Bediüzzaman’ın Maraş’taki ilk talebesi olan ve MİT’in listesinde adı ilk sırada ‘anarşist Nurcu’ olarak geçen Mustafa Ramazanoğlu Aksiyon’a konuştu.
"Saçlarım adedince başlarım olsa, her gün biri kesilse, hakikat-i Kur’an’iyeye feda olan bu baş, size eğilmeyecektir.’
Sözlerin sahibi Said Nursi’dir. Bediüzzaman, bu sözleri bir mahkeme müdafaasında sarf etmiştir. Demokrat Parti’nin yeni iktidara geldiği 1950 senesinde, Necip Fazıl Kısakürek’in çıkardığı Büyük Doğu Mecmuası’nda yayımlanan bu sözler, zaten dergiyi hiç kaçırmadan takip eden Mustafa Ramazanoğlu’nu adeta büyüler. Aynı zamanda Büyük Doğu Cemiyeti’nin Kahramanmaraş kurucusu olan Ramazanoğlu, Bediüzzaman’ın kahramanlığına âşık olur. Ve orda bir karar verir; onu ziyarete gidecektir. Hemen otobüse atlayıp adres almak için Büyük Doğu’nun İstanbul Cağaloğlu’ndaki merkezine varır. Necip Fazıl’ı sorar, orada olmadığı cevabını alır. Çalışanlardan Ahmet Ramazan isimli biri, ona, Necip Fazıl’ı ne yapacağını sorar. Ramazanoğlu, ondan, Bediüzzaman’ın adresini isteyeceğini söyler: “Ahmet Ramazan, ‘Bediüzzaman’ın adresini o bilmez ki, ben bilirim’ dedi. ‘Ver öyleyse gideyim’ dedim. ‘Ama’ dedi ‘o zat her ziyaretine gideni kabul etmez. Tam ihlas ve samimiyetle gideceksin ki kabul etsin.’ Ben ‘Maraş’tan İstanbul’a bir adres almaya gelen adamda ihlas olmaz mı? dedim.”
Ramazanoğlu büyük bir mutluluk içerisinde yola çıkar. Kendisine verilen adres Emirdağ’ındaki Mehmet Çalışkan’ın bakkal dükkanıdır: “Gittim. Mehmet Çalışkan bana dedi ki ‘Bugün Üstad çok hasta, hiç kimseyi ziyaretçi getirme, kabul etmeyeceğim dedi, götüremem.’ Götürürsün-götürmezsin, iki saat sürtüştük. Çok ısrar ettim.” Israrlara dayanamayan Çalışkan, Bediüzzaman’a gidip sorar ve gülümseyerek geri döner: “Hemen gittik. Ahşap bir ev... Ben o zaman milliyetçiyim, ama kendimi Avrupa kılığına, kıyafetine kaptırmışım. Bıyığım tıraş, kolalı gömlek, kravat. Böyle Üstad’ı ziyarete gidiyorum. İçeri girdim. Üstad böyle dirseğini yastığa koymuş, başını avucunun içerisine almış, istirahat halinde idi. Elini öptüm, yerdeki mindere oturdum. Üstad bana dedi ki ‘Bugün çok hastayım. Hiç kimseyi ziyaretçi olarak kabul etmeyecektim. Fakat senin ismin söylenince içime büyük sevgin dokundu. Derhal getir dedim’ Ve ‘Nereden geliyorsun?’ diye sordu. ‘İstanbul’dan geliyorum’ der demez böyle bir çeviklikle sıçradı, karyolanın ortasına oturdu. ‘Ne biliyorsun bana söyle’ dedi, ‘Orda benim talebelerime işkence ediyorlarmış. Benim cımbızla etimi çeksinler, talebelerime dokunmasınlar.’ Beş dakikadan fazla tutmazmış ama biz yarım saat kaldık. Tabii ben Üstad’la konuşurken en ufak bir çekingenliğim yok. Böyle tam hürriyet içerisinde, pervasız konuşuyorum. Üstad da böyle severmiş. Beni söyletiyor söyletiyor gülüyor. Ceylan Çalışkan çamaşırlarını yıkıyordu. Ona yardım ettim. O bitince gideceğimiz vakit yaklaştı diye düşünerek, bizim ‘Maraş’ta Müftü Hafız Ali Efendi’ye selamınızı söyleyeyim mi?’ dedim. Güldü. ‘Madem hüsnüzannın var, selam söyle’ dedi. Ondan sonra ‘Eserlerinizi okumak istiyorum. Nereden temin edebilirim?’ dedim. Neşe içerisinde gülerek ‘Seni talebem olarak kabul ettim oğlum’ dedi. ‘Elazığ’da Hulusi, İslahiye’de Zübeyir var. Git onlardan iste, al.’ Adres yok, soyad yok, Elazığ’da Hulusi, İslahiye’de Zübeyir. Dedim ‘Verirler mi?’ ‘Benim selamımı söyle, verirler’ dedi.”
Maraş’a varana kadar her şey Mustafa Ramazanoğlu’nun gönlüne göre olur; hatta sonrasında bile: “Kendi kendime düşündüm. Elazığ, bir vilayet. Orada Hulusi’yi kim tanır? Ama İslahiye küçük bir kaza. Belki bir posta memuru götürmüş posta, telgraf, mektup vermiş olabilir. Postanesine bir telefon açıp posta memurlarına bir sorayım dedim.” Ramazanoğlu, aradığını daha ilk görüşmesinde bulmuştur: “Ben Zübeyir Gündüzalp’ dedi. Konuştuk. Ve heyecanla ‘Ne! Sen o zatı gördün mü?’ dedi. Adresimi istedi ve hemen geldi. Beni bir kucakladı. Gözlerimden öptü.” Gündüzalp heybesinin içerisinde de o zaman Osmanlıca olan Zülfikar, Sözler, Siracünnur, Mesnevi-i Nuriye, Mektubat, Tılsımlar Mecmuası’nı getirir ve risaleler hakkında iki saat boyunca sohbet eder onunla. O gittikten sonra da Ramazanoğlu kitapları alıp Maraş Müftüsü Hafız Ali Efendi’ye götürür: “Çünkü müftü ‘aldığınız bir kitabı bize göstermeden okumayın. Kafanız karışır’ diyordu. Müftü ‘Bırak da git’ dedi. Bir müddet sonra sorduğumda ‘Oğlum Mustafa. 200 seneden beri dünyaya böyle bir eser gelmedi. Bundan sonra da geleceği meçhul.’ dedi. ‘Hocaefendi ver öyleyse ben de okuyayım kitapları’ dedim. ‘Yok git sen kendine başka temin et’ dedi. Ve Ondan sonra biz hizmete başladık.”
Değil Risale-i Nur’un, Kur’an-ı Kerim’in bile okutulmasının yasak edildiği bir devrede yetişmişti onlar. Öyle bir devirdi ki, mesela Kahramanmaraş’ta 28 cami satılarak ibadet yeri olma vasfından çıkarılmıştı. Bunlardan bir tanesi olan Şeyh Müslim Camii, CHP tarafından parti ocağı yapılmak üzere satın alınmış, ancak 1950 seçimleri imdada yetiştiği için cami, vasfını kaybetmemişti. İşin ilginci seçimlerden sonra halk, CHP’lilere tazyik ederek, satın aldığı meblağın on misli fazlasını partiye ödeyerek ibadethanesine sahip çıkmıştı.
Böyle sıkıntıları sıklıkla yaşayanlardan biri, Kahramanmaraş’ta doğup büyüyen ve Bediüzzaman’ın buradaki ilk talebesi olan Mustafa Ramazanoğlu idi... O, Risale-i Nurlara ve dindarlara yapılan hücum ve saldırıları kabul etmeyen, her seferinde bunlara gerek mektup, gerek telgraf ve gerekse zamanın İttihat, Yeni İstiklal, Bugün, Yeni Asya, Babıali’de Sabah, Zaman gazeteleri ile Hilal dergisinde yayımlanan sert yazıları ile cevaplar verdi. Bu yüzden sık sık hapishanelere atılan Ramazanoğlu, mahkeme günü geldiğinde de beraat ederdi. 24 defa mahkemeye sevk edilen Mustafa Ramazanoğlu, 8 defa tutuklanmasına rağmen bizzat kendisinin yaptığı savunmalarla her seferinde beraat etmişti. Bu kadar davaya rağmen sabıka kaydı dahi yoktu.
‘İHTİLALCİLER TELGRAFI DEĞİŞTİRMİŞ’
Ramazanoğlu’nun çektiği telgraflardan biri de 27 Mayıs 1960 İhtilalinden sonra Yassıada’nın gizli belgeleri arasına giren telgraftı. Said Nursi vefatından birkaç gün önce hasta haliyle Urfa’ya gitmişti. Hayatının son zamanlarını peygamberler şehri Urfa’da geçirmek isteyen Nursi’yi, devrin İçişleri Bakanı Namık Gedik başta olmak üzere resmî makamlar şehrin dışına atmak istiyordu: “Gedik devamlı Bediüzzaman Hazretlerini ve bizi takip etti. İhtilalden az zaman önce Üstad Hazretleri çok ağır hasta. Vefat etme düşüncesiyle Urfa’yı teşrif ettiler. Oraya gittikten sonra Namık Gedik telefon ediyor valiye. Diyor ki ‘Bediüzzaman’ı Urfa’nın dışına atın.’ İşte o zaman, Üstad’ın hizmetinde olan Abdullah Yeğin Ağabey bana telefon etti. ‘Ramazanoğlu Üstad’ın sağından soluna dönecek hali yok. Çok hasta. Fakat emniyet mensupları ‘burada durmayacaksın’ diye tazyik ediyor. Acaba Adnan Menderes, Sıtkı Yırcalı, Namık Gedik’e birer telgraf çekilse bu zulüm durmaz mı diye düşünüyoruz’ dedi.”
Aldığı haberden dolayı gözyaşlarına boğulan Mustafa Ramazanoğlu, bunu bir emir telakki ederek, bahse konu üç kişiye de ezberinden okuduğu şu metni telgraf çeker: “Cenup vilayetlerini seyahate çıkan Said Nursi Hazretlerinin siyasetle asla alakası yoktur. Kendisi bu memleketin ferdi ve evladı olması hasebiyle Türkiye’nin her memleketinde gezmek hakkını haizken, Urfa emniyet mensupları ‘Bu memlekette durmayacaksın’ diye tazyik ediyorlar. Bu kanunsuz muameleyi durdurun. Beşbin kişi namına Nur talebesi/Mustafa Ramazanoğlu”
Fakat Ramazanoğlu, o telgrafın ihtilalciler tarafından epey değiştirildiğini söylüyor bugün. Çünkü Zaman gazetesinin ortaya çıkardığı, Yassıada gizli belgeleri arasına 5 Kasım 1960 tarihinde dahil edilen ve Namık Gedik adına yazılmış telgrafta “ellerinizden öperim’ gibi bir ifade yer alıyor: “Üstad’ı ‘çöp arabasına koyup atın’ diyerek hakaretine devam eden adama telgrafımda böyle bir ifade kullanarak zillete düşeceğime hiçbir insaf sahibinin inanmayacağı kanaatindeyim.” Ramazanoğlu, ayrıca, sadece Gedik’e değil, Menderes ve Yırcalı’ya da telgraf çektiğini hatırlatıyor.
Adnan Menderes, telgrafı alır almaz hemen telefon eder ve valiye “Dokunmayın o zat’a” der. Bir gün sonra, 23 Mart 1960 tarihinde de Bediüzzaman ahirete intikal eder. Zaten Bediüzzaman üç gün önce gelmiştir Urfa’ya: “Üstad Hazretlerinin vefatını da Abdullah Yeğin Ağabey’den öğrendim. Hıçkırıklarla ağlamaya başladım. Koşuyorum bir araba bulup Urfa’ya gideceğim. O sırada, kendisi de Risale-i Nurları okuyan Tiyeklioğlu Ökkeş diye bir zat’a rast geldim. Telaşımı ve niye ağladığımı sordu. ‘Araba tutup Urfa’ya gideceğim’ dedim. O da ‘O zaman sen Üstad’ın fikrine aykırı hareket etmiş olursun. Burada oku, dakikasında oraya gider. Sen şimdi taksi tutup bir sürü para vereceksin. Üstad bu israfa razı olmaz’ dedi. Kafama bir karınca attı. Hemen müftülüğe geldim. Hafız Ali Efendi’ye sordum. O da ‘Eğer burada vazifem olmasaydı, -ikindinin vaazını yapıyordu- şu kör gözümle o evliyanın cenazesine ben de giderdim’ dedi. Bana dünyayı bağışlasa o kadar ikram olmazdı. Bunun üzerine atladım arabaya hemen gittim. Ve Üstad’ın başında 24 saat Kur’an okuduk. Yalnız biz değil, böyle 30 kişi 30 kişi, belki 5 dakikada bir hatim indirdik. Ertesi gün cumada kaldırma kararları vardı. Ancak çok fazla kalabalık olunca vali perşembe günü ikindi namazında kaldıracaksınız diye baskı yaptı.”
İNÖNÜ’NÜN HEDEFİ
Bir başka hadisede ise, 1963 senesinde İnönü, Genelkurmay Başkanlığı’na Cemal Tural’ı getirmiştir. Tural’ın ilk vazifesi orduya bir tamim göndermek olur. Ulus Gazetesi’nde yayımlanan tamimde Nurcular aleyhinde ağır ithamlar vardır: “Nurcuların amacı devleti ele geçirmektir. Laikliği kaldırmak ve din kurallarına göre devleti yönetmek ve bu suretle bir çeşit dinî diktatorya kurmak isteyen Nurcularla ordu personeli savaşmalıdır.”
Bu dehşet ifadeler karşısında Ramazanoğlu yine kalem ve kâğıdına sarılır: “Bizi ordu ile savaştıracak. Fakat bu aslında İnönü’nün emri ile yapılmıştı. Bundan evveli var. Aynı sene içerisinde İnönü bir kanun tasarısı getirdi Meclis’e. Tasarıya göre Nurcuları Türkiye sınırları dışına sürecekler. Müebbet hapislik, idam cezası gibi akıl almaz ağır maddeler getiren bir tasarı. Bu tasarı komisyonlardan geçti, Meclis’e geldi. Oylandı mı bitti.” Adalet Bakanı Sedat Çumralı’dır. Ramazanoğlu hemen Sedat Çumralı’ya ‘Beş bin kişi adına Nur talebesi Mustafa Ramazanoğlu’ imzalı bir telgraf çeker. Ramazanoğlu, bununla da yetinmeyip iki arkadaşı ile birlikte Ankara’nın yolunu tutar. AP Genel Başkan Vekili Sadettin Bilgiç ve Adalet Partisi milletvekillerine durumu anlatır.
İşte Ramazanoğlu, bu kanun tasarısından az bir zaman sonra Cemal Tural’ın yayımladığı bu tamim ile tekrar harekete geçer. Bizzat Tural’ın şahsına uzun bir mektup kaleme alır ve orada ‘Bu eser külliyatını okumalısınız. Eğer Türk milletine, gençliğe, vatana zararlı görüyorsanız yasaklamalısınız. Faydalı olduğunu görüyorsanız bu eserler hakkında neşriyat yapan basına bir şamar vurmalısınız’ der. Tural, kendisine iadeli taahhütlü gönderilen mektuba fiili cevap verir: “Hemen bir hafta içerisinde bir tamim daha yayımladı. Bu sefer komünizme vurdu, Müslümanları tuttu orada.”
O, bu yazıları yazdığı zaman, İnönü’nün hazırlattığı kanun tasarısı henüz Meclis’tedir. İnönü, bu tezine halkın desteğini sağlamak için çeşitli vilayetlerde toplantılar tertip edilmesini de ister. Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri Orgeneral Refet Ülgenalp de bu amaçla Maraş’a gelir ve Nurcular aleyhinde bir konuşma yapar. Ramazanoğlu’nun yapısını bilen arkadaşları, ona bu toplantıya katılmamasını önerir. Ülgenalp, konuşmasında Bediüzzaman’ı peygamberliğini ilan etmiş olmakla itham eder. Ramazanoğlu, ona karşı da ağır ifadelerle bir yazı kaleme alır. Bu, başında Mustafa Polat’ın bulunduğu Erzurum’daki Hareket Gazetesi’nde yayımlanınca da ağır cezalık olur.
Mustafa Ramazanoğlu’nun bir de Süleyman Demirel’e çektiği telgraf vardır. Demirel daha yeni girmiştir Meclis’e. Halkın tek parti olarak iktidara getirdiği Demirel’in AP’si, anayasa nizamını koruma kanunu adı altında, ölü veya sağ, bir kimsenin ideolojisini veya şahsını övmeye bir seneden beş seneye kadar mahkumiyet öngören bir çalışmaya imza atmak üzeredir: “Kanun tasarısı Meclis’e geliyor. Oylanacak. Biz telgraflara dayandık. Türkiye çapında 200 binin üstünde telgraf çekildi ve Yeni Asya’da devamlı neşrolundu bunlar.” Tasarı kanunlaşmaz. O, hayatı boyunca tepkilerini gerek mektup yoluyla gerekse çektiği telgraflarla hep dile getirir. 12 Haziran 1968 tarihli Tercüman Gazetesi’nde Yargıtay üyesi İmran Öktem’in ‘Allah’ı yaratan insandır’ şeklindeki basın toplantısında sarf ettiği beyanatına gereken cevabı da yine o verir. Ramazanoğlu, ayrıca, rahmetli Turgut Özal’dan eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’e kadar pek çok şahsa açık mektuplar yazar.
Ramazanoğlu, Millet Partisi’nin Maraş’taki kurucusu olmasına ve 1954 seçimlerinde adaylığını koyup 18 bin oy almasına rağmen, sonraki yıllarda Bediüzzaman’ın diğer talebelerinin ısrarları karşısında bile Meclis’e girme tekliflerini hiçbir şekilde kabul etmez: “1954 seçimlerinde ekseriyet sistemi olduğu için biz mebus çıkaramadığımız gibi DP’nin çıkarmasını da engelledik. Halk Partisi çıkarttı. O zaman ben kafama taktım bunu. Dedim ki ‘Mustafa sana bu siyaset yaramaz. Bak bunların iş başına geçmesine sebebiyet verdin. Çekil. Çekildim, bir daha da girmedim. O zaman Üstad’a da şikayet etmişler beni ağabeyler, ‘Mustafa Ramazanoğlu parti kurdu. Siyaset yapıyor’ diye. Üstad da ‘Ona karışmayın. O bize gelir’ demiş. Üstad’dan sonra teklifleri kabul etmeyince de Mustafa Sungur Ağabey’e söylemişler. O da dedi ki bana ‘Ramazanoğlu, adaylığını koyman için kanuni bir engel mi var?’ ‘Yok’ dedim ‘fakat Risale-i Nur talebesi olmam kafi değil mi?”
Mustafa Ramazanoğlu için tam bir mücadele adamı, demek doğru olur sanırım. Soyadından da anlaşılacağı üzere Ramazanoğulları Beyliği’nden gelen bir aileye mensup olan Mustafa Bey’in şeceresi, beyliğin kurucusuna kadar ulaşıyor. Ancak onun ailesi Ramazanoğulları’ndan geçmiş Piri (Mehmed) Paşa’yla birleşiyor. Ramazanoğlu’nun şeceresi, kendisi söylemek istemese de seyyidlik mevzuundan Piri Paşa’ya intikal ediyor.
Ramazanoğulları genellikle Osmanlı’nın hedefi olmamış. Çünkü beylik Osmanlı’ya asker ve para yardımında bulunmuş. Beyliğin tek problemi kendi içindeki birbirini çekememezlik olmuş. Osmanlılar da yeniden bir güç olmaması için onları değişik vilayetlere dağıtmış. Cumhuriyet döneminde ise ‘zade’ gibi soyadı almak mümkün olmadığı ve Ramazan da arapça olduğu için aile bu soyadını alamamış. Mustafa Ramazanoğlu’nun dedesi Gölşen Hoca (gözleri yeşil olduğu için Maraş’ta böyle adlandırılmış) lakaplı, Dar-ül Fünun mezunu, âlim bir zat olan Ahmet Efendi de ‘Ramazan’a oruç yakışır’ diyerek Oruç soyadını almış.
Maraş’ın kurtuluşundan iki sene sonra, 1922 yılında dünyaya gelen Mustafa Ramazanoğlu, askerliğini Oruç soyadı ile yapmış. Fakat askerden sonra, zaten Maraş’ta herkesin Ramazanoğlu diye bilip hitap ettiği aile, mahkeme yoluyla da olsa asli soyadına dönmüş. Türkiye’de İzmir, İstanbul ve Karabük başta olmak üzere birçok yerde akrabaları bulunan Ramazanoğulları, Mahmud Sami Efendi ile de aynı aileden.
KUR’AN OKUTMAKTAN MAHKÛM
Mustafa Ramazanoğlu’nun babası da alim bir kişilik olarak tanınmış Maraş’ta. Henüz 1,5 yaşında iken vilayette zuhur eden bir göz hastalığından âmâ olan Hafız Halil İbrahim Ramazanoğlu, günde dört sahife ezberleyerek, 8 yaşında hafızlığı tamamlamış. 59 sene hatimle teravih kıldıran ve “Kafirler Kur’an’ı ortadan kaldırsalar, ben Allah’a güvenerek söylüyorum, Kur’an’ı bir esresi veya üstünü eksik olmaksızın yeniden yazdırabilirim” diyecek kadar Allah kelamına hâkim olan İbrahim Ramazanoğlu, vaktini Şeyh Müslim Camii’nin hücresinde çocuklara Kur’an öğretmekle geçirmiş. Malum devrede “Çocuklara ‘Kur’an öğretiyor” diye ihbar edilerek ‘suçüstü’ yakalanan İbrahim Efendi, tutuklanarak hapsedilmiş: “Babamın Kur’an öğretme suçu sabit olduğundan hapse mahkum edildi. Mahkemenin verdiği gün kadar tutuklu olarak hapis yattığı tespit edildiğinden, babam hapishaneden çıkarıldı.” İbrahim Efendi, çıktıktan sonra müftü Hafız Ali Efendi’ye gider ve “Hocam üzerimde sabıka kalmaması için bu hükmü temyiz etmek istiyorum” diye danışır. Hocanın cevabı da ibretlik olur: “Hayır, temyiz etme. O aleyhindeki karar mahşerde senin beratın için bir belgedir.”
İşte bu İbrahim Efendi ile Hacer Hanım’ın on erkek çocuğundan ikincisi olarak dünyaya gelen Mustafa Ramazanoğlu, ağabeyi ile birlikte evi geçindirmek zorunda oldukları için tahsil imkanı bulamaz. Önce dokumacılık yaparak evin iaşesini kazanırlar. 14 yaşından sonra bakırcılık sanatını öğrenir, bu alanda fabrika sahibi olur. Fıtratında var olan zulme boyun eğmemek sebebiyle sürekli mahkemelere çıkıp, hapislere atılınca iflas eder. Ancak o yılmaz, zamanla başka işlere yönelir.
Sonradan dışarıdan imtihan vermek suretiyle ilkokulu bitiren Ramazanoğlu, kendilerine Kur’an dersi veren hocasının evi haftada en az üç kez baskına uğradığı halde küçük yaşta Kur’an’ı öğrenir. Müslümanlar için çok zor geçen bu süreç, 1950 seçimlerinden sonra kısmen de olsa hafifler: “DP devrine kadar Üstad Hazretlerini 28 sene hapiste çürüttüler. Adnan Menderes taraftardı. Onun için DP devrinde, 1956’da, Menderes Risale-i Nurların serbest olmasına dair beyanatta bulundu. Ve 1957’de ilk büyük Sözler basıldı. Menderes Risale-i Nurların baskısı için 10 ton da kâğıt hibe etti.” Bu dönemde Said Nursi eskisi kadar mahkemeye verilmese de bu sefer Nur talebeleri sık sık hâkim karşısına çıkmak durumunda kalıyordu. O süreçte Nur talebelerine iki bine yakın dava açıldı; bir kısmı savcılık tarafından takipsizlik kararı ile ortadan kalktı, kalanları da beraatle sonuçlandı.
Bediüzzaman’ı ilk ziyaretini 1950 yılında gerçekleştiren Mustafa Ramazanoğlu, onu 8-10 defa daha ziyaret eder; çoğunu da 1952’de gerçekleştirir. Bunlardan bir tanesi, İstanbul’da, Üstad’ın Gençlik Rehberi’nden dolayı verildiği mahkeme sırasında vuku bulur: “İstanbul’un Belediye Tabibi vardı Nihat Ongun. Onun yanına gittim. Bediüzzaman’ı ziyaret edeceğim konusu açılınca ‘Ben de geleyim’ dedi. Ben kiminle gittimse Üstad kabul etti. Tramvayla Sirkeci’ye gittik. Akşehir Palas Oteli’nde kalıyordu. Haber verildi, girdik. Ben orada doktoru takdim edince Üstad ona bir konuşma yaptı. Dedi ki ‘Ben iki meslek erbabına çok kıymet veririm. Biri muallimler, diğeri doktorlar. Çünkü imanlı muallimler körpe dımağlara imanı, İslam’ı yerleştirir. Doktorlar da insanların en muzdarip zamanında mütesellisidir. Sana tavsiyem şu olsun. Bir hasta tedavi ettiğin zaman ücreti 100 lira değerken 2,5 lira verirlerse bereket versin de, cebine at. Zannetme ki 97,5 lirayı kaybettim. Sadaka olarak defterine geçer.’ Çıkınca doktor boynuma sarıldı.”
Bir başka ziyareti de Bediüzzaman’ın yine Akşehir Palas’ta ikamet ettiği sırada gerçekleştirir. Ramazanoğlu beraberindeki iki arkadaşına Üstad’ı ziyaret edeceğini söyler: “Hani ilk ziyaretimde ihlaslı olmaktan bahsetmişlerdi ya. O iki arkadaş da namazında niyazında. Bir tanesi daha vardı ki, o da ‘Ben de geleceğim’ dedi. ‘Yok sen gelme’ dedim. ‘Niye?’ dedi. ‘Yahu sen ‘Bu adam nasıl bir adam, şunu göreyim’ diye geliyorsun’ dedim. ‘Evet’ dedi. ‘İşte o gayeyle geldiğin için bizi de kabul etmez’ dedim. Neyse takıldı bize, geldi. Abdullah Ağabey’e ‘ziyarete geldik’ dedik. Üstad bizi kabul etmedi, geri döndük. Öteki iki arkadaşa ‘Gelin, biz bunu atlatalım, ondan sonra gidelim, Üstad kabul eder’ dedim. Vitrinlere bakarak o arkadaştan uzaklaştık. Bir saat sonra, bu sefer üç kişi tekrar geldik. Üstad Hazretleri kabul buyurdular, duasını aldık, çıktık.”
TÜRKLER SENİN KIYMETİNİ BİLMİYOR
Ramazanoğlu’nun naklettiği hatıralardan biri de, 1950 senesinde, ülkede DP döneminin başlaması ile Türkiye’ye gelen Pakistan Milli Eğitim Bakan Yardımcısı Ali Ekber Şah’la alakalıydı. Şah’ın Türkiye’ye geleceğini duyan, Pakistan’ın önde gelen ulemaları Müslümanlarla alakalı Bediüzzaman’a 70 sual hazırlar. Ali Ekber Şah, Türkiye’de önce meslekdaşı Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri ile görüşür. Ona Bediüzzaman’la görüşme isteğini de iletir. İleri de, Salih Özcan’a haber verir ve bu ziyaretin kimseye duyurulmadan yapılmasını ister: “Ali Ekber Şah, o da âlim bir zat. Üstad’ı şeyh zannediyor. Yolda giderken Salih Özcan’a diyor ki ‘Üstad’ın kaç tane arabası var? O da ‘Üstadın hiç arabası yok’ diyor. Biraz daha gidiyorlar yine soruyor. ‘Üstadın kaç apartmanı var?’ ‘Üstadın hiç evi yok’ cevabını veriyor. O, tekrar ‘Ben sordum, Üstad’ın bir milyon talebesi var Türkiye’de. Her biri 1 lira verse o paraya 20-25 tane ev alınabilir. Nasıl olur da Üstad’ın arabası, apartmanı olmaz?’ Salih Özcan da ‘Üstad hediye almaz ki’ diyor. Hiç kimseye haber vermeden gidiyorlar. Fakat Üstad manevi sahadan tabi haberini almış. Zübeyir Ağabey yanında. Ona diyor ki ‘Emirdağ’ın dışına çık, bekle. Misafirim geliyor, onları al da gel.’ Zübeyir Ağabey gelen taksiyi durduruyor. ‘Üstad misafirini bekliyor, buyurun götüreyim’ diyor. Karşılaşır karşılaşmaz da Üstad ona ismi ile hitap ediyor. Üstad orada Ali Ekber Şah’a konuşma yapıyor. ‘Ali Ekber kardeşim’ diyor ‘sizin hatırınıza şöyle bir şey gelebilir. Biz o meseleyi Risale-i Nur’un filan yerinde şöyle hallettik. Sizin hatırınıza böyle bir şey gelebilir, biz o meseleyi Risale-i Nur’un filan yerinde böyle hallettik’ diye diye, o sormadan 70 sualin cevabını veriyor. Ali Ekber Şah ayağına kapanıyor. Ağlıyor. Diyor ki ‘Üstadım ben bir hafta kalayım, bana ders ver.’ ‘Sen siyasettesin, ben seni bu defa kabul ettim. İkinci bir defa kabul etmem. Ancak sana verdiğim bu ders 20 senelik ders. Seni 20 senelik talebem olarak kabul ediyorum’ diyerek iltifat ediyor. Şah da Bediüzzaman’a diyor ki ‘Üstadım Türkler senin kıymetini bilmiyor. Gel ben seni Pakistan’a götüreyim.’ Üstad aynen şu cevabı veriyor. ‘Hayır. Yara burada başladı tedavi burada görecek. Türk milleti bin senedir âlem-i İslam’ın bayraktarlığını yaptı, bundan sonra da yapacak. Ben eğer Mekke, Medine’de yaşıyor olsaydım buraya gelirdim. Cenab-ı Hak ayet-i kerimede buyuruyor ki’, Türkçe, meali ile, ‘Öyle bir kavim gönderdim. Onlar Allah’ı sever. Allah da onları sever.’ ‘Ben de bu beyanı ilahi karşısında düşündüm. Bunun, bin seneden beri âlem-i İslam’ın bayraktarlığını yapanın Türk milleti olduğunu bildim. Ve Türk milletine hizmeti vazife telakki ettim.”
Ali Ekber Şah’ın o ziyaretinde bir başka hadise daha yaşanır: “Gidecekleri zaman Zübeyir Ağabey geliyor, ‘Üstad’ diyor ‘misafirini yolcu etmeye geliyor.’ Birlikte arabaya biniyorlar ve Emirdağ’ın dışına çıkıyorlar. Orada ‘Ben’ diyor ‘ineyim böyle. Siz yolunuza devam edin.’ Üstad inince hep iniyorlar tabi. Ali Ekber Şah, Üstad için Pakistan’da özel bir kumaş dokutmuş, elbiselik. Onu çıkarıyor ve ‘Üstadım bunu sizin için özel olarak dokuttuk. Lütfen kabul buyurun. Bir elbise yaptırın, giyin’ diyor. Üstad diyor ki ‘Ali Ekber Şah kardeşim. Aldım, kabul ettim. Ben sana hediye ettim. Sen kendine elbise yaptır, giy.’ Biraz ısrar ediyor, olmuyor. Onu bırakıyor, bir kese altın getirmiş. Üstad’a diyor ki ‘Üstadım bunu hiç olmazsa harçlık yap.’ Üstad yine aynı. ‘Kardeşim aldım, kabul ettim. Ben sana hediye ettim. Sen harca.’ Onun üzerinde biraz fazla ısrar ediyor, alması için. Zübeyir Ağabey müdahale ediyor. ‘İncitiyorsunuz, yapmayın. Düsturunu bozmaz. Hayatta hiç kimseden hediye almamış, bunu da alması mümkün değil. İncitmeyin’ diyor. Onun üzerine vazgeçiyor. Arabaya binip, onlar gidiyor Ankara’ya. Ali Ekber Şah, orada gençliğe bir konuşma yapıyor. O konuşmasını kardeşler teybe alıyor. Ve yazıya döküp Üstad’a getiriyor. Üstad okuyor ki hepsi kendinin methiyesi ile dolu. Üstad methedilmeyi istemeyen birisi. Eline kalemi alıyor, övgüleri çiziyor. Nihayet az bir şey kalıyor geriye. Biri de şu: Diyor ki Ali Ekber Şah ‘Ben 40 senedir âlem-i İslam’da aradığımı Türkiye’de buldum. Bediüzzaman yalnız büyük Türk milletinin değil bütün âlem-i İslam’ındır. Ondan âlem-i İslam’ın mukadderatına dair pek çok soracaklarım vardı. Bütün müşküllerim bir saat içinde halledildi. Şimdi memleketime büyük müjdelerle dönüyorum. Şimdiye kadar ilim ve fazileti ile tanınmış birçok âlim gelmiş geçmiştir. Bunların çoğu mükafatını ya mülk ve servet yahut şeref ve şöhret şeklinde elde etmişlerdir. Halbuki Bediüzzaman’ın evinde yakacak bir lambası bile yok.’ Mum ışığında tashihat yapıyor. Öyle iktisada riayet ediyor ki, kimseye muhtaç olmayayım diye.”
MİT’E GÖRE ANARŞİST NURCU
1952 yılı Ramazanoğlu için her zamanki gibi hareketli geçer. Lise öğrencisi olan Hüseyin Üzmez gazeteci Ahmet Emin Yalman’ı vurmuştur o yıl. Üzmez, Büyük Doğu’cu diye Malatya’daki Büyük Doğu Cemiyet’i basılır. Ramazanoğlu’nun Malatya teşkilatı ile irtibatı vardır. Cemiyet’teki bir dosyada onun yazıları çıkar. Gazeteler, Maraş’ta da 4-5 evin aranacağını yazar. Mustafa Ramazanoğlu, ilk sırada kendisinin olacağını tahmin de eder: “Necip Fazıl hapishanede iken bana yazdığı bir mektubu vardı. Celal Bayar’a da biraz hakaretamiz lafları vardı. ‘Bunlar da Halk Partisi infazcıları’ filan diye siyasi bir mektup. Bir de Kısakürek, hapishaneden benden harçlık istiyor. O zamanın kıymetli parası ile 700 lira para göndermişim. Onun makbuzu da ticari dosyamın arasında kalmış. Ayrıca Risale-i Nurlardan Zühretünnur’u buldular o aramada. Hem Nurculuktan hem müşevviklikten beni iki yönden hemen hapse attılar.”
Maraş’ta tutuklanan Ramazanoğlu, Malatya’ya sevk edilir. Burada 70 gün hücre hapsinde tutulan, yemek dahi verilmeyen, fakat gardiyanlar tarafından sevildiği için parasıyla dışarıdan zeytin ekmek aldıran Ramazanoğlu, tabii ki beraat eder.
Bütün bu cesur savunma ve hizmetleri neticesinde Ramazanoğlu’nun adı, MİT’in listesinde, en başta yer alır, ‘anarşist Nurcu’ olarak geçer. İsmini listenin başında gören kişi, Ramazanoğlu’nun damadına ‘Başına iş açacak. Vazgeçsin bu işlerden’ der. Bunu öğrenen kızı da babasına telefon açar: “Kızıma ‘Biz kafayı koymuşuz bu yola’ dedim. Onun için her hadisede mutlak benim yakama yapışırlardı yani.”
Her seferinde yakasına yapıştıkları için, o zaman Milli Birlik Komitesi’nin çıkardığı bir kanunla, valiler ve kaymakamlara tanınan yetki sonucunda ya hapsolacaktır ya da Maraş’ın dışında bir yere gidecektir. Zaten, sürüldüğü Sivas’tan yeni dönmüştür. Halk Partililerin ihbarları onu rahat bırakmaz yine: “Vali diyor ki ‘İhbar var. Maraş’tan nereye gidersen git. İçeri mi alayım, gidecek misin?” Ramazanoğlu bunun üzerine Adana’ya gider. Orada, kendisini eskiden tanıyan birisi onu bir çeltik fabrikasına para almadan üçte bir ortak eder. Dahası, Adana’da o tarihlerde dershane yoktur: “Abdullah Yeğin Ağabey’i de Urfa’ya sürmüştüler. O, Antep’e gelmişti. Onu çağırdım. Avukat Hüsamettin Akmumcu da Isparta’dan sürülmüş. Onun da Adana’da bacısı vardı. O da geldi. Üçümüz birleştik, dershane açtık. Hâlâ devam ediyor.” 1960 yılında sürgün edilen Ramazanoğlu, 16 ay sonra ancak memleketine geri dönebilir. 15 yaşında evlenen Ramazanoğlu, askerliğini ise Eskişehir’de yapar. İkinci Dünya Savaşı sırasında askere gittiği için terhis olmaktan ümidi kestiği bir anda, 42 ay 6 gün üzerine, askerliğini tamamlayıp memleketine döner. Üçüncü evliliğinde ise akrabası da olan Güllü Hanım’la dünya evine giren ve 9 çocuk sahibi olan Ramazanoğlu, Ankara’da Diyanet Reisi’ni ziyarete gittiği bir zamanda da Fethullah Gülen Hocaefendi ile tanışır: “Çok geç tanışma bahtiyarlığına mazhar oldum’ dedi, bana iltifat etti Hocaefendi. Sonra ikinci konuşmamız İzmir’de Mustafa Birlik’in mağazasının yazıhanesinde oldu.” Ramazanoğlu, 1974 yılında ise kendisini Maraş’a davet eder. 13 kişi geldikleri Maraş’ta, onları evinde ağırlar. Fethullah Gülen Hocaefendi orada Darwinizm üzerine bir konferans verir. Ardından da orada bir dershane daha açılmasını ifade eder.
Hakiki Aleviler Müslümandır adında kitabı bulunan Ramazanoğlu, Maraş Olayları’nın geçtiği Ulu Cami’nin yanında iş yeri olmasına rağmen bir zarar görmez. O olayları çıkaranların makineli tüfeklere nasıl sahip olduklarının karanlıkta kaldığını, şehre giriş noktasında insanları makineli tüfeklerle tarayanlar hakkında oluşturulan dosyanın kapatıldığını kaydeden Ramazanoğlu, Maraş’taki herkes gibi, olaylar sırasında 105 veya 108 değil, binin üzerinde insanın katledildiğini tarihe not düşüyor.