Mazlum-Der Başkanı'ndan ilginç Türkiye benzetmesi

Mazlum-Der Başkanı'ndan ilginç Türkiye benzetmesi
Mazlum-Der başkanı Ahmet Faruk Ünsal muhafazakar kesimi ve AKP'nin geldiği noktayı değerlendirdi.

Kurulduğu 1991 yılından beri özellikle dindar kesim için insan hakları mücadelesi veren MazlumDer'in Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal, Türkiye'de yaşanan mağduriyetler ve AK Parti iktidarıyla ilgili çarpıcı değerlendirmeler yaptı.

AK Parti'nin ilk döneminde Diyarbakır milletvekilliği yapan Ünsal, dindarların yaşadığı mağduriyetlerin büyük ölçüde giderildiğini ancak Gezi'de, Kürt meselesinde veya Alevi kesimde olduğu gibi başka mağduriyetler yaşandığını belirtti. Onların hakkı için de mücadele ettiklerini vurguladı. “Başörtüsü sorunu çözüldü diye Türkiye'de dinî özgürlükler var diyemeyiz.” dedi. Basın özgürlüğü sorununun çok ciddi boyutlara ulaştığına işaret eden Ünsal, “Basın yeterince denetleyemezse, halk doğru bilgilenemiyor ve sandıkta iradesini ortaya koyamıyor. İktidardaki çürümeyi önlemenin yolu bu denge ve denetleme sistemlerini kurmaktır.” diye konuştu. Bir dönemin dindar mazlumlarının nasıl zalime dönüştüğünü anlatırken de Kur'an'da geçen İsrailoğulları'nın hikâyesini örnek gösterdi: “Çok büyük baskılar altında yaşadılar, köleleştirildiler, Hz. Musa'nın (as) önderliğinde Kızıl Deniz'i geçtiler ama Kızıl Deniz'in yaşı hâlâ üzerlerindeyken, Sina Yarımadası'nda altından bir buzağı yaptılar. Yaşadığımız da böyle bir süreç...”

Dünün mazlumu neden zalim olur?

90'ların karanlık atmosferinde ‘Kim olursa olsun mazlumdan yana' mottosuyla kuruldu MAZLUMDER. Öncelikli hedefi, dindar insanların maruz kaldığı insan hakları ihlalleriyle mücadele etmekti. Başarılı da oldu. Mağdur dindar kitleler iktidar oldu ve Türkiye, irtica paranoyasının getirdiği yasakları aştı. Peki mağduriyetler bitti mi? Dünün mağduru iktidar, başka mağdurlara nasıl bakıyor, MAZLUMDER Başkanı Ahmet Faruk Ünsal ile konuştuk. Ünsal'ın İslamcı iktidar ile İsrailoğulları'nın kıssaları arasında kurduğu ilişki ürpertici. Vaktiniz varsa Chava Alberstein'in Had Gadia'sını dinleyerek okuyun...

13 yıldır iktidarda eskiden mağduriyetler yaşamış insanların kurduğu bir parti var? Türkiye'de mazlum kalmadı diyebilir miyiz?

Öncelikle biz her şart altında mağdur ve mazlumdan yana olmayı ilke edindiğimiz için iktidarda kimin olduğu bizim için çok önemli değil. Evet, bir dönem başörtüsü yasağı ve katsayı meselesi gibi dindarlarla ilgili mağduriyetler vardı. Bunlar büyük ölçüde giderildi ama mesela Gezi Parkı'nda polisin gaz fişeğiyle öldürülen ya da Kürt dağlarında şehirlerinde hayatına son verilen başka politik bir atmosferin mensubu mazlumlar var ve biz onların hakları için mücadele ediyoruz. Bizim zalimimiz iyidir ya da bizim mazlumumuz başkasından daha mazlumdur, anlayışı içinde değiliz.

Bugün dini özgürlükler teminat altında mı sizce?

Başörtüsü, katsayı engeli ya da bürokraside gözle görülmeyen ama dindar olduğunuz için yükselmenizi engelleyen camdan duvarlar ve tavanlar kalktı önemli oranda… En azında Sünni Müslümanlar açısından… Ama bu ülkede sadece Sünniler yok, Aleviler var. Onlar da Müslüman. Bu ülkenin vatandaşı, bu ülkenin çocuğu Hıristiyanlar var. Dolayısıyla başörtüsü sorunu çözüldü diye Türkiye'de dini özgürlükler var diyemeyiz.  

Türkiye'deki dindarların insan hakları duyarlılığının başörtüsüne indirgemesi başka hayati duyarlılıkları görmezden gelmiyor mu? Bu açıdan tehlikeli değil mi?

Evet, kesinlikle tehlikeli… Öncelikle şekilden ibaret bir dindarlığı, bir kabuk Müslümanlığı çağrıştırıyor. Müslümanlığın tabii ki şekil şartları var ve bunlar çok önemli. Ama dindar insanların son günlerin moda konusu kamu kaynaklarının israfı, ihalelerin şeffaf olması, gelir dağılımdaki bozukluk, emeğin istismarı ve iş kazalarında hayatını kaybeden işçilerin hakları konusunda da İslami duyarlılık göstermesi gerekir.  Ama yeterince hassasiyet gösterilmiyor. Resulûllah'ın (sas) buyurduğu gibi “Eğer kızım Fatıma da hırsızlık yapsaydı cezasını verirdim.” ilkesiyle hareket etmek zorundayız.  

Neredeyse ‘Mağdurken ne güzeldik' diyesi geliyor insanın… AKP iktidarında dini değerlerin çok örselendiğini düşünüyor musunuz?

Yetki sahiplerinin siyaseti üzerine oturttuklarını söyledikleri değerleri tahrif etmesi, milletin nazarında da o değerleri örseler. Evet, kamu kaynaklarının israf derecesinde harcanması, kamu ihalelerinin şeffaf dağıtılmaması, mazlum insanlar arasında ayrım yapılması İslami değerler üzerinde siyaset yapanlara dair bir kuşku oluşturuyor.    

Dünün dindar mazlumları, mağdurları nasıl bu kadar kolay zalime dönüşebiliyor?

Kategorik olarak iktidar, bozucu bir süreçtir. Resulûllah'ın (sas)  vefatından hemen sonra Ümeyye oğullarıyla, İslam'ın ilk yıllarında başlayan bir süreç bu. Siz iktidarı, çok büyük bir kamu gücünü kullanırken, onu denetleyecek kurumları, yani özgür basını, tarafsız ve bağımsız yargıyı susturursanız, siyaset kurumunun şeffaf bir şekilde finanse edilmesini sağlayamazsanız, denge ve denetleme kurumlarını oturtamazsanız, iktidar o kitleleri çok kolay dönüştürüyor. Meseleye kurumsal olarak bakmak lazım… Bugün Türkiye'de çok ciddi bir basın özgürlüğü sorunu var. Bu son 1,52 yıl içinde çok net biçimde ortaya çıktı. Gazete manşetlerine, tel evizyonların alt yazılarına müdahale eden bir süreçten geçtik. Basın yeterince denetleyemezse, halk doğru bilgilenemiyor ve sandıkta özgürce iradesini ortaya koyamıyor. İktidardaki çürümeyi önlemenin yolu bu denge ve denetleme sistemlerini kurmaktır. Eğer kuramazsanız bakın Ortadoğu'daki tek parti ya da saltanat rejimlerine, varılacak yer orasıdır. Mekanizmalar kurulamazsa önce yönetenler tefessüh ediyor, sonra aynı şey halka sirayet ediyor.

Siz gerçekten de mazlumun kimliğine bakmadınız. Mesela Gezi eylemlerini  darbe girişimi olarak görmediniz?    

Seçim sonuçları açıklandıktan sonra iktidar medyasında bir köşe yazarı ‘Biz Gezi'yi faiz lobisi ve Alman lobisinin tezgâhı olarak gördük ama altında yatan kolektif öfkeyi anlayamadık' yazdı. Bizim söylediğimiz şey bu itiraflardan farklı değildi. Tabii ki o dönemde küfür ve hakaretle Erdoğan'a saldıran gruplar vardı ama orada bir öfke birikmesi vardı. İktidar, bu öfkeyi anlamadı ya da bilerek anlamazlıktan geldi.

Belki çok iyi anladı ve toplumu ayrıştırmak için çok iyi kullandı…

Evet, iktidar şöyle bir ayrıştırma içine girdi. İktidarda Müslümanlar var ve bu iktidara karşı olanlar İslam'a karşılar… O halde bu savaş İslam'dan yana olanlarla İslam'a karşı olanların savaşıdır gibi kodladı ve sokağı ayrıştırdı.  İktidar bunu ‘Gavurların Müslümanları alt edeceği bir fırsat' olarak kodladı. Kabataş ve camide seks meselesi bu nedenle ortaya atıldı.

Alman lobisi, Haçlı ittifakı söylemi… Gavurlar Müslümanlara karşı kodlamasının neden bu kadar çok alıcısı var?

Uzun süre ezilmiş ve baskı altında kalmış toplumların galiba pusulası şaşıyor. Birden refaha çıktığı zaman geçmişi çabuk unutuyor. Bunun Kur'an'da en büyük örneği bence İsrailoğulları'nın hikâyesidir. Çok büyük baskılar altında yaşadılar, köleleştirildiler, Hz. Musa'nın (as) önderliğinde Kızıl Deniz'i geçtiler ama Kızıl Deniz'in yaşı hâlâ üzerlerindeyken, o hatıralar hâlâ çok tazeyken, Sina Yarımadası'nda altından bir buzağı yaptılar. Yaşadığımız da böyle bir süreç… Türkiye'de de Müslümanlar çok büyük baskılar altında kaldılar ve gerçeklikten korkmaya meyyal bir psikoloji içindeler. Bunun geçmesi, tedavisi epey bir süre alacak gibi görünüyor.

İslami camia iktidarda ‘altın buzağı' sendromu mu yaşadı?

Evet, öyle de denilebilir. Biraz önce söylediğim gibi bizim yaşadığımız uzun süre baskı altında kalan toplumların pusulasını şaşırma hikâyesidir. Adına ‘Yahudileşme' diyeceğim ama söyleyeceğim şeyleri antisemitik bir dalgaya feda etmek istemem. Ama öyle bir süreç var. Bakın İslam inancında fazilet, iyilik ontolojik değildir. Yani insan bir iyiliğe, bir değere, Yahudilikte olduğu gibi doğuştan sahip olmaz. İnsan çalışarak, kesb ile bir fazileti hak eder. Ama İslamcılığın yaptığı gibi değeri, fazileti ontolojinin konusu haline getirirseniz, ‘hırsızlık yapıyor ama bizim adamımız, başkaları yiyeceğine onlar yesin' noktasına varırsınız. Bence Türkiye Müslümanlarının iktidarla sınavı en çok İsrailoğulları'nın yaşadıkları üzerinden anlaşılabilir. Müslümanlıkta siz her an iyi de kötü de olabilirsiniz. İslamcı olduğunuz için iyilik, fazilet, değer, sizin ontolojik olarak sahip olduğunuz ve ne yaparsanız yapın size ait kalacak bir şey değil. İnsan, şu inanca, mezhebe, kimliğe, ideolojiye sahip olduğu için iyidir ya da kötüdür diyemezsiniz. Ama İslamcılık Türkiye'de iktidar sürecinde fazileti, iyiliği, değeri, ontolojiye, İslamcı olmaya bağlayan bence itikadi bir sapma için-de… İsrailoğulları'nın hikâyesinin Kur'an'a bu kadar sık anlatılmasının hikmeti, bu sapmadan kaçınmamız için bize İlahi bir uyarı olarak okunmalı… O yüzden Kur'an'a, diğer kavimlerden daha fazla anlatılıyor İsrailoğulları… Çünkü iyilik ontolojik bir vasıf değildir, insan bugün iyi olan yarın yoldan çıkabilir. O yüzden Müslümanlar son nefeste iyi olarak can verme duası ederler…

Bu süreçte pirlerimiz, şeyhlerimiz, hocalarımız İsrailoğulları'nın başına gelen başımıza gelirken neden hiç seslerini çıkarmadı, olup biteni öylece izlediler sizce?   

Çünkü iktidar bunu sağlayacak korporatist bir düzen kurdu. İktidarı kullananlar ve iktidarın inşası açısından korporatizmin araçsal bir önemi var. İktidarı kullanalar ve ona destek verenler arasında karşılıklı menfaat sistemi var etti. Taban bu menfaat sistemine istekli, iktidar da halka imkânlar, nimetler sunuyor.

Faşizmin korporatizmle sağladığını iktidar havuz sistemi ile sağladı yani?

Evet, öyle de denebilir.

SURİYE POLİTİKAMIZI KÜRDİSTAN KORKUSU YIKTI

Hükümete yakın çevreler Suriye'ya bakışınız nedeniyle sizi Esadcı olmakla suçladı. Öyle misiniz?

Hayır, tabii ki değilim. Suriye Pandora'nın kutusunun açılması oldu.  Suriye meselesinin İslam'da bir iç savaşa dönüşme riski vardı. Suudi Arabistan ve Katar üzerinden Selefi gruplar kışkırtıldı. İsrail'in güvenliği meselesi birden bir Selefi-Şii savaşına dönüştü. Suriye krizi ortaya çıktığı döneme paralel olarak  PKK'nın da savaşı çok yükselttiği bir dönemdi. Türkiye Öcalan'la görüşmeye başlamıştı. Türkiye'nin korkusu kuzeyde bir Öcalan Kürdistanı'nın doğmasıydı. Kuzey Irak'ta da olmuştu ama orası nihayetinde bir Barzani Kürdistanı'ydı. Türkiye Öcalan Kürdistan'ından çok korktuğu için Öcalan'la görüşmeye başladı. Ama Suriye o kadar çabuk çözüldü ki… Esad'ın da Türkiye'den intikam almak için kullandığı bir kozdu.

Esad ‘Alın, siz uğraşın' diye  bir Kürt bölgesine ses çıkarmadı.

Evet, biz oraya çok müdahil olunca Esad da, al sana bir Suriye Kürdistan'ı. Bak bakalım nasıl oluyormuş, dedi ve bizim kucağımıza bıraktı. Bu kadar müdahil olmamızın altında sanıyorum, Kuzey Suriye'de bir Öcalan Kürdistan'ı korkusu vardı. Merkezi Suriye dağılmaya yüz tutunca kaygı arttı. Şam'ın etkisi azalınca İsrail'in güvenliği meselesi öncelik kazandı. İslam'ın bütün dikkati Şii-Selefi savaşına çekildi ve İsrail'in güvenlik sorunu kontrol altına alındı.

HİÇBİR PARTİNİN YEDEĞİNDE DEĞİLİZ

MAZLUMDER neden Milli İrade bildirilerinin dışında kaldı?

Biz sözümüzü siyasal bir bağlamda dile getirmiyoruz. Siyasal bağlamda konuşursanız muhalif olanlar nezdinde kıymetli sözünüz bile kıymetsiz hale geliyor. Biz sözümüzü kıymetli kılmak istiyoruz. Türkiye'de sendikalar, STK'lar ve basın çok entegre bir manzara ortaya koydu. Sivil toplum, sivil toplum olmalıdır. Basın denetleme görevi görmeli, sendikalar iktidarda kim olursa olsun emek hakları mücadelesi vermelidir. Ama son dönemde siyasal iktidarla bir aynılaşma oldu. Biz iktidarda AK Parti olmasa da onun yedeğinde, yanında ya da yan kuruluşu gibi davranmazdık. Biz kendi işimizi yapıyor, zalimin ve mazlumun kimliğini görmemek için gözümüzü kapadık.

ZAMAN

29 Haziran 2015 09:20
DİĞER HABERLER