‘De ki: ‘Herkes beklemede! Siz de gözleyin bakalım! Doğru yolu tutanların, hidâyete erenlerin (Sıratı Mustakîm ehlinin) kim olduğunu yakında anlayacaksınız!’ (Taha Suresi,135)
FİKRET KAPLAN
Vefâ yok, ahde hürmet hiç, emânet lâfz-ı bî-medlûl;
Yalan râic, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl.
M. Akif
Yaşanan onca ağır imtihana, zulme, işkenceye…eşi görülmemiş soykırıma rağmen hala süreci okumakta körlük çeken insanlar var. Körlüğü bilerek tercih ettiği için basiretini, ferasetini kaybetmiş talihsizlerle dolu, Kabe’ye yönelmiş mümin safları. Okudukları, nasihat ettikleri onca bilgiler gırtlaklarından aşağıya inmemiş. Zerre bir nasipleri olmamış onlardan Hak ve Hakikat adına… Ellerinde kin ve haset taşları indiriyorlar masum Habiller’in alnına… Nuh’un (as) selametli gemisinin duvarlarına vuruyorlar nefretlerini. Kardeşlerinden daha büyük bir hınçla dipsiz, derin, karanlık bir kuyuya atıyorlar Yusufları. Abdullah ibni Selül gibi iftirayla yıkmaya çalışıyorlar masumları…
‘De ki: ‘Herkes beklemede! Siz de gözleyin bakalım! Doğru yolu tutanların, hidâyete erenlerin (Sıratı Mustakîm ehlinin) kim olduğunu yakında anlayacaksınız!’ (Taha Suresi,135)
Ey ülkenin ve sözde İslam coğrafyasının bahtsız alimleri, bilginleri! İnsanlığın hiçbir devrinde bugünkü gibi kendinize, kendi mukaddes değerlerinize bu kadar yabancı, bu kadar düşman olmadınız. İlmihalde aradığınız, Kur’an’da okuduğunuz, hadiste içine indiğiniz, sırrını deştiğiniz hakikatler arasında yalnız ruhunuz yok. Çünkü, kin ve haset, insani melekelerinizi de söküp atmış. Burada görmek istemediğiniz gibi orada da göremeyeceksiniz hakikatleri: ‘…Biz onu kıyamet günü kör olarak diriltir, duruşmaya getiririz.’ (Taha, 124)
Bir mümin gruba karşı kin ve hasetle başlayan müthiş gafletiniz, onların kan ve gözyaşı çağlayanlarında ‘intikam arzusu’na dönüşmüş. Gözlerinize körlük perdesi indirmiş bu hırsınız.
Onca insanın hayatının son bulması, bebeklerin zindanlarda tutulması, masum annelerin feryatları açmıyor bir türlü gözlerinizi… Rikkate getirmiyor kalplerinizi… Hissiz, hareketsiz, granitten bir duvar kesilmişsiniz. ‘Dilsiz Şeytan!’ tabirini hiç mi duymadınız? Süreci, menfaat kavgası gibi takdim ederek çok basit şeytani oyunlara başvuruyorsunuz.
Neden bunları yazma gereği duydum… Sizden bir şey mi bekliyoruz? Hayır, çünkü bugüne kadar onca mağduriyeti gördüğünüz halde sesinizi çıkarmak yerine zulmü alkışladınız. En azından, insan olmanın gereği Ahmet Altan gibi haksızlık karşısında dik durmanızı bekledi herkes. Ama bir menfaate, cemaatin bir yurduna, okuluna…içinizi yakan nefret ve hasetin ortaya dökülmesine feda ettiniz dini de, Kur’an’ı da, peygamberi de, hadisi de…camiiyi de, minberi de, mümin olmanın karakterli ve izzetli duruşunu da… Hani, Bediüzzaman, “Asıl ve muzır musibet, dine gelen musibettir.’ diyor ya… işte siz bu süreçte asıl dine büyük zarar verdiniz…Dini değerleri, kaideleri menfaatinize kurban ettiniz. Masum bebekleri ve annelerini zindanlara, hücrelere koyarken kalktınız bu zulmü yapanları Bedir Ashabı’nın içine soktunuz. Bir umre sevabıyla tarttınız verilen keyfi kararları… Bu nasıl bir cüret, nasıl Allah’tan korkmama ve peygamberinden utanmamadır…
Evet, sizden kimse bir şey beklemiyor. Beklememelidir de… “Hasbünallahu ve ni’mel vekil, ni’mel mevlâ ve ni’mennasîr, ğufrâneke Rabbena ve ileyke’l masîr.” “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir, ne güzel yardımcı ve ne güzel dosttur. Bizi bağışlamanı diliyoruz, Ey Rabb’imiz! Dönüş yalnız Sana’dır.” ( l-i İmrân, 3/173)
Yapılan zulümlere ses çıkarmayarak o kadar büyük veballerin altına girdiniz ki artık o Büyük Mahkeme’ye…Mahkeme-i Kübra’ya kaldı son duruşmanız… Çünkü, Zindanlarda, Meriç’te, Ege’de, hicret yolunda göçüp gitti ötelere terörist dediğiniz yüzlerce suçsuz insan… Niye yazdım bunları! Tarihe şahit olsun diye…
Bediüzzaman’ın: ‘Ey bu Nota'ları dinleyen dostlarım! Biliniz ki, adetim olmadığı halde, Rabbime karşı, kalbimin gizlenmesi gereken duasını, niyaz ve yakarışını bazen yazmamın sebebi; ölüm dilimi susturduğu zaman onun yerine kitabımın konuşmasının kabulünü Allah'ın rahmetinden dilemektir. Evet, kısa bir ömürde hadsiz günahlarıma kefaret olarak ölümlü dilimin tevbesi ve pişmanlıkları yetmiyor. Sabit ve bir dereceye kadar daimi olan kitabın lisanı o işi daha iyi yapar.’ dediği gibi belki bu notlar da o masumlar adına bir iş yapar…
Ama yine de, daha fırsat varken gelin yanlışlıklardan dönün… daha fazla yüklenmeyin masumların, mağdurların günahını, diyorum. Onlar hakkında bu kadar küçükçe düşünmekten vazgeçin! Dünya menfaatinin basit ve dar sınırlarını daha fazla darlaştıran hasedin kapalı, yakıcı kapanları içinde kalmayın. Hizmet gönüllüleri, öfkeyle oturup nefretle kalkan insanlar değil. Onlar hep müspetin peşinde olan sevgi ve hoşgörü sevdalıları.
Dünyevî değil, uhrevî bir karşılık beklemeyi dahi hizmette ihlâsa aykırı bulan, “Milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım”; “Hayatımda iki dakika bile kendim için yaşamadım. Her birinizin bir günlük hidayeti için her gün elli defa ölüp dirilmeye razıyım.” fedakârlığı üzerine oturan bir Hizmet, inancının aksine herhangi bir şeyin mücadelesini vermez. Hiçbir menfaat için eğilip bükülmez, haksızlık karşısında susup kalmaz.
Hani, Abdullah İbn Hüzafetü's-Sehmi (r.a), Hz. Ömer döneminde önemli bir hizmet üstlenmiş ve bu işi yaparken de düşmanları tarafından keşfedilip, yakalanmıştı. Düşmanları, kendisine akıl almaz işkencelerde bulunmuş; hattâ çok güvenilir bir kısım siyer ve tarih kitaplarının yazdığına göre, bu mübarek Sahabî'nin başı kaynayan suya sokularak işkence edilmiş ve bu korkunç işkenceler neticesinde bile ona hiçbir şeyi kabul ettirememişlerdi. Bu arada bütün bu olup bitenleri içinde yaşadığı manastırın bir deliğinden seyreden bir rahip, Abdullah İbn Hüzafetü's-Sehmi'nin göstermiş olduğu cesaret karşısında hayran kalarak bu şanlı Sahabî'yi karşısına almış ve ona şu teklifte bulunmuştu:
- Oğlum, cesaretine hayran kaldım. Şimdi sana üç dakika mühlet vereceğim. İhtimal bir-iki dakika sonra seni öldürecekler. Bunu iyi değerlendirirsen hem dünyada, hem de âhirette mes'ud olursun. Zira bu üç dakika içinde sana dini telkin edeceğim ki bundan sonra ölsen de gam yeme; çünkü Hz. Mesih'e kavuşacaksın.
Abdullah İbn Hüzafetü's-Sehmî'nin çehresinde bir tebessüm belirmiş ve aynı zamanda gözleri sevinç içinde dolu dolu rahibe şunları söylemişti:
- Aziz peder! Şimdiye kadar beni kimse dinlemedi. Bu üç dakikalık fırsatı verdiğinizden dolayı, bilseniz size ne kadar müteşekkirim. Çünkü bu üç dakika içinde size gönlümdeki güzellikleri anlatabilirsem, artık ölsem de gam yemem...
Evet, onlar, öyle bir sevdaya baş koymuşlar ki bundan başka hiçbir hayalin gözlerine girmesine müsaade etmezler… Giren insanlar da onlardan olamaz zaten. Bu, iç murakabesini tam yapmış olmanın, omuzlarına aldıkları mukaddes emanetlerin değerini bilmenin ifadesidir. Cenâb-ı Hakk’a yönelme ve kullukta derinleşme, diğer yandan da inandığı değerleri başkalarına duyurabilme istikametinde olağanüstü bir performans ortaya koymanın adıdır.
Hani, yine Hz. Ömer (r.a) arkadaşlarıyla bir yerden geçiyordu. Orada sakalları uzun, iki büklüm, bembeyaz saçlarıyla yaşlı bir insan duruyordu. Onu görünce, Hz. Ömer’in dizlerinin bağı çözülmüş, iki büklüm olmuş ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. Yanındakiler hayret içinde:
'Niye ağlıyorsun ya Emire'l-Mü'minîn?' diye sorduklarında, o mealen:
‘Yaşlanmış, beli bükülmüş; ama hâlâ insanlığı kurtuluş sahiline götüren ve kaptanlığını bizzat Hz. Muhammed'in (sav) yaptığı gemiye binememiş.' cevabını vermişti.
Hz. Ömer’in ağladığı o insanlara, bu Kara Sevdalılar da ağlıyorlar. Sahip oldukları değerler manzumesini bütün insanlığı kucaklayacak bir mefkureye dönüştürmüşler. Asırlardır mefkuresizlikten ve ufuksuzluktan bunalmış olan insanlığa cihan değerinde bir sevda sunuyorlar.
Sahabeyi görenler, onları “Ruhbanun filleyl ve fursânun finnehâr” sözüyle anlatıyorlardı. Yani onlar, gecelerini ibadet ü tâatle geçiriyor, gündüzleri ise çarşının yiğitleri olarak önemli performans ortaya koyuyorlardı. Onların baş koydukları davaya gönülden inanmış günümüzün yiğitleri de daima muhasebelerini yapıyorlar, yalvarıp yakarıyorlar Rabb’lerine…döküyorlar içlerini. Havf ve reca arasında bir hayatı tercih etmişler… Darbeyle, eşkıyalıkla işleri olmaz onların… kulak verin bakın ne diyorlar:
"Ey Rabb-i Rahim’im ve Halık-ı Kerim’im!
Ömrüm ve gençliğimin meyveleri olarak elimde elem veren günahlar, kederler, dalalete götüren vesveseler kaldı. Bu ağır yükümle, hastalıklı kalbimle ve mahcup yüzümle kabre yaklaşıyorum.
"Kabir, ahiret menzillerinin birinci menzilidir. Kişi ondan kurtulabilirse, ondan sonrakiler daha kolaydır. Ondan kurtulamazsa ondan sonrakiler bundan daha zordur, daha şiddetlidir." (Tirmizi, zühd 5; ibni Mace, zühd 32; Ahmed ibni Hanbel, el-Müsned 1/63).
Ey Rabb-i Rahim’im ve Halık-ı Kerim’im!
Ben şimdiden görüyorum ki: Yakın bir zamanda, tabutuma girdim, dostlarıma veda ettim. Kabrime doğru giderken Sen'in rahmet dergahında, cenazemin hal diliyle, ruhumun sözleriyle bağırarak derim ki: El aman el aman! Ya Hannan! Ya Mennan! Beni günahlarımın utancından kurtar!
İşte mezarıma ulaştım, kabrimin başında, uzanmış cismimin üzerinde durdum. Başımı rahmetinin dergahına kaldırıp bütün kuvvetimle feryat ediyorum: El aman el aman! Ya Hannan! Ya Mennan! Beni günahlarımın ağır yükünden kurtar!
İşte kabrime girdim. Cenazemi kabre koyanlar beni bırakıp gitti. Senin affın ve rahmetini bekliyorum. Bizzat görüyorum ki, Sen’den başka sığınılacak kurtarıcı yok. Günahların çirkin yüzünden, isyanımın vahşetinden ve o mekanın darlığından bütün kuvvetimle haykırıyorum: El aman, el aman! Ya Rahman! Ya Hannan! Ya Mennan! Ya Deyyan! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlığından kurtar, kabirde yerimi genişlet. Allah’ım! Senin rahmetin sığınağımdır, alemlere rahmet olan Habibin, merhametine ulaşmak için vesilemdir. Sen’den şikayetçi değilim, nefsimi ve halimi Sana şikayet ediyorum.
Ey Halık-ı Kerim’im ve Rabb-i Rahim’im!
Senin bu mahlukun, masnuun ve kulun, hem aciz, hem gafil, hem cahil, hem efendisinden kaçmış olduğu halde, pişmanlıkla Senin dergahına dönmek istiyor. Senin rahmetine sığınıyor. Hadsiz günahlarını ve hatalarını itiraf ediyor. Eğer kusursuz rahmetinle onu kabul edersen, affedip merhamet gösterirsen bu zaten Sen’in şanındandır. Eğer kabul etmezsen hangi kapıya gideyim? Senden başka Rab yok ki, dergahına gidilsin. Senden başka hak Mabud yok ki, ona iltica edilsin!.."
Hizmet gönüllüleri, murakabeyle, muhasebeyle iç dünyalarını yoklarken, ümitsizlik ve çaresizliğe düşmüyorlar… ruha felç yaşatmıyorlar… Algı operasyonlarıyla onlarda o duyguyu hâsıl edemediniz, edemeyeceksiniz. Böyle yaparak onları dağıtamazsınız.
İmana, Kur’an’a gönül vermiş samimi Hizmet gönüllüleri, rüzgârın önünde bir o yana bir bu yana savrulan kuru yapraklar, saman çöpleri değil ki hemen bir esintiyle savrulup sağa-sola gitsinler. Kocaman kocaman çınarları deviren rüzgârlar bile -Allah’ın izniyle- onları deviremez.
İnsanların menfaatlerine uygun düşen fikirlere karşı açık olmalarının ve zihinlerini haksızlıklarla doldurmalarının dine gelen musibetlerden olduğunu hatırlatıyor, zaman varken yanlıştan dönülmesi gerektiğini tekrar hatırlatarak sözü bitiriyorum:
“Rabbimiz! Katından bir rahmet ver, şu dâvamızda bize doğruluk ve muvaffakiyet ihsan eyle! Bizi istikametten ayırma! Biz aciz kullarına nezdinden bir ferec ve mahrec (çıkış yolu ve ferahlık) nasip et!..” Amin!