Mes‘uliyet Şuuru ve Sorumlulukta Derinlik

' Mü’min, aynı zamanda esbabta kusur yapmama kaydıyla, Allah’dan gelen imtihanlara sabredip katlanmalıdır. Zirâ, en büyük belâ ve musibetler, Allah indinde en kıymetli kullar olan peygamberlere gelmiştir.'
MEHMET ALİ ŞENGÜL- SAMANYOLUHABER.COM
  
 Sâni-i Muhteşem olan Allah (cc) yarattığı mahlûkat içinde insanı en şerefli kılmış, bütün varlıkları O’nun emrine musahhar kılmıştır.
   İnsanı diğer hayat sâhibi varlıklardan ayıran en önemli özelliklerden biri de, sorumluluk şuurudur. Bu özellik imanla doğru orantılıdır. İman erkânına olan inancı ne kadar derin ise, sorumluluk duygusu da o ölçüde gelişmiştir.
   Mü’min, mes’uliyet insanıdır. İmanının derinliği ölçüsünde, Allah’a (cc), Efendimiz’e (sav) ve bütün müslümanlara hatta, bütün insanlara karşı sorumluluğunu hisseder, ona göre tavır ve davranışlarını organize eder. Hz.Ömer’in (ra) beyan buyurduğu gibi, ‘(Büyük Mahkeme’de) hesâba çekilmeden önce kendinizi hesâba çekin’ hassasiyetinde hayatını yaşar.
   Dünyâda derin bir tefekkürle kendini hesâba çeken, -inşâallah- zerre kadar hayır ve şerrin hesabının verileceği öbür âlemde, sorumluluktan kurtulur.
    Dünyâda Allah’ın kuluna verdiği en büyük nimet şüphesiz iman nimetidir. Her nimet şükrü gerektirir. İman nimetinin şükrü, imana muhtaç Allah kullarına imanı götürmek, Allah ve Resûlullah’ı sevdirmekle mümkündür.
   Saadet asrında Sahâbe-i Kiram Efendilerimizle (r.anhüm) temsil edilen bu şerefli vazîfe, ihsân-ı ilâhi tarafından günümüzde omuzlarımıza yüklenmiş durumdadır. Bu oldukça ağır bir sorumluluktur. Ama ne var ki, şerefide o ölçüde büyüktür. Temsil ettiğimiz davanın sorumluluğunu derinlemesine vicdanınızda duyamadığımızdan dolayı çok gülüyor az ağlıyoruz. Allah Resûlü (sav); ‘Eğer benim bildiğimi bilseydiniz çok ağlar az gülerdiniz!’ buyurmuşlardır. (Buhari)
   Allah ve Resûlullah’a (sav) ait bir davanın mes’uliyetini omuzunda taşıyan mü’minler olarak, sorumluluğumuzun idrak ve şuurunda olmamız ve ona göre hayatımıza çeki düzen verip tanzim etmemiz gerekmektedir.
   Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Mûciz’ül Beyan’da Ahzab sûresi 15.âyette; “Halbuki daha önce düşmandan kaçmayacaklarına dair Allah’a yemin ederek söz vermişlerdi. Allah’a karşı verilen o ahitlerin hesâbı elbette sorulacaktır” buyurmaktadır.
    Bakara sûresi 286.âyette de; “Allah hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmaz. Herkesin kazandığı iyilik kendi lehine, işlediği fenâlıkta kendi aleyhinedir” ifâde buyrulmaktadır.
    Yolumuz ‘Hak’, düşüncemiz ‘hakkı tutup kaldırmak’, sorumluluğumuz ‘muhtaç olanlara Hakkı ulaştırmak’ olmalı; hedefimiz ise, Allah’ın rızâsını kazanma gayreti içinde her türlü sıkıntılara katlanıp sabretme olmalıdır. İnsan olarak yaratılmamızın gayesi ve hikmeti budur.
     Efendimiz (sav), insan olarak her ferdin, makam seviyesi ne olursa olsun sorumlu olduğunu belirtmiştir. ‘Her biriniz çobansınız ve hepiniz elinizin altındakilerden sorumlusunuz: Devlet Reisi bir çobandır ve elinin altındakilerden -inancı, dili, rengi, anlayışı ne olursa olsun- sorumludur. Her fert ailesinin çobanıdır ve onlardan sorumludur. Kadın evinin çobanı ve onların gözetiminden sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malının çobanı ve elinin altındakilerden sorumludur. Her biriniz çoban ve her biriniz raiyyetinden sorumludur’ buyurmuşlardır. (Buhari, Müslim, Ebû Davud)
    İrşad, tebliğ ve temsil bakımından her mü’min sorumlu tutulmuştur. Yine Allah Resûlü (sav); ‘Kim bir fenâlık görürse onu eliyle düzeltsin. Buna güç yetiremezse diliyle -kavl-i leyyinle, medenilere galebe iknâ iledir prensibiyle- düzeltsin. Buna da güç yetiremezse kalbiyle buğz etsin’ buyurmuşlardır. (Müslim)
    Bir hareket, sorumluluk duygusuyla disipline edilirse hedefini bulur, herkese faydası olur. Efendimiz (sav) insanlara mes’uliyet almalarını teklif ediyordu. 
    Mus’ab bin Umeyr (ra) Mekke’nin en zengin ailelerinden idi. Nazik, medeni ve çok yakışıklı bir gençti. Uhudda Efendimiz’e kol kanat olmuş, kolları da başı da gitmişti. Dünyada iki mezar bile bize çok demişler, Hz.Hamza (ra) ile beraber Uhud’un bağrında tek mezarı paylaşmışlardır.
   Birinci Akabe biatından sonra, Medineli müslümanlara Kur’an’ı ve İslâm’ı öğretmesi için Hz.Mus’ab bin Umeyr (ra) gönderilmişti. Yesrib (Medine)’de Es’ad bin Zürâre’nin (ra) evinde misâfir kalıyordu.
   Medine’nin önde gelen, binlere hükmeden birlere İslâm’ın anlatılması ve sevdirilmesi gerekiyordu ki, geniş anlamda bir açılım olsun. Evs kabilesinin reisi Sa’d bin Muaz henüz müslüman olmamıştı. Mus’ab’ın mevcudiyetinden ve tebliğinden rahatsız idi. O’na (ra) engel olmak için kabilenin ileri gelenlerinden Useyd bin Hudayr’ı gönderdi; ‘Git ve ona anlat! Teyzenin oğlu Es’ad bin Zürâre’nin misâfiri olmasaydı ben O’na yapacağımı biliyorum’ dedi.
    Useyd bin hudayr, kızgın ve öfkeli bir şekilde Mus’ab’ın bulunduğu Es’a bin Zürâre’nin evine geldi. O’na, ‘niçin geldiğini biliyorum. Hayatından olmak istemiyorsan derhal buradan ayrıl!’ ikazında bulundu. Hz.Mus’ab (ra); ‘Hele biraz otur. Sözümüzü dinle, maksadımızı anla! Beğenirsen kabul edersin, beğenmezsen o zaman istediğini yaparsın, zaten gücüm sana engel olmaya yetmez’ dedi.
   Useyd bin Hudayr, ‘haklısın, doğru söylüyorsun’ deyip silahını çıkardı ve yanlarına oturdu. Hz.Mus’ab bin Umeyr (ra) İslâm’ı anlattı, Kur’an okudu. ‘Bu ne güzel bir söz!’ deyip hemen iman etti. Ardından da, ‘Ben gideyim size birisini göndereyim. Şayet o iman derse, bu belde de iman etmedik kimse kalmaz’ dedi.
   Useyd bin Hudayr (ra), Said bin Muaz’a gitti. ‘Onlara söylenmesi gerekeni söyledim. Vallahi onlarda ben bir problem görmedim’ deyince, Sa’d bin Muaz kalktı, kendisi onların yanına gitti.
    Hz.Mus’ab’ın (ra) kavl-i leyyinle; ‘Hele bir oturup dinlen ve beni dinle! Hoşuna gider beğenirsen kabul edersin, beğenmezsen biz vazgeçeriz, bize istediğini yaparsın’ ifâdesi üzerine, oturdu ve dinledi.
     Kendisine anlatılan hakîkatler karşısında çehresi değişti, şehâdet getirip müslüman oldu. Hz.Mus’ab’ın samimi,tatlı dil ve güleryüzlü nazik üslûbu ile Medine-i Münevvere’de girilmedik ev kalmadı.
     Kanuni Sultan Süleyman, süt kardeşi olan büyük islam alimlerinden ve ehlullahdan Yahya Efendi’ye mektup gönderip, Osmanlı Devlet’nin akıbetinin nasıl olacağını sorar? Yahya Efendi de kağıda, ‘Neme lazım, neyime gerek?’ yazar ve geri gönderir.
    Padişah merak edip yanına gider. Kardeşim niçin soruma cevap vermedin? Deyince; ‘cevap verdim, ama sizin anlayamadığınıza şaşırdım’ karşılığını verir ve şöyle açıklar:
   ‘Kardeşim! Bir ülkede haksızlık ve zulüm yayılır, bunu gören, işitenler de neme lazım, neyime gerek’ derler ve mâni olmazlarsa, bir koyunu kurt değil çoban yerse, fakirlerin, gariplerin, yetimlerin, masum, mazlum, mahkum ve muhtaçların, parçalanmış ailelerin feryadını taşlardan dağlardan başka kimse duymuyorsa, işte o zaman memleket ve milletin yok olmasını bekle!’
   Mes’uliyet duygusunun idrak ve şuurunda olanlar kanayan bir yara gördüğünde, ciğerleri yanar. Neslinin ateşler içinde yandığını gören aldırmayıp geçip gidemez. İtfaiye memuru gibi yangını söndürmeye, neslini kurtarmaya çalışır. Yoksa bir gün kendisi de o ateşten kurtulamaz. 
   Kalbinde iman taşıyan her mü’min, Allah’dan korkmalı, Efendimiz’in (sav) ruhaniyetinden sıkılmalı, maddî-mânevî değerlerine hiç bir şeyi alet etmeden sâhip çıkmalıdır.
    İslâm adına atılan her adımın arkasında Resûl-i Ekrem (sav) vardır. Bir mü’min arkasında zahir olarak Efendimiz’i görmek istiyorsa, bugün kendisine düşen vazifeyi yapmakla mükelleftir.
   Mes’uliyetinin idrak ve şuurunda olan bir mü’min, Kitap ve Sünnet’e dayalı, ehl-i sünnet anlayışı içinde dinini öğrenmeli; ihlâs, samimiyet, vefâ ve sdâkât üzere yaşamalı ve başkalarını aldatmayacak şekilde model olmalıdır.
    Mü’min, aynı zamanda esbabta kusur yapmama kaydıyla, Allah’dan gelen imtihanlara sabredip katlanmalıdır. Zirâ, en büyük belâ ve musibetler, Allah indinde en kıymetli kullar olan peygamberlere gelmiştir.
    Allah Resûlü’ne (sav) ve O’na inanan Ashâbına yapmadıkları kötülük bırakmadılar. 13-14 sene çekmedikleri ezâ, görmedikleri cefâ kalmadı. Onların başına gelenler -hâşâ- günahlarından dolayı cezâ olarak mı gelmişti. Yoksa; inandıkları, hak bildikleri dâvâya ne kadar sâdık olup olmadıklarını, sınıflarını geçmek için derslerine ne kadar çalışıp çalışmadıklarını test etmek için miydi?
     Hz.Allah (cc) Kur’an-ı Azimüşşan’da Ankebut sûresi 2. ve 3.âyetlerde;
    “Mü’minler sadece ‘iman ettik’ demeleri sebebiyle kendi hallerine bırakılıvereceklerini, imtihana tâbi tutulmayacaklarını mı zannettiler?
     Biz elbette, kendilerinden önce yaşamış olanları denedik. Allah elbette, şimdiki mü’minleri de imtihan edip iman iddiasında sâdık olanlarla, samimiyetsiz olanları elbette bilecektir” buyurmaktadır.

25 Haziran 2018 08:24
DİĞER HABERLER