Samanyoluhaber.com yazarlarından Abdullah Aymaz, yeni köşe yazısını 'Mecma-i küll salonlar' başlığıyla kaleme aldı.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Münazarat isimli eserinde düşmanımız cehaletten kurtulmamız için eğitimi öne çıkarırken kafayı, kalbi ve vicdanı besleyecek fen bilimleri, medrese ilimleri ve tasavvuf derinliklerinin beraber verilmesini, mektep, medrese, ve tekkenin yan yana olmasını hepsinin de büyük salonda toplanıp birbirlerine kendi özelliklerinden aktarmalarını istiyor. Onun için o salona Mecma-i’l-Küll diyor. Böyle bir eğitimle insanları eğitmek, İslâmî Dirilişte Rönesansı temsil edecektir ki, bizim buna çok ihtiyacımız var.
Evet bunların aynı salonda zaman zaman bir arada olmaları vesilesiyle, birbirlerinden alacaklarını alacak ve eksikliklerini tamamlayacaklar.
Eğer bir tefsir yazılacaksa, Kur’an bütün ilim dallarında uzanan insanlar tarafından yazılmalıdır. Fizikte, kimyada, biyoloji ve astronomide mütehassıs, İslamî ilimlerde derin ve tasavvuf neşvesinde ufukları geniş yani Kur’anî feyizlerden nasipleri yüksek muhteşem bir heyet tarafından tefsir edilmelidir. Böyle küllî bir bakış, bir İCMÂ hükmünde insanlara güven verecektir.
* * *
M. Fethullah Gülen Hocaefendi, Sızıntı dergisi 1979’da ilk defa matbaadan çıkıp, eline ulaştığı zaman, şöyle tutup koklayarak derginin kokusunu içine çekmişti. 40 sene sonra bu durum kendisine anlatılınca aynen şöyle dedi: “Biz Sızıntı ile beslendik, o sevda ile yol aldık.” dedi.
Sızıntı’nın neşredildiği o ilk günlerde bir ışık evi bulunduğu apartmanda dindar ve binbaşı bir komşumuz vardı. Sızıntı’yı okumaya başlamıştı bir gün bize, “Bugünün gençlerine bir tefsir yazıp okutmaktan bu dergiyi okutmak daha faydalı olacaktır, kanaatındayım.” demişti. Gerçekten Sızıntı o zaman gençleri mânen besleyecek bir mâhiyette idi.
Şimdi elimizde Çağlayan dergisi var. Çağlayan’ı özümseme ve bizzat canlı bir Çağlayan olarak fışkırmamız gerekir.
Naatlar, İFLC’ler olsun bunlar, şu durumda, hezimeti aynen ikinci Uhud’da olduğu gibi zafere çevirme gayretidir. Evet bunlar, “Yıkılmadık, ayaktayız” mesajını verir. Evet, evet “Kaybetmedik, çünkü vazgeçmedik” mesajını da… Onun için bunlara stratejik olarak bakmalıyız.
Bunlar, yoklukta varlık cilvesi gibi bir DİRENİŞ DESTANIDIR… Yazarak direnme, okuyarak direnme… Hocaefendi, lâf değil; DEĞER ÜRETİYOR… Süreçte Sızıntı kapatılınca, Çağlayan neşredilmeden önce Hocaefendi yazılar yazdı, şiirler yazdı. Hazırlık yaptı. O yazarak direndi, biz okuyarak direnelim, direnmeye çalışalım.
Hizmet taşı tuttuğunda altın olduğu zamanda, Hocaefendi’nin bazı meselelere canı sıkıldı. “Sahip çıkmıyorlar, kıymet bilmiyorlar” diyerek, yazmaya ara vermişti. Bu, okumayanlara karşı Hocaefendi’nin bir tavrıydı. Ama Hizmetin taşı tutsa, kömür olduğu bir süreçte tekrar yazmaya başlamıştı. İstiyordu ki, bizler artık yazmanın mânâsını, önemini ve değerini anlayıp ona göre hareket edelim.
Evet Hizmet’in kalbi eğitim ve rehberliktir. Beslenme kaynaklarımız da bellidir. Tenbellik ve tenperverlikle nefsin ve şeytanın emrine girmeyelim.
Nefis, insan anatomisinin içindeki DERİN DEVLETTİR. Şeytan ise insanın kan damarlarında cirit atarak dolaşıp durmaktadır; çok mu çok dikkatli olalım.