Alper Görmüş Serbestiyet.com’daki köşesinde, yazılarından dolayı 3 müebbetle yargılanan Ahmet Turan Alkan’a yer verdi. Alkan’ın kendisi için ‘anlamlı’ olmasa bile başkaları için öyle olan talepleri de samimiyetle önemseyip savunduğunu anlatan Görmüş, “O nadir insanlardan biriydi; bu özelliğiyle bir kutuplaşma panzehiriydi fakat artık yazamıyor. Onun gibi birini darbecilikle itham edip ısrarla hapiste tutmak, kutuplaşmadan fayda ummaktan başka bir anlama gelmez.” dedi.
“Dertleri ve kederleri ortak olanların ortak sıfatı ‘hemderd’, bence Türkçenin en şairane kelimelerinden biri…
Bir acıya tek başına katlanmakla, o acıyı başkalarının da paylaştığı bilgisiyle katlanmak arasında çok büyük bir fark vardır; ikincisi çok daha kolaydır…
Yani ‘hemderd’ olma hâli, acıları ve manevi yaraları katlanılabilir kılma yönüyle acılı ve yaralı insanlar için gerçek bir ilaç… Bunu anlamak için, mesela sadece kendimizin ya da ailemizin etkilendiği bir felaketin açtığı manevi yaralarla baş etmekle, bizimle aynı anda binlerce insanın etkilendiği bir felaketin manevi yaralarıyla baş etmek arasında bir karşılaştırma yapmak yeter; ikinciyle baş etmek, hiç şüphesiz çok daha kolay.
Yani acının kapladığı alan misliyle büyüyor fakat tek tek bireylerin acısı seyreliyor; yaman bir çelişki, fakat gerçek.
Büyük deprem sonrasındaki atmosfer
Ne zaman bu tuhaf çelişki üzerine düşünsem, aklıma 17 Ağustos 1999 büyük depreminden sonraki toplumsal atmosfer gelir.
Depremden bir hafta kadar sonra bir Gölcük gecesinde psikolog Yankı Yazgan’ın katılımıyla gerçekleştirilen ‘sohbet-terapi’yi hiç unutmuyorum… Sohbet televizyondan canlı yayınlanıyordu, Yazgan ortada oturuyor ve etrafını almış depremzedelerle dertleşiyordu. Konuşmasını tümüyle hemderdlik üzerine kurmuştu ve ben ilk kez o zaman, aynı derdi paylaşmanın insanları nasıl yumuşatıp yekdiğerine yaklaştırdığını bu kadar somut bir biçimde tecrübe etmiştim.
Televizyonlar sayesinde deprem bölgesinin dışındakilere de geçen bu duyguya bakıp da, o andan itibaren Türkiye’nin bir daha deprem öncesindeki toplumsal gerilimlerine dönmeyeceğine dair bir ümit peydahlamak dahi mümkündü…
Sadece kendi derdinin ve tatmininin peşinde…
Fakat öyle ümit edenlerin ümitleri gerçekleşmedi… Çünkü o gerilimler kendi derdinin önemli ve anlamlı; başkasının derdinin önemsiz ve anlamsız olduğuna inanmaktan kaynaklanıyordu…
Neticede, o Gölcük gecesinden bütün ülkeye yayılan hemderd olma hâli çok kısa bir zamanda sona erdi. Herkes ve her grup yeniden kendi yaşam biçiminin doğru, öbürünün yanlış; kendi manevi ihtiyaçlarının anlamlı, öbürünün manevi ihtiyaçlarının anlamsız olduğunu düşünmeye başladı…
Yine herkes ve her grup, sanki başkasının dertlerini giderecek adımlar atıldığında kendi dertleri artacakmış gibi davranmaya başladı ve o adımlara karşı çıkmayı kendine hak bildi.
Oysa herkes ve her grup benzer dertlerle malûldü; düşüncelerine ve inançlarına kendileri gibi düşünmeyenlerin, kendileri gibi inanmayanların saygı göstermediğinden yakınıyor, ‘özgürce’ yaşamak istediklerini beyan ediyorlardı.
Fakat trajik olan şuydu ki, onlar hemderd olduklarının farkında değillerdi; tam tersine her biri yekdiğerini kendi derdinin kaynağı olarak görüyordu, ki bu da doğruydu: Kim ülkeyi yönetme ehliyeti alıyorsa eline bir sopa alıp öbürünün haklarını gasp etmeye başlıyor, o nedenle de birbirlerine yaklaşacak yerde sürekli olarak birbirlerinden uzaklaşıyorlardı.
Nadir bağlantı kayışlarından biriydi
Kutuplaşmış bir toplumsal atmosferde, bireylerin sadece kendi gruplarının hak ve özgürlüklerini ‘anlamlı’ bulup savunmaları, buna karşılık başkalarının kendisi için ‘anlamlı’ olmayan hak ve özgürlüklerini savunmak bir yana onları boğmak için mücadeleye girişmeleri kutuplaşmayı artırmaktan başka bir işe yaramaz.
Oysa iktidarların hiçbir toplumsal grubun özgürlüğüne müdahale edememesinin, yani özgür bir toplumun sigortası, kendi özgürlükleri konusunda hassas olanların, başkalarının özgürlükleri konusunda da hassas olabilmeleridir.
Biz, ne yazık ki bu sigortadan çok da nasipli bir toplum değiliz. Yine de toplumumuzda ‘sigorta’ işlevi gören, kutuplar arasında bağlantı kayışı rolü oynayan insanlar yok değil ve ben bu insanlar üzerine düşünmeye başladığımda aklıma ilk gelen isimlerden biri Ahmet Turan Alkan.
Emek sineması ayrışması ve Ahmet Turan Alkan
2013’te, Emek sineması’nın yıkılması tartışmalarında Ahmet Turan Alkan’ın aldığı tavır, onun, toplumda çatışan kesimler ve politik güçler karşısındaki hak ve vicdan odaklı yaklaşımını mükemmel bir biçimde gösteren bir örnek olarak zihnime kazındı.
O yazıyı ve bütün yazdıklarını, A. T. Alkan’ı toplumu bölüp parçalayacak, belki de bir iç savaşa sürükleyecek habis bir eylemin, bir darbenin yancısı olmakla suçlayan iddianameyle birlikte okuyunca, o iddianamenin fantastik karakteri daha iyi anlaşılıyor.
2014 baharında, Emek sineması tartışmalarıyla ilgili olarak kaleme aldığım bir yazıda Alkan’ın Emek Sineması Hakkında Nutuk başlıklı makalesinin bir özetini yayımlamış, o özeti sunarken de şöyle demiştim:
“Sadece kendi tatminini meşru gören bireylerden, gruplardan ve kimliklerden oluşmuş bir toplum cendereye sıkışmış bir toplumdur. Böyle bir toplumun cendereden çıkma sürecini ancak, kendisine ‘anlamlı’ gelmese de başkalarının tatminini de samimiyetle savunan ve önemseyen birilerinin cesaretle ortaya çıkması başlatabilir. Şimdi size, ne demek istediğimi mükemmelen anlatan bir yazının özetini takdim edeceğim…”
Böyle demiş, ve yazıdan aşağıdaki özeti aktarmıştım:
Emek sineması hakkında nutuk
Emek Sineması yıkılmamalıdır! Peki, ne yapılmalıdır? Bina, hukukî açıdan yeni mâliklerinin mülkiyetinde. Âmiyâne tâbirle “elin malı” hükmündeki bir bina hakkında bir kısım sanatseverimiz şaşırtıcı, hatta tuhaf bir hassasiyet gösteriyorsa, nasıl bir çözüm bulunabilir bu meseleye?
Basit! “Her şey hukuk değildir. ‘Bina satılmış, davayı kazanmışlar, önlerinde bir engel yok’ yargısı büyük şehirler için geçerli bir gerekçe değildir. Hiç şüphesiz bunu önlemek Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yetkisini aşar, ancak başka çözümler de vardır! Hükümet ya da belediye burayı kamulaştırabilir, kamulaştırmalıdır da! Daha insaflı bir çözüm teklif edelim; devlet bu binayı satın alabilir ve İstanbul halkına armağan edebilir. Sinema yerinde kalması şartıyla, kültür amaçlı başka mimarî çalışmalar yapılabilir. İstanbul’da rant uğruna o kadar çok tarihî bina yıkıldı ki, bari elimizde kalanların yıkılmaması için mücadele verelim.”
Bunu ben söylemiyorum efendiler, kültür dünyasının duayeni Doğan Hızlan söylüyor. Aynen iştirak ediyorum.
(…)
Sana ne üstad, senin için hiçbir mânâ ifade etmeyen, ömründe bir kere bile görmediğin, farkında bile olmadan belki birkaç kere önünden geçip gittiğin bir ticarî binâ için niçin kendini helâk ediyorsun, diye somurtabilecek bazı zevât için sebebini izah ediyorum.
Basit! Kudsî mekânlara saygı göstermek insanlığın icâbıdır da ondan.
Emek Sineması farzımuhâl benim için yaşlı bir ticarî binadır fakat onu sevenler açısından ne mânâ ifade ettiğini tayin hakkını kendimde görmem.
Anadolu’da dalına çaput bağlanan, adak dilenen, hattâ niyaza durulan ağaçlar vardır; böyle şeyler bâtıl itikaddır diye burun kıvırıp geçebilirsiniz, ancak “Hiayyt, hurafe ile mücadele ediyorum bre!” diyerek baltayı kapıp girişemezsiniz gövdesine gövdesine. Neyse odur! İnanmak zorunda değilsiniz fakat hürmet göstereceksiniz.
(…)
İnsanların itikadlarını rencîde etmemek lâzımdır efendiler. Entelektüellerin de kendine göre inançları, mübârek günleri, hac mekânları, âyin ve ibâdet ritüelleri, azizleri, “Credo”ları vardır; “Bizim bildiğimize uymuyor!” diye yok sayamazsınız.” (Zaman, 11 Nisan 2014).
“Ne Erdoğan’a ne Gülen’e angajmanım yoktur”
Tutukluluk süresi 500 günü aşan Ahmet Turan Alkan geçtiğimiz hafta mahkemede yaptığı savunmada “Ne Erdoğan’a ne Gülen’e angajmanım yoktur” demişti.
Hemen hemen yazdığı bütün yazıları okumuş biri olarak, bu sözün çıplak bir gerçeğin ifadesi olduğu hususunda en küçük bir şüphem bile yok. Bu ülke, bu devlet, Ahmet Turan Alkan gibi birine şu savunmayı yaptırmamalıydı:
“Bir insanın ömründen cebren gaspedilen 500 gün asla hafife alınamaz. Siz benden çok daha iyi farkındasınız. Bu dava hukukta tarif edilen bir cümrün eseri olarak açılmadı. Bu dava bir intikam hırsının, bir siyasi hıncın eseri. Bu kadar hafif ve ciddiye alınamayacak ithamlarla sıradan bir insanın hayatından 500 gün çalmak bu kadar kolay mı? Cevap veriyorum; evet, hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nde bu iş bu kadar kolay. Benim hayatımla, şerefimle, meslekî onurumla oynamak bu kadar ucuz mu? Evet, burada öyle.”
Ahmet Turan Alkan bir kutuplaşma panzehiriydi fakat artık yazamıyor. Onun gibi birini darbecilikle itham edip ısrarla hapiste tutmak, kutuplaşmadan fayda ummaktan başka bir anlama gelmez.