NUMAN YILMAZ YİĞİT
Bayram sevinç ve neşe günüdür. Ramazanı değerlendirmenin, rahmeti hissetmenin, affa nail olma ümidinin sürur ve sevinci vardır bayramlarda. Bir de arada geçen olumsuz her şeyi unutup başta anne-baba, akraba dost ve arkadaş çevresi ile sarmaş dolaş olup, yakın, uzak herkesle birlik beraberlik, sıla-i rahimin pekiştirilme mutluluğu, saadeti vardır. Bayramlarda hatıralarda tazelenir. Her Ramazan bayramı geldiğinde ben de de küçük bir çocukluk hatırası canlanır. Bu hatıra rahmetli babamla ilgili biraz. Fakat bu vesile ile başka bir hususa intikal etmeyi düşünüyorum.
Babam küçük yaşlarda anne babasını kaybetmiş, yetim ve öksüz olarak büyümüştü. Askere gidinceye kadar köyde imkanları iyi olan insanların hayvanlarını gütmüş, anasız babasız çok sıkıntılar çekmişti. Askerden döndükten sonra da tabiri caizse kendi tırnakları ile kazıya kazıya hayata tutunmuş işçi maaşı ile beş çocuğa bakmaya çalışan, ortalama bir Anadolu Müslümanı idi. Takriben 1975’li yıllar, o yıllarda ben onbir-oniki yaşlarında babam da kırk beş-ellili yaşlarında idi. Türkiye’de teknolojik araç gereçler henüz o kadar yaygın değildi. Buzdolabı, çamaşır makinası, televizyon, teyp gibi ürünler kasaba ve köyler için lüks tüketim ürünleri kategorisinde sayılırdı. Her eve normal hatlı telefon bağlanmasının bile 1990’lı yıllarda Rahmetli Özal döneminde gerçekleştiğini düşünülecek olursa, yetmiş beşli yıllar için bu türden ürünler oldukça lüks sayılırdı. Rahmetli babamın teknolojiye ve yeni çıkan ürünlere merakı vardı. Hatta hatırlıyorum onca ekonomik sıkıntısına rağmen bir gün kendisi ile beraber bir arkadaşına gittik ve ondan o zamanlar yeni yeni piyasalara çıkan bir teyp satın aldık. Teyp kocaman makaralı bir bantla çalışıyordu. O dönemlerde kasetçalar teypler henüz çıkmamıştı. Babam o teybi almayı kafasına koymuş ki gittik ve aldık. Babam o teybin nasıl çalıştığını anlamak için söker takar onu halden hale sokar inceler bazen de bu icat karşısında şaşkınlığını gizleyemez “vay canına nasıl yapmışlar bunu” derdi. Belli bir dönem babam o makaralı teypte Anadolu türküleri bilhassa oyun havaları kaydetmiş, onlar çalardı uzun uzun.
Genellikle bizim yöredeki düğünlerde geceleri köy meydanında ateş yakılır, erkekler geniş halka oluşturur, davul zurna eşliğinde ağır vakur bir şekilde döne döne ateşin etrafında oynarlardı. Babam bu düğünlerde çalan davul zurna havasını teyp mikrofonu ile kaydeder, sonra da ara ara onları evde dinlerdi. Düğün meydanında onun davul zurna kaydı yaptığını bilen muzip gençler de gelerek kasti olarak -yani kaydı bozmak için- var güçleri ile ‘Osman amca, Osman amca nasılsııın!’ diye bağırır ve kaçarlardı. Babam da onların bu yaptıklarına kızar ‘Gidin len!’ diye bağırırdı. Daha sonraki zamanlarda biz, bu davul zurna eşliğindeki bağrışma ve kovuşları dinler, gülerdik.
İHL orta ikide okuyordum, tahminen 1977 senesi. O yıllar ramazan uzun yaz aylarına denk gelmişti ve normal olarak bütün ev halkı olarak oruçluyduk. Bir ramazan günü ikindi vakti eve geldiğimde babamın makaralı teybinden konuşma yapan bir kişiyi dinlediğini gördüm. Divan da oturmuş, elini yüzüne kapamış hıçkırıklar halinde ağlıyordu. O zamana kadar babamı hiç ağlarken görmemiştim. İlk defa karşılaştığım bu manzara karşısında oldukça şaşırmış bir o kadar da etkilenmiştim. Çünkü hem babamı ilk defa ağlarken görüyordum hem de ağlama sebebini bilmiyordum. Konuşan zat, içten, samimi, dokunaklı, hisli bir eda ile konuşmakta idi. O konuşmadan aklımda kalan, hatırladığım tek şey bir isimdi Hz. Aişe. Konuşan kişi Hz. Aişe ile ilgili bir şeyden bahsediyordu ve ağlıyordu. Babam da o gün onu, öyle ağlar bir vaziyette görmek, bende şuuraltı unutulmaz bir iz bıraktı diyebilirim.
Ben birkaç sene sonra orta üçüncü sınıfta İzmir İHL ne nakil yaptırdım ve orada Bozyaka Yurdu’nda kalmaya başladım. Yurtta kaldığım süre içinde her gün biraz daha bize dokunan ve bizde silinmez izler bırakan bir zat bir hoca vardı. Yurtta bulunan herkes; idareci ve belletmenler dahil istisnasız ona karşı içten ve samimi bir hürmet, saygı duyuyorlardı. Vakur, ciddi ve şefkatli tavırları, heybetli yürüyüşüyle bazen yurdun koridorlarında dolaştığı zaman öğrenciler saygılarından sağa sola çekilir ve onun geçmesini beklerlerdi. O da bazen durur bir talebe ile bir şeyler konuşur, başını okşar sonra da yoluna devam ederdi. Bazen de mütebessim, iltifatkar bir bakışla onları tepeden tırnağa süzer nasihat kabilinden birkaç şey söyler ve mekanına geçerdi. Bazen de mescide iner gözyaşları ile talebelere namaz kıldırır, onlara kitap okurdu. Bilhassa sabah namazlarından sonra Tarihçe-i Hayat’tan dersler yapar, bu dersler esnasında okuduğu bazı yerlerde duygulanır ve gözyaşlarını tutamazdı. Herkesin gönlüne girmişti. Daha sonraları cuma günleri Bornova ‘da camide vaaz ettiğini, akşamları da soru cevap sohbetleri yaptığını öğrendik.
O yurtta kaldığımız günlerde en çok hoşumuza giden şeylerden biri, cuma günleri onun vazettiği camiye gidip vaazını dinlemek, akşamları da yine cami de yapılan soru cevap sohbetlerine katılmaktı. Bazen izin alır ve arkadaşlarla beraber giderdik. Alışılmışlığın dışında, orijinal ve yepyeni, canlı, heyecanlı, ilmi üslubuyla yaptığı o vaaz ve sohbetleri sadece İHL’li olarak bizleri değil o günkü farklı çevreden her seviyedeki insanların bile dikkatlerini çekiyor, onların imana ve Müslümanlığa ısınmalarına vesile oluyordu. Zaman içinde o zatın Fethullah Gülen Hocaefendi olduğunu öğrendik.
O yıllarda bir gün arkadaşlarla beraber bir program da 1975 Ramazan Bayramı vaazını dinliyorduk. Hocaefendi bu vaazında içten ve derin bir hissiyatla; mü'minin hayatında daimî bir muvazene (denge) içinde bulunması, bir yandan Allah'tan (cc) korkması, diğer yandan O'nun engin rahmetine sığınması gerektiğinden, Allah'a (cc) hesap verme korukusundan dolayı çocuklarına ilginç bir vasiyette bulunan bir Hakk dostundan, büyük bir günah işlemek üzereyken Allah (cc) korkusundan dolayı ondan vazgeçen bir yiğit delikanlıdan, Kur'an okunurken Allah (cc) korkusundan kalpleri tir tir titreyen sahâbîlerden, Hz. Yahya (as), yanında Allah'ın (cc) azabı bahsedilince dağlara çıkıp, yemek ve içmekten kesilerek günlerce eve girmediğinden, Hz. Aişe’den (ra) ve Allah (cc) korkusundan bahsediyordu.
Bu vaazda Hocaefendi tam da Aişe (ra) ın Allah korkusunu anlatmaya başladığında, ben birden yıllar öncesine, babamın makaralı teypten dinleyip de hıçkıra hıçkıra ağladığı o ana o sahneye gittim. O gün babamın teypten dinlediği şeyle bu aynı şeydi. O gün kim olduğunu bilemediğim konuşan o zat da, o tarihlerde İzmir de vaaz eden Hocaefendi’den başkası değilmiş. Meğer o yıllar (1966 yıllarında) Hocaefendi’nin tayini Kırklareli'nden, İzmir merkez vaizliğine çıkmış ve orada vaaz ediyor. Diğer taraftan da vaizliğin yansıra Kestanepazarı Derneği Kur'an Kursu’nda gönüllü öğreticilik ve belletmenlik vazifesini de götürmeye çalışıyor. Fırsat buldukça da kahvehanelere, Ege Bölgesi’nde bazı il ve ilçelere gezici vaiz olarak vaazlara gidiyor. İşte o yıllardan itibaren Hocaefendi nerede vaaz, sohbet edecek olsa Rahmetli Cahit Tuzcuoğlu abi (Allah ondan ebediyen razı olsun) Hocaefendi’yi adım adım takip ederek, hem vaazlarını hem akşamda yapılan soru cevap hem de kahve sohbetlerini büyük bir iştiyakla o makaralı teyplere kaydetmeye başlıyor. Evet o günlerde makaralı teyplere kaydedilen o vaaz ve sohbetler sadece kaydedilmekle kalmıyor bir de çoğaltabildiği kadar çoğaltılıp insanların istifadesine sunulmak üzere elden ele Anadolu’nun her bir köşesine ulaştırılmaya çalışılıyor. İşte 1975 Ramazan Bayramı Vaazı da o çoğaltılan kasetlerden biri ve her nasılsa babamın eline ulaşıyor.
Hocaefendi 1975 yılında Ramazan Vaazı’nı veriyor fakat o vaaz orada kalmıyor. İzmir ‘de verilen o vaaz, gidip ta benim köyümdeki babama dokunuyor ve onun hayatının değişmesine vesile oluyor. Babam kısa bir zaman sonra oğlunu onun teşvikleri ile açılmış Bozyaka Yurdu’na gönderiyor, emekli olunca hacca gidiyor, sigarayı bırakıyor ve ‘Hacı Osman’ a dönüşüyor.
Peki, Hocaefendi acaba sadece benim babama mı dokunmuştu? Hayır, bugün yurt içinde ve yurt dışında ben ve babam gibi binler değil milyonlarca insan, bir vesile ile kendilerine dokunan Hocaefendi’nin gayretleri ile Allah’ı sevdiler gerçek Müslümanlıkla tanıştılar. Sadece tanışmakla kalmadılar. Tanıdıkları, bildikleri, sevdikleri Allah’ı (cc) herkese bildirip sevdirmek niyetiyle dur durak bilmeden çalıştılar. Allah da onların gayretlerini boşa çıkarmadı. Çünkü niyetler halis, çalışmalarda hedeflenen hususlar da sadece Müslümanlığın değil tüm insanlığın ihtiyaç duyduğu şeylere cevap olabilecek mahiyette idi. Arz talep dengesi çerçevesinde insanımıza ve insanlığa sunulan bu hizmetler dünyanın pek çok yerinde hüsn-ü kabul gördü. Halen de demokrasi ve hukukun üstün olduğu yerlerde bu kabul devam etmekte.
Evet, Hocaefendi ve Bediüzzaman gibi zatlar ne kadar bahtiyarlar. Allah onlara bu fani dünya da bizlere pek çok insana, doğruyu, hakikati, iyilik ve güzelliğe rehberlik yapma imkânı sunmuş, hem de karşılaştıkları pek çok olumsuzluklara rağmen. Allah onlardan ebediyen razı olsun. Allah için gerçekten insanlığa hizmet yolunda olup da başı derde girmeyen olmuş mudur acaba? Bu bayramda da insanlığa yararlı olma yolunda koşturan ve bu yüzden de mücrim olarak damgalanan nice insanın hapiste, takipte, mağduriyet veya mahkûmiyet içinde sevdikleri ile beraber bayramı kutlayamadıklarını da unutmamak gerekiyor.
Bu bayram da gönlü ve kalbi kırıklarla maddi manevi beraber olmaya çalışmak, arayıp sormak, dertlerini hüzünlerini paylaşmak, problemlerinin çözümüne katkı sağlamak yani onların da bayramı hissetmelerine katkı sunmaya çalışmak müminlik ve kardeşlik vazifeleridir. Bize düşen, en zor zamanlarda bütün şartları zorlayarak elinden gelen ne ise onu ortaya koymakla bize dokunan ve bizim uhrevi bayramlarımıza zemin hazırlayan büyüklerimiz gibi birilerine dokunmak ve onlarda bir bayram sevinci oluşturmaktır.
Bu vesile ile herkesin ramazan bayramını Alvarlı Efe Hayretleri’nin ‘Günahlar af ola, bayram o bayram olur’ duası ile tebrik ediyor, sizleri bir kez daha Fethullah Gülen Hocaefendinin
1975 Ramazan Bayramı Vaazı'nı dinlemeye davet ediyorum.
(https://fgulen.com/tr/ses-ve-video-tr/bayram-vaazlari/1975-ramazan-bayrami-vaazi)