Prof. Dr. Osman Müftüoğlu, modern tıbbın insanın ruh ve bedenden müşekkel bir canlı olduğunu yeni yeni hatırladığını söylüyor.
Stresin zararının en aza indirilmesinde inancın büyük rol oynadığını ifade ediyor.
Prof. Dr. Osman Müftüoğlu, Türkiye’de anti-aging kavramından ilk söz eden hekim. Uzun süre 9’uncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in özel doktorluğunu yaptı. Şimdilerde bir yandan Yaşasın Hayat Kliniği’nde hastalarını kabul ediyor, diğer yandan da hem Hürriyet Gazetesi’ndeki köşesinde hem de Atv’deki programda insanlara özümsenmiş sağlık bilgileri aktarıyor. 2003’te yayımlanan Yaşasın Hayat isimli kitabı yüz binlerce sattı. Aslında yıllardır yapmaya çalıştığı, teşhis ve tedavi endüstrisinin çarklarına kendini kaptıran modern tıbbın unuttuğu bir unsuru, “insanın ruh ve bedenden müşekkel” olduğunu yeniden ön plana çıkarmak ve bunun gereklerini yerine getirmek. Yıllar geçtikçe daha iyi anlaşıldığına ve haklılığının perçinlendiğine inanıyor. Ona göre anti-aging sonsuz yaşama hayali kurarak Sultan Süleyman’lık peşinde koşma değil. Sağlıklı yaşlanma düşüncesine kilitlenerek Süleyman Demirel gibi davranma. Ramazanın diyet ayına dönüştürülmesi ise onu derinden üzüyor: “Ramazan ayının en önemli sağlık yararı bedene ve ruha verdiği huzur desteğidir. Bu huzur sizi kanserden de, ülserden de, başka hastalıklardan da koruyacaktır.” Ramazanın “Bu güzel ay, sahip olmanın değil, kendiniz olmanın, şükredip inanmanın, huzura, sevgiye, saygıya ve paylaşmaya odaklanmanın ve hayatı bize sunan Sonsuz Güç’e sınırsız inanmanın zamanıdır.” diye anlaşılmasını tavsiye eden ve inancın stresi azatlığını söyleyen Müftüoğlu, Aksiyon’a konuştu.
-10 yıl kadar önce stresle ilgili araştırma sonuçları yayımlanırdı. Son zamanlarda pek konu edilmiyor. Acaba neden? Strese karşı savunma mekanizmaları mı gelişti; yoksa artık ihmal mi ediliyor?
STRES NASIL YÖNETİLİR?
Çok iyi anladık ki stresi önleme lafı bir palavradır. Stresi önleyemeyeceğiz, stres gittikçe çoğalacak. Stres bir arz-talep dengesizliği sorunudur. Hayatın bizden istediği talepler artıyor. Örneğin eskiden evimize telefon alalım mı diye düşünürken, şimdi 5 cep telefonu taşımaya başladık. 5 ayrı fatura, bunların zamanla yenilenmesi. Stres hep olacak. Önemli olan stresin yönetilmesi. Birinci kural, doğru beslenme; ikinci kural, hayatı aktif sürdürme; üçüncü kural, kaliteli bir uyku ve dördüncü kural stresle baş etme. Bu dört ayaklı masa olmadan sağlığı sürdürmeniz imkânsız. Ama stresi önlemek diye bir şey söz konusu değil.
-Stresle nasıl baş edeceğiz?
İki türlü insan yapısı var bu konuda. Birinci yapıdakiler stresi bir sünger gibi emiyor. İkincisi yapıdakiler ise teflon gibi savıyor. Teflon olmayı öğrenmeliyiz. Stresi emen, içine atan, yansıtamayan, boşaltamayan ya da dışarıya gönderemeyen insan başarısızlığa mahkûm olur.
-Peki, teflon ya da sünger olmak elimizde mi?
Bazı insanlar doğuştan stres savardır. Süleyman Demirel bunun iyi bir örneğidir. Başbakan Erdoğan stres savan biri değil, sünger. Ama Abdullah (Gül) Bey, stres savar. Ertuğrul Özkök de bir teflon. Öyle insanlar var ki, içlerine çok ciddi stres emiyor. Bu biraz genetik yapıyla, yetişme tarzıyla, eğitimle, âdetlerle, geleneklerle ve inançlarla ilgili.
-Kişi stresi savamıyor, sürekli emiyor. Nasıl yönetecek?
İlk önce ‘stresi azaltmamız mümkün mü’ kısmına bakacağız. Bizi neler strese sokuyor? Fazla iş yüküyse, yükü azaltmaya çalışacağız. Trafikse, trafikte stresimizi azaltacak işler yapacağız. Basit bir önlem, ipot alıp kulağımıza takacağız. Ya da durakta beklerken veya otobüste uzun uzun giderken elimize bir kitap alacağız. “Niye bu kadar yol tıkandı, bu belediyeyi Allah kahretsin” demeyeceğiz. Çözemeyeceğimiz sorunlara kafa yormamayı öğreneceğiz. Bir sürü yöntemi var bunun. Masa başında da stresi yönetmek mümkün. İş ilişkilerinde de. Konu uzun; başka zaman üzerine konuşabiliriz. Ama mesele şu: Stresi yönetmeyi öğrenemezseniz, vücudunuz daha çok kortizon üretiyor. Daha çok kortizon, daha fazla ölüm hormonu, daha çok insülin, daha çok adrenalin anlamına geliyor.
-Stresin hikmeti ne; yani neden var?
Stres olmasaydı dünya hiçbir yere gidemezdi. Stresin iyisi var, kötüsü var. İyi stres kötü stresi kovuyor. İşimizde bizi daha başarılı olmaya iten biraz strestir, hırstır. İlişkilerimizi daha iyi tutmaya çalışan şey de budur. Çoklu ilişki kurmaya kalktığınızda, beyninizi çok işlevli bir bilgisayar gibi kullanmaya başladığınızda bu ilişkiler size toksin etkisi yapmaya başlıyor. Üstünüze binen ağırlıklar haline geliyor. Yine gözden kaçırdığımız bir faktör daha var. Stresi azaltmada inancın çok büyük payı var.
İNSAN BİR MAKİNE DEĞİLDİR…
-Hazır inanç konusuna gelmişken, ramazan aylarında hep vurguladığınız bir konuyu sormak istiyorum. Bu ayın diyet zamanı olarak görülmesine karşı çıkıyor, “Şükredip inanmanın, huzura, sevgiye, saygıya ve paylaşmaya odaklanmanın ve hayatı bize sunan Sonsuz Güç’e sınırsız inanmanın zamanıdır.” diyorsunuz. Bu değerlendirmenizin arka planını açar mısınız?
Yeni hekimlik insanı doğru anlayamıyor. Teşhis ve tedavi endüstrisi doktoru biraz makine tamircisine çevirdi. İnsan ruh ve bedenden müşekkeldir. İnsan bir makine değildir. Müşekkel lafı çok önemli. Su ile unu karıştırırsanız hamur yaparsınız. Beden ile ruh, suyla un gibidir.
-Günümüz modern tıbbı bu gerçeği göz ardı mı ediyor?
Modern tıp yeniden özlerine dönmeye başladı. Son 10 yıldır koruyucu tıbbı keşfediyor. Biraz daha iyi anlaşılmaya başlanacağımızı biliyordum. Öyle de oluyor. Yaptığımız işi başka bir alan arayışı gibi gördüler. Nasıl ki hamuru tekrardan su ve un haline getiremezsiniz, insanı da ikiye bölüp bu bedeni, bu da ruhu diyemezsiniz. Beden ile ruh iç içe şekillenmiştir. Müşekkel lafı da oradan gelir. Birleşmeden ayrıdır. Yeniden şekillenmedir.
-Hidrojen ile oksijen atomlarını birleştirip su yapamadığımız gibi mi?
Aynen öyle. Isıyla hidrojen ve oksijeni bölebilirsiniz. Ama insanı bölemezsiniz. Ramazan gelince televizyonlarda salamlar, sucuklar, sosisler, pastırmalar furyası başlıyor. Bir de, çok şükür şimdilerde azaldı; fesli ramazan geceleri. Sanki bütün Anadolu eskiden fesi takıp Beyoğlu’nda tiyatroya gidiyordu. Ramazan bu değil. Bütün dinlerde, lütfen beni iyi anlamaya çalışın, oruç vardır. Orucun anlamı sığınmayı sağlamaktır. Üç gün, bir gün, ara ara ya da bizim gibi 30 gün tutanlar var. Eğer insanların din ile beraber ilişkilerini iyi incelerseniz pek çok sorunu temelinden çözersiniz. Ve bütün dinlerde yatsı namazı vardır. Yatsı duasıdır o. Sizi günün gailelerinden kurtarmak, sisteminizi gündüz ve gece ayrımına sokmak ve artık biraz kendinize sığınma sağlayıp, birazcık uykuya geçiş zamanınızı ayırabilmektir amacı. Orucun temel anlamı da şu: Bu âlemin nimetlerinden her zaman için sıyrılabilme şansın var. Bu âlemin nimetlerinden çok azı da seni hayatta tutmaya yeterli. Tabii ki âlemde süs de lazım, varlık da lazım. Tabii ki âlemde büyütmek de lazım. Ama büyütmeler, sana daha çok huzur ve mutluluk vermek; seni daha sağlıklı kılmak içindir. Daha çok sahip olman için değildir. Bunu anlatmaya çalışır ramazan. Ramazan en önemli sağlık ilacı olarak huzuru yeniden tanıma ayıdır. Öyle güzeldir ki, ramazanın ilk ve son günü gidersiniz, ölülerinizi ziyaret edersiniz. Öbür dünyanın da varlığını size fark ettirir. Ramazan bayramında ayrı bir güzellik; yaşlı insanların sorunlarını bir daha fark edersiniz. Yani kısacası bu ay aslında insanlara iyilik vermek için ortaya konmuş bir aydır. Üzüldüğüm bir nokta bu ayın kilo verdiren diyet ayı gibi anlatılması.
-Ramazan stres yönetmeyi öğrenmek için iyi bir fırsat mıdır aynı zamanda?
Ramazan bir detoks ayıdır. Stresten kurtulmak için detokslanacaksınız. Ramazanda ilişki detoksu yapabilirsiniz. Yemek detoksu da. Yemeyip içmeyerek, karaciğerinize, midenize dinlenme fırsatı verebilirsiniz. Ruhsal detoks da yapabilirsiniz. Dua ederek, sığınarak, ibadet ederek… Anne babanızı, kardeşlerinizi, yeğenlerinizi, torunlarınızı vs. ziyaret ederek, arayıp konuşarak, sosyal detoks uygulayabilirsiniz. Bunların hepsi stresi yönetmenin temel ilkeleridir.
TİBET’TE HUZUR ARAYANLAR İNANÇSIZ
-Detoks yapıp huzura erme ve ruhu dinlendirmede, yoga da iyi bir metot mudur? Ya da yoga nasıl bir metottur size göre?
Amaç tektir. Huzur elin ayasıdır. Bu ayaya ulaşmak için dua edebilirsiniz, namaz kılabilirsiniz, meditasyon ve yoga yapabilirsiniz. (Elindeki parmakları göstererek) Bu parmakların hepsi ayaya gider. Önemli olan sizin nerede huzura ulaştığınız. Çok önem verdiğim tıp anekdotum vardır. Nasrettin Hoca evin bahçesindeki çimenlerde bir şey aramaktadır. Oradan geçen arkadaşları kendisini kahveye davet eder. Hoca, kaybettiği anahtarını aradığını söyler. Birlikte ararlar ama bulamazlar. Arkadaşları burada düşürdüğünden emin olup olmadığını sorunca, aslında samanlıkta düşürdüğünü söyler. Hoca, peki, burada niye arıyorsun o zaman diye soran arkadaşlarına “Orada bulma imkânımız yok” der. Doğru olanı, anahtar nerede düşürüldüyse orada aranacak. Eğer yoganın, meditasyonun olduğu bir kültürde eğitildiyseniz, meditasyon yapın. Ama o kültürden değilseniz, Hollywood artistleri gibi Tibet’in tepesinde huzur ararsınız ama bulamazsınız. Dalay Lama’nın peşine takılmalarının sebebi, inançsızlıkları. İnanılacak adam arıyorlar.
-Bu açıklamayla bizim anahtarın yerine işaret ediyorsunuz bir bakıma…
Ben meditasyon yapmıyorum. Yoga da. Ama çok güçlü bir inanç dünyam var; çok şükür. Kendime ait olan bir dünya. O inanç dünyasının içinde büyük bir huzur buluyorum. Herkesin de böyle yapmasını tavsiye ediyorum. İnandığını yapsın herkes. Kimse kimsenin inancına karışmasın.
-Anti-aging, son yılların popüler kavramlarından. Bununla ilgili kapak dosyamızda, ‘sağlık mı moda mı’ diye sorduk. Maalesef genç ve güzel görünmek zannediliyor. Sizce bu kavram nasıl algılanmalı?
ANTİ-AGİNG FORMDA, BİLGECE VE ZARAFETLE YAŞLANMA İDDİASIDIR
Anti-aging sözcüğünü Türkiye’de ilk telaffuz eden hekim benim. 1996’da Amerikan Anti-Aging Akademisi’nin diplomasını aldım. Muhtemelen ilk alan da benim Türkiye’den. Akademi Chicago’da kurulmuştur. Gittiğime ve müracaat ettiğime de pişman oldum sonradan. Gördüm ki karşımda bir sürü şarlatan var. Yani bütün dünyada sonradan ortaya çıktı ki bu anti-aging ile uğraştığını ileri süren insanlar, bu kelimenin arkasına sığınan insanlar, çıkış yolu arayan yeni ve farklı hekimler. Sonradan gelişmeler, maalesef düşüncemi haklı çıkardı. Türkiye’nin ünlü anti-aging uzmanı gibi tanımlamalardan hep kurtulmaya çalıştım. Hatta bir röportajımda anti-aging bir palavradır dedim. Anti-aging sözcüğü baştan beri bana sempatik gelmiyor. Yaşlanmaya karşıt olmak, yaşamaya karşı olmaktır. Sözcüğün kendisi kötü. Ama bazı sözcükler şanssızdır. Özgürlük, herkesin hoşuna gider. Farkındalık da hoş bir kelimedir. Anti-aging de kulağa hoş geliyor. Bilimsel tıptaki adı ‘longevity’; uzun yaşam demek. Ama bu değil de, anti-aging tutmuştur. Bu işle akademik olarak uğraşanların başında Amerikan Longevity Enstitüsü gelir. Ama dünyada onları tanımazlar. Anti-aging sözcüğünü çok güzel yakaladınız ve ilk tartışmaya açansınız. İlk güzel yazanlardan biri de Ali Bulaç’tır. Anti-aging sonsuz yaşam değildir. Sultan Süleyman olma iddiası değildir. Bu Gılgamış’tan beri var. Uzun yaşama iddiası da değildir. Sağlıklı, dinç, formda, bilgece ve zarafetle yaşama, yaşlanma iddiasıdır. Hayalimdeki iyi yaşlanma formülü, uygulama alanım Süleyman Demirel’dir. Dimağı açık, hizmete devam eden, tecrübeleri gelecek nesillere aktarabilen, başkalarına sağlık sorunları sebebiyle yük olmayan biri.
DEMİREL’E AKIL HAPI VERİYORUM!
-Anti-agingi iyi başaran biri midir?
Kesinlikle. Süleyman Demirel iyi yaşlanma konusunda Türkiye’nin bilge insanıdır. Zarif yaşlanma konusunda da. Hâlâ güzel giyinir ve konuşur. Kendine bakar. Sakın benim Süleyman Demirel hayranlığıma vermeyin. Hayranlık ayrı; ama hakkını vermek, ayrı bir şeydir.
-Süleyman Demirel’de keşfettiğiniz anti-aging sırları nelerdir?
Süleyman Bey iyi bir hastadır. Bana hep şunu söylerler, Demirel’e ne hap veriyorsan bize de ondan ver. Demirel’e ben akıl hapı veriyorum. İyi yaşama ve yaşlanma konusunda bildiklerimi aktarıyorum. O da akıllı bir insan, çok iyi alıyor. Sorunlarını zamanında aktarıyor, ertelemiyor. 80 yaşındayım dişime ne taktıracaksınız demiyor. Gözümde ne olacak demiyor.
KÜLTÜRÜNÜZDE YOKSA KANOLA YAĞI GENLERİNİZİ BOZAR
-Gençliğinden beri hep böyle miymiş acaba?
Hayır. Süleyman Bey’in benim takibime girdiği dönem 1988-89 yıllarıdır. Ama Süleyman Bey, sağlık konusunda zaten iddiaları ve dikkatleri olan bir kişi. İyi bir naturası var. Toprak adamı. Genleri de sağlam. Birinci zar, ikinci zar diye bir laf vardır. Avucumuzda birinci zarla dünyaya geliyoruz. Allah avucumuza onu veriyor. Hangi anadan babadan doğmuşuz, hangi hastalıklarla yaşlanacağız, hangileri başımıza gelecek, onlar belli.
-Genetik yatkınlık yani?
Evet. Bir de ikinci zar var: Vücudumuzun tepesine koyduğumuz; onu da yönetiyoruz. Değiştirmek elimizde.
-Genetik yatkınlıklarımızı hastalığa dönüştüren çevresel etkileri en aza indirmede genel bir formül söz konusu mu?
Genel formül, hayatın içinde kalmak. Çok büyük ve geniş bir söz bu. İçinde; kendi kültürünüze uygun beslenme var. Yabancı beslenme kültürünü reddetme var. Çünkü sizin genleriniz, kültürel yapınız eğer kanola yağını hiç kullanmamışsa, bu yağın sizin genleriniz üzerinde olumsuz etkisi olur. Genleriniz zeytinyağına alışmışsa, o yağ daha iyi geliyor. Hayatın içinde kalmada kültürel beslenme modelleri de var. Kendi hayatınıza uygun kültürde kalma var. Araştırmalar gösteriyor ki, bir Japon’u Amerika’ya götürdüğünüzde ortalama yaşam süresi kısalıyor. Okinawa adasında (dünyada ortalama yaşam süresinin en uzun olduğu yer) yaşam süresi 85’in üstünde. ABD’ye götürülen Okinawalıların yaşam süresi 75’lerde kalıyor. İyi yaşamanın birinci sırrı, kendi kültürünüze, yaşam tarzınıza uygun yaşamak. Ama modern tıbbın getirdiği olanaklardan, sağlığı koruma, geliştirme, modern hastanecilik olanaklarından, eğitim olanaklarından istifade ederek.
ÇEVRESEL FAKTÖRLER YAŞLANMAYI TETİKLİYOR
-Kişi teknolojinin bütün imkânlarının sonuna kadar kullanıldığı New York’ta da dediklerinizi yaparsa uzun yaşayabilir mi?
Yaşayamaz; çünkü koşullar müsait değil. Yine bir örnek vereyim. Uzun yaşayan insanlar New York ya da Tokyo’dan çıkmıyor. Ya Kafkas dağlarından ya Afrika çöllerinden, ya da Tibet’in yaylalarından çıkıyor. Buradan şu dersi çıkarmalıyız. Tabii ki uzun yaşamın üzerinde modern tıbbın etkisi, katkısı var; ama esasta temel belirleyici doğa. Büyük şehirlerde yaşamanın getirdiği stres ile çevresel, ruhsal ve sosyal kirlenmeye daha fazla maruz kalma faktörleri, yaşam süresinde etkili.
-Ruhsal kirlenme derken daha ziyade neyi anlamalıyız?
Kişisel ilişkiler. Bir köydeki iki komşunun ilişkileri, büyük şehirdeki iki komşunun ilişkilerinden çok daha sağlam ve sağlıklıdır. Daha güvenlidir. Daha kendini hissetmeye dayalıdır. Sabahleyin çıkarken, karı koca çalışıyorsunuz, çocuğunuz okula gidecek, çocuğunuz hastalandı. Bir köyde ya da kasabada o kadar kolaydır ki, iyi bir sosyal organizasyonda da kolaydır. Büyük şehirde üst kattaki komşunuz evde otursa bakmaz. Baksa emin olamazsınız. Bizi emin olamama durumuna taşıyan da bu sosyal ilişkiler. Sosyal kirlenme, ruhsal kirlenme, dokusal kirlenme. Yaşlanmanın önemli bir kısmı genetiktir. Ama çok daha önemli bir kısmı çevresel yaşlanmadır. Yani bizim ne kadar yaşayacağımız konusunda yüzde 25-30 civarında genlerimiz etkili. Geri kalanına biz karar veriyoruz.
KOLESTEROLSÜZ HAYAT OLMAZ, AMA…
-Teknolojik kirlenme, çevre kirlenmesi ve bir sürü stres üretici unsura ve güvensizlik ortamına rağmen ortalama ömür neden uzuyor?
Çok güzel bir soru bu. Aslında ortalama yaşam süremiz 100, 120, 130 yıla göre ayarlanmış gibi görünüyor. Biz yaşamı uzatmıyoruz. Hakkımız olan yaşamı geri alıyoruz hayattan. Eskiden tüberkülozdan, vebadan, sıtmadan ölüyorduk. Antibiyotiklerin keşfi insan yaşamını 10 sene uzattı. Aynı zamanda hayatı daha iyi öğrenmeye başladık. Görüyoruz ki, eğer biz, yeni hayatın getirdiği olumlu şeylerden faydalanıp olumsuz şeylerden uzaklaşabilirsek, daha çok yaşayacağız. Bunun çok güzel örneği Okinawa adasıdır. Orada çok büyük bir teknoloji yok. Ama modern tıp hizmetleri, koruyucu tıp iyi sağlık altyapısı, iyi ekonomik altyapı, çok iyi korunmuş bir doğal altyapı var.
-İlaç sanayiinin önce hastalık sonra ilaç ürettiği iddiası var. Shane Ellison’un ‘Bir Masalmış Kolesterol’ adlı kitabında da iddia müşahhaslaştırılıyor. İlaç firmalarının kolesterol olayını abarttığı ileri sürülüyor. Genel ve kolesterole özel iddialar ne kadar gerçekçi?
Üretilmiş hastalıkların olduğu kesin. Tıp bazı sorunları ilaç sanayiinin ürettiği ilaçların etkisinde kalarak güncelleştiriyor ya da geri plana itiyor. ‘Eskiden bunlar yoktu, nereden çıktı; eskiden kolesterol ya da kemik erimesi mi vardı?’ sorusunun cevabı şu. Eskiden insanlar 50-55 yıl yaşıyordu. Damarlarını sertleştirmeye vakit bulamadan, tüberkülozdan, koleradan, vebadan ölüyordu. Yaşlanma süreci arttıkça kolesterolün önemi ortaya çıktı. Kolesterolün etkisi tartışılmaz. Bir defa kolesterol olmadan hayat olmaz. Ama kötü kolesterolün fazlalığının ya da iy i kolesterolün azlığının yaşam süresini kısalttığı konusunda kuşku yok. Kötü kolesterol bir damar düşmanı. Çok net araştırmalar var. Birinin üzerinden 25 sene geçti; hâlâ izleniyor halk. Kolesterolü yüksek olanlar erken ölüyor. Sadece kolesterol ilaçlarının insanlığın emrine verilmiş olmasının ortalama ömrü 7 sene uzattığı hesaplanıyor. Bu tür görüşler her zaman olacaktır. Mesela bütün diyetler çöpe diye bir kitap yazarsınız, dikkati çeker, ondan sonra bir şey olmaz.
SİGARA GİBİ, ALKOL DE YASAKLANACAK
-Sigaranın sağlığa zararları konusunda insanlar çok bilinçlendi. ABD’de evde bile yasaklanma sürecinde. Türkiye’de de yeni bir kanun çıkacak. Alkolün zararları da net; ama nedense sigara gibi hakkında kesin konuşulmuyor. Neden alkolle ilgili doğrular net olarak söylenmiyor?
Oranıyla ilgili. Sigaradaki nikotin ve ziftin oranıyla, verdikleri zararın oranı arasında fark yok. Light sigara da aynı haltı yiyor. Ama yüzde 3 alkolle yüzde 40 alkolün zararı aynı değil. Alkolün sağlığa zararlı olduğunu hep yazıyorum. Şarap kalbe iyi gelmiyor. Alkol içeceksen şarap iç, diyorlar. Niye? İçindeki alkol oranı rakı ve viskiye göre dörtte ya da beşte bir. İkincisi, içinde antioksidan var. Kalbe iyi geliyor. Bir taraftan da doğruyu söylemek lazım. Kesin bilgi olduğu konusunda kuşku duymuyorum; ama etkili olup olmadığı konusunda kuşkuluyum: Küçük oranda alkol damarı genişletir.
Alkolün sağlığa zararlı olduğu tartışılmaz. Alkol sağlığa zararlı. Niye alkole kampanya açılmıyor derseniz; bunun çok kısa cevabı yok. Çok fazla cevabı var. Oranlarla, insanlara hissettirdikleriyle, doktorların bu konuda kesin tavır almamalarıyla, alkol sanayiinin reklam gücüyle ilgili bir konu. Koca gazetenin bir sayfasında rakı bardağı, Boğaz’a karşı gel de içme deniyor. Böyle bir şey olur mu? Bunlar finansman endüstrisi olarak görülüyor. İnşallah sigara gibi bunun da yasağı yarın gelecek kesinlikle. Dünya hiçbir zaman bu kadar alkolle iç içe reklâm dönemi yaşamadı. Ama sigaradan yediği dayağı yarın alkolden de yiyecek. Toplumların iyiyi bulmaları çabuk olmaz. Bilimin de iyiyi ve doğruyu bulması çabuk olmaz. Bütün mesele kavgasız dövüşsüz bu işleri halletmek.
BİLİNÇLİ HASTALARA İHTİYACIMIZ VAR
Şunu anlatmalıyım ki, ne yapmaya çalıştığım anlaşılsın. Ortalama insan ömrü uzadı. Yaşlılıkta ortaya çıkan sağlık sorunları çoğaldı. Kanser, bellek, Alzheimer, kemik erimesi, şeker, uyku ve cinsel bozukluk sorunlarıyla çok karşılaşıyoruz. Çünkü insanlar bunlara yakalanacak yaşlara ulaşıyorlar. Bunların tıptaki adı, ‘yaşlılıkla ilişkili sağlık sorunları.’ Bunlar zatürree ve grip gibi geçici sağlık sorunları da değil. Beraber yaşanması gerekiyor. İnsanlara bunlarla nasıl baş edileceği konusunda bilgi vermezseniz, tedavi başarınız azalıyor. Bizim eğitilmiş, bilinçli hastalara ihtiyacımız var. Bizde ve dünyada sağlığın çok popüler hale gelmesinin sebepleri; insanların uzun yaşamaya başlaması, refahın biraz artmasıyla kendilerine bakmaları gerektiğini öğrenmeleri, eğitimlerinin artması. İşte biz o boşluğun eğitim kısmını doldurmaya çalışıyoruz. Şeker hastasının sorunlarını başarıyla atlatabilmesini sağlamam, hastaya daha çok faydalı olabilmem için; daha bilinçli şeker hastasına ihtiyacım var. Bütün mesele bu.
TAMAMLAYICI YERİNE ALTERNATİF TIP DİYEN, ŞARLATANDIR
-Modern tıbbın bize sunduğu imkânlar var. Bir de destekleyici ve tamamlayıcı tıp var. Bazıları alternatif tıp diyor buna. Günümüzde modern ilaçlarla, ‘kocakarı’ ilaçları denen ürünler arasındaki çatışma eskisine nazaran biraz azaldı sanki. Birbirinden faydalanma noktasında işbirliğine gidiliyor hatta. En son Türk doktorları her türlü kanamayı durduran bir ilacı keşfettiklerini açıkladı. İlaç, beş bitkinin doğal karışımından ibaret. Siz bu konuya hangi açılardan yaklaşıyorsunuz?
Burada eğri çizgi şu. Bir kişi eğer tamamlayıcı tıp değil de alternatif tıp ile uğraşıyorum diyorsa şarlatandır. Bilimin alternatifi, bilimdir. ‘Neden tıbba alternatif tıp çıkmaya çalıştı?’ sorusunun cevabında çözüm. Biraz önce anlattığım gibi modern tıp son yüzyılda maalesef çok hızlı gelişirken, diğer taraftan insanı insan yapan özellikleri unuttu. Eğer laboratuarda, röntgende ve tahlilde bir kanıt yoksa Emin Bey ‘başım ağrıyor ölüyorum dese de, nevrotiksin denirdi. Modern tıp insanın ruhsal sorunlarını, ruhun etkilediği bedensel problemler olabileceğini unuttu. İnsana dokunmadı, insana insan gibi çok fazla yaklaşmadı. İnsanı çok dinlemedi, insanı okşamadı, masaj yapmadı; ses, soluk ve doku vermedi. Sonuçta insanlar sorunlarının çözümünde modern tıp çözüm üretemiyorsa ki üretemeyebilir de, o zaman bizde doğanın otları ve kökleri var diyen şarlatanlara gider.
-Modern tıbbı ruhsal kulvardan hangi sebepler uzaklaştırdı?
İki tane sebep var. Kural hiç değişmez; parayı veren düdüğü çalar. Modern tıbbın finansmanını yüzde 90 oranında ilaç sanayii ve diğer teşhis sanayii yapıyor. Okullardaki eğitim, kongrelerin finansmanı, şunu bunu tedavi ve teşhis sanayii sağlıyorsa, modern tıp kendini tedavi ve teşhiste görevli sayar. Son yüzyılda bu yapılmıştır. Kötü yapılmamıştır. Ama keşke bunu yanında korumayı da; Hipokrat, İbn-i Sina ve Biruni’nin tıbbını da unutmasaydı… Bir hekim olarak Allah’ın doğaya sağlık sorunlarımızı çözmemiz için gerekli olan güçlerin önemli bir kısmını verdiğine inanıyorum. Yeteni var, yetmeyeni var. Az etkili çok etkili olanı var. Bizim görevimiz böylesine önemli bir kaynağı şarlatanların eline bırakmak yerine, bilimsel şemsiyemiz altına almak. Hep bunu savundum. Dedim ki arkadaşlarıma, tamamlayıcı tıpçıları reddetmeyelim. ABD’de reddedilmiyor. Tamamlayıcı tıp enstitüleri açıldı Harvard’da, Mayo Clinic’te. Ama enstitülerin tepesinde bir bilim adamı var. Bir tane ‘üçkâğıtçı’ biyoenerji uzmanı ya da ‘sahtekâr’ bir akupunkturcu yok. Bunları içimize çekersek, bizim ayıramadığımız insan ilişkilerini bize sağlayabilirler. Karnı ağrıyan bir çocuğun annesinin kolonya döküp iyileştirmesi gibi. İyileştiren kolonya değil, annenin eli aslında.
-Modern tıp ile tamamlayıcı tıbbın kaynaşması için neler yapılmalı?
Tamamlayıcı tıbbı okullara çekmek gerekiyor. ABD’nin yaptığı gibi. Burada bakılmış ki, kırıkçı, çıkıkçı, insanları çeken, geren insanlar var. Elle tedavinin üniversiteler bünyesinde okulunu kurmuşlar. Bunu medikalize etmişler. Ama bunu yaparken tekrar mekanize etmemeye de çalışmışlar. Naturapatik doktorlar oluşturmuşlar; bitki ile tedavi eden tabiat doktorları. Okullaştırmazsak ortalık aktar dükkânlarına, palavra iksirlere, tehlikeli kapsüllere kalıyor.
-İlaç formatıyla satılan bazı besin takviyesi ve vitamin türü ürünler de tartışılıyor son aylarda. Sağlık ve Tarım bakanlıkları arasında gidip geliyor mesele. Bu problem nasıl çözülebilir?
(Kasımın ikinci hafta başı) Üç gün önce Tarım Bakanı Mehdi Eker ile bir görüşme yaptım. Çok da mutlu bir görüşme oldu. Olayları son derece iyi biliyor. Çok iyi bir sağlık bakanına da sahibiz bu arada. Sayın Eker, anlattıklarımı büyük bir dikkatle dinledi. Bu işlerden sorumlu, iyi yetiştiğine inandığım bir genel müdüre yanımda bu sorunların çözümüyle ilgili hocalarla konuştum dedi. Olay şu. İki grup madde var. İlaç gibi olanlar. Bir de ilaçla doğal madde arasındaki ara ürünler. Bir de doğal ürünler var. Yasa, doğal ürünleri Tarım Bakanlığı’na bırakmış. Ara ürün ve ilaçları Sağlık Bakanlığı’nda. Bunu tek bir çerçeve içinde toplamak da mümkün. Bu haliyle devam ettirmek de. Ama oluşturulması gereken altyapı eksik kalmış. Mesela Sağlık Bakanlığı’nın kabul ettiği bazı şeyleri Tarım Bakanlığı kabul etmiyor. Ya da tersi. Bunlar bize has değil, bütün ülkelerde var. 8 yıl Sağlık Bakanlığı’nın ilaç ruhsat komisyonunda üst düzey görev yaptım. Konuşulanların hepsine vâkıfım. İlaç sanayiinin ne kadar iyi çalıştığını; ama ne gibi hata ve eksiklikleri olduğunu biliyorum. Ümitvarım. Türkiye’deki sağlık sisteminin pek çok ülkeninkinden iyi olduğunu kesinlikle iddia ediyorum.
AKSİYON