Samanyoluhaber.com yazarlarından Ertuğrul İncekul 'Mazlumun Mazlumla imtihanı' başlıklı dikkat çeken bir yazı kaleme aldı.
“Zalim, sopasını sırtımızda kırıyor; sonra da elimize o kırık sopayı verip, ‘Bunu düzelt ve özür dile’ diyor.”
Bediüzzaman, hapishanede beraber kaldığı katil, hırsız, suçlulara “musibetzede kardeşlerim” diye hitap ediyor. Onları dışlamıyor; suçlu bile olsalar, ıslahları için uğraşıyor ve müthiş bir pedagojik yaklaşım sergiliyor.
Geçen gün, Nedim Hazar YouTube kanalında yayınladığı “Cemaate Yüklenmenin Dayanılmaz Hafifliği” isimli videoda,
“Zulüm süreleri uzadıkça, zalime bir şey olmuyor zannıyla kişi, kendisiyle aynı musibeti paylaşan mazlum kardeşine sarmaya, onunla uğraşmaya başlar.” diyerek güzel bir tespitte bulundu.
Zalim, en iyi bildiği işi yapmaya devam edecektir. Yalanlarla ve algılarla zehirli saltanatını ayakta tutmak için her tür namertliğe başvuracaktır. Buna çanak tutan naylon aydınlar da eksik olmayacaktır. Zulmün elbette bir bitiş noktası vardır; yeryüzünde hiçbir zalim veya zulüm ilelebet devam etmemiştir. Ama bize düşen, ne kardeşlerimize ne de kimseye zulmetmemektir. Zalimin ağzıyla konuşmamak değil midir? Hak ve hukuk çerçevesinde insan hakları ihlallerini tüm dünyaya duyurmaya devam etmektir. Bulunduğumuz beldelerde muhataplarımızla konuşarak, görüşerek, küsüp darılmadan, doğru olduğuna inandığımız işleri yapmaya devam etmektir.
Karanlığın bitmesi, kalplerimizde bir mum yakmakla başlar. İhlas ve samimiyet dediğimiz dünyanın en tesirli savunma mekanizması şu ve benzeri ilkeleri içermez mi?
Ne olursa olsun gıybetten uzak durmak.
Suizanlara dayanan kuruntuları bir de âleme ilan ederek günahı evrenselleştirmemek.
“Kalbini yarıp içine mi baktın?” kutlu beyanını veya “Siz kendinize bakın, kusurlarınızla uğraşın.” ilahi beyanını esas almak.
Sonradan pişman olacağımız sözler söylememek.
Sevmeye devam edip, kalplerimizi nefrete kaptırmamak.
Zalim veya avaneleri ne kadar tumturaklı laflar etseler, büyüleyici konuşmalar yapsalar da rasyonalite ve insaftan ayrılmamak.
Yolda bulduklarımızı, yola çıktıklarımızla değiştirmemek.
Kendi arkadaşlarımızın yaptığı güzellikleri yaymak, hakperest olmak.
Tenkit ederken elimizdeki bilginin güvenilir olduğunu araştırmak, gerçekten yapıcı olmak ve tamir etmek için Hakk’ın rızası mı, yoksa heva ve hevesimizin sesi mi olduğuna emin olmak.
Vifak ve ittifakın gerçekten kurtuluş ve inayet vesilesi olduğunu bilmek.
Nice ibadet etmekten alnı nasır bağlayan insanların da sapıttığını unutmamak.
Hayata ve pratiğe dökmediği, marifete ulaşamadığı için baş aşağı yuvarlanan, çevresini de mahveden sözde âlimlerin, entelektüel geçinenlerin tarihte sayısının az olmadığını akıldan çıkarmamak.
Kendi hasetlerimizden, kötü duygularımızdan sıyrılarak mahallemizde yapılan her güzelliği yaymanın, daha iyileştirici bir ilaç olduğunu bilme erdemidir.
Arkadaşlarımızın güzelliklerinin anlatıcısı olma payesini yakalayabilmek.
Kimden gelirse gelsin sıkıntılar olgunlaşmanın en önemli yollarındandır. Öyle olmasaydı, Mevla en sevdiği kulunu adeta bir hamur teknesinde yoğurmaz ve yoğrulmalarına meydan vermezdi, hakikatini unutmamak.
Zulüm süreçleri uzadıkça sabır zorlaşır. Tıpkı insanın sırtındaki yükün, yol uzadıkça ağır gelmesi gibi. İnsanın inancını, iç donanımını; devamlı yeni şeyler okuyarak, dinleyerek yenilemesi, formatla oynaması, marifetle bezenmesi; kısmen yol yorgunluğundan bizleri koruyabilir. Ama bugünlerde sıkça tekrar ettiğim İzzet Molla’nın şu sözü de bir realitedir:
“Ben usanmam gözümün nûru cefâdan amma
Ne kadar olsa cefâdan usanır cândır bu.”
Hizmet Hareketi çok parametreli bir yapıdır. Farklı dinamikleri var ve bu dinamikler üzerine, tüm engellemelere rağmen bugüne dek gelebildi. Bir şirket mantığıyla “Seni çıkardım, seni işe aldım,” diyemezsiniz. Gönüllülük esastır ve gönüllülük emirle, talimatla olmaz. Zulüm sürecinin insanlar üzerindeki yıkıcı etkisi göz ardı edilemez. Zaman zaman akıllarda tutulmalar yaşandığı da bir gerçektir. Suçlu arama ve başına gelenlerin faturasını Hizmet’te önde gördüğü kişilere kesme kolaycılığı da anlaşılabilir.
Kendisi ihanetle suçlanırken, aynı musibeti paylaşan arkadaşlarına akıl almaz ithamlarda bulunmak, Yusuf’un kardeşleriyle yaşadığı imtihanların günümüze yansıması gibi oluyor. Nasıl ki zaman en iyi yorumcudur ve hakikatler ortaya çıkarır, yine çıkaracaktır.
Bir aileyi, bir toplumu yıkmanın en kolay yolu; önce güveni zedelemek, sonra da kendi içindeki güveni yıkmaktır. Aslında yıkılan bu güvenle bir kurum, bir hareket, bir toplum o göçüğün altında kalmaya mahkûm hale geliyor. Büyük enkazlardan da kurtulabilen pek az olur.
Kur’an ne güzel ışık tutar günümüze: “Herkes kendi mizaç ve karakterine göre iş yapar. Rabbiniz, kimin doğru bir yol tuttuğunu çok iyi bilmektedir.”
Sevmek… Yeniden çevremizdeki insanları gönülden sevmek, yeniden güven tazelemek; içimizdeki kini, nefreti, suizanları rafa kaldırmak; bir kez daha gönüllerimizi Hakk’a açmak, O’na yönelmek ve girdiğimiz bu zorlu sınavdan aydınlığa kavuşmak için yine dertlerin gerçek gidericisi olan, Doğunun ve Batının tek Hükümdarı’na yönelmek, yalvarmak, hakiki bir inabe ve tevbe ile O’na dönmek!
Başka çıkar yol bilmiyorum.
Okuyucuya not:
“Gelmekte olan Kurban Bayramı’nın, Mevla’ya daha çok yaklaşmaya; tüm varlığın yaratılmasına vesile olan Sevgili’nin sevgisine mazhar olmaya ve mağduriyet yaşayan herkesin gerçek kurtuluşa ermesine vesile olmasını temenni ve dua ediyorum.”