî ve kültürel birikimi, bu tür bir ideolojik çerçeveye sığmayacak kadar zengindir. Ancak, ideolojik Kürtçülük, etnik kimliği merkezileştirerek Kürtlerin dinî, kültürel ve toplumsal yönlerini arka plana itmiştir. Maalesef bu durum aynı zamanda ulusçuluk olarak Türk kimliği içinde geçerlidir.
Bu süreçte, en önemli etkenlerden biri, Kemalizm’in sekülerizminin Kürtler üzerinde bir baskı aracı olarak kullanılmasıdır. Özellikle, Cumhuriyet’in ilk yıllarında uygulanan asimilasyon politikaları, Kürtlerin dinî ve kültürel kimliğini bastırmayı hedeflemiştir. Bu dönemde, Kürt kimliği yalnızca bir etnik unsur olarak tanımlanmış, ümmet bilinci göz ardı edilmiştir. Bu yaklaşım, Kürtlerin İslamî kimliklerini ikinci plana itmeye zorlamıştır. Bu politikaların bir sonucu olarak, Kürtlerin önemli bir kesimi ya radikal bir sekülerleşme sürecine kapılmış ya da örgütsel yapılara yönelmiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta vardır: Kürtlerin tarihî misyonu, yalnızca etnik bir topluluk olma ekseninde değil, ümmetin bir parçası olarak bölgesel dengeyi sağlayan bir millet olmalarıyla ilgilidir. Tarih boyunca, Kürtlerin ümmet bilinciyle hareket ettikleri ve İslam medeniyetine büyük katkılar sundukları bilinmektedir. Bu nedenle, Kürtlerin “millet” olma bilinci, yalnızca etnik kimliklerine değil; ümmet şuuruna da dayanmaktadır. Ancak, örgütsel yapılara katılım ve ideolojik Kürtçülüğe teslim olma, Kürtleri bu tarihî misyondan uzaklaştırarak, bölgesel aktörlerin politik müdahalelerine açık hale getirmiştir.
Kürtlerin Vahdeti: Ümmet Ruhu ve Tarihî Misyon
Kürtlerin tarihî vahdeti, ümmet bilinciyle sıkı sıkıya ilişkilidir. Bu bilinç, yalnızca “millet olma” iddiasıyla değil; ümmetin bir parçası olma şuuruyla şekillenmiştir. Kürt tarihine bakıldığında, İslam medeniyetinin birçok önemli aşamasında Kürtlerin aktif bir rol oynadığı görülmektedir. Bunun en önemli örneği, Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü fethetmesidir. Selahaddin Eyyubi, ümmet bilinciyle hareket eden bir Kürt lider olarak, Müslüman dünyasında tarihî bir zafere imza atmıştır. Bu örnek, Kürtlerin tarihte yalnızca bir etnik topluluk değil, aynı zamanda ümmetin liderliğine soyunan bir millet olduğunu da ortaya koymaktadır.
Günümüzde ise bu ümmet ruhunun yerini, örgütsel yapılar ve ideolojik Kürtçülük almıştır. Oysa Kürtlerin ümmete liderlik etme potansiyeli, tarihî tecrübeleri ve stratejik konumları nedeniyle hâlâ mümkündür. Ancak ne yazık ki, aşiret ve örgütsel yapılar, bu potansiyelin hayata geçirilmesini engellemektedir. Bu durum, Kürtleri kendi tarihî misyonlarından uzaklaştırarak, bölgesel bir güç olma imkanını ellerinden almaktadır.
Türkiye’de Tehdit Algısı: Kürtler mi, Cihadist Hizip ve Gruplar mı?
Türkiye’de Kürt meselesi, zaman zaman “güvenlik sorunu” çerçevesinde ele alınmaktadır. Ancak bu yaklaşım önemli bir kavramsal hata içermektedir. Türkiye için asıl tehdit, Kürtler değil; cihadist hizip ve gruplardır. Bu gruplar, mezhepleri farklı olabilse de, toplumsal huzur ve güvenliği tehdit eden ortak bir yapıya sahiptir.
Kürtler, tarih boyunca barışçıl, diyaloga açık ve medeni bir millet olarak tanınmıştır. Bu özellikleriyle, yalnızca Türkiye değil; bölgedeki diğer ülkeler için de barış ve denge unsuru olmuşlardır. Ancak, Kürtlerin aşiret ve örgütsel yapılar içinde hapsedilmesi, bu barışçıl yapıyı zedelemektedir. Bu durum, Kürtleri dışlanmış bir topluluk gibi göstermekte ve toplumsal barışı tehdit etmektedir. Oysa Kürtlerin ümmet perspektifinden hareketle daha geniş bir toplumsal mutabakata katkı sunma potansiyelleri vardır.
Sonuç
İdeolojik Kürtçülük, Kürt kimliğini dar bir ideolojik çerçeveye sıkıştıran ve “millet olma” ruhunu zedeleyen bir yaklaşımdır. Oysa Kürtlerin tarihî misyonu, yalnızca etnik kimliklerine değil; ümmet bilincine de dayanmaktadır. Selahaddin Eyyubi’nin ümmet liderliği, Kürtlerin bu misyona olan yatkınlığını göstermektedir. Ancak, örgütsel yapılar ve ideolojik Kürtçülük, Kürtleri bu misyondan uzaklaştırarak bölgesel aktörlerin politik müdahalelerine açık hale getirmektedir.
Bu süreçte, Türkiye’deki yanlış tehdit algısının da düzeltilmesi gerekmektedir. Türkiye’yi tehdit eden asıl unsur, Kürtler değil; mezhebi farklılık gözetmeksizin, toplumsal huzur ve barışı tehdit eden cihadist hizip ve gruplardır. Kürtleri bir “tehdit” olarak göstermek, gerçek tehditlerin göz ardı edilmesine neden olur. Bu yanlış algının düzeltilmesi, yalnızca Türkiye’nin değil, bölgenin de toplumsal barışı açısından son derece önemlidir.
Sonuç olarak, Kürtlerin gelecek tasavvuru, yalnızca etnik kimliklerine değil; ümmet bilincine, tarihî misyonlarına ve toplumsal barışa katkı sunma ideallerine dayanmalıdır. Bu anlayış, Kürtlerin tarihî kökleriyle uyumlu olduğu gibi, bölgesel barış ve istikrara da büyük katkı sunacaktır. Etnik kimlikle sınırlı bir yaklaşım, Kürtleri bölgesel politikalarda bir araç haline getirirken; ümmet bilinci ve “millet olma” ruhu, Kürtleri tarihî misyonlarına ve bölgesel aktör olma konumuna yeniden kavuşturabilir. Bu nedenle, Kürtleri inkar etmek ve düşman görmekle bölgede ne barış ne de istikrar sağlanabilir.