''Sadece dinini ve davasını yaşamak ve yaşatmak için, hiç bilmediği ve daha önce hiç görmediği coğrafyalara bin bir zorlukla yolculuk yapan asrın mağdur muhacirleri de hicretin tarihini bugün yeniden yazmaktadırlar. Bu muhacirlerden bazıları hicret yolunda şehit düşerken bir kısmı da hedefine varmaktadır.''
Dr. Hüseyin Kara / samanyoluhaber.com
Hicret, sadece mekan değiştirmenin adı değil, duygu ve düşüncelerin, hayata ve ötelere farklı bakmanın da içinde yer aldığı bir dizi yenilenmenin yaşandığı mukaddes yolculuk olarak algılanmaktadır. Ancak gerçek muhacirlerin fark edebileceği bu fikrî ve ruhî tecdid, hicrete derin anlamlar kazandıran bir unsur olarak görülmektedir. İster ihtiyarî, isterse ızdırarî olsun kaderinde hicret olan mümin hiç şüphesiz talihli bir kul olma yoluna girmiş sayılır. Çünkü; hicret yolu, başta peygamberlerin ve sonrasında onları takip eden büyük zevatın yoludur. Bizler gibi sıradan ve küçükler için hicret, boyumuzdan aşkın büyük bir lütuftur.
Kaç peygamber geldiyse, yolları hicrete düştü.
Adem’le başladı bu iş, kutlu bir yola dönüştü. (Baran)
İnsan, zaten alem-i ervahtan başlayıp ahirete doğru devam eden beş menzilli hicretin içinde yer alan bir varlık olmasıyla, yolculuğa çok da yabancı sayılmaz. Bu yönüyle tabii ve fıtrî bir hicret duygusu ile her zaman beraberdir. Bu yazıda ele aldığımız hicret ise; insanın dünya menzilinde, ruh ve beden birlikteliğinde yapacağı yolculuğun ona kazandıracağı değerler olacaktır.
‘‘Varlıkta aslolan harekettir’’ kuralı dikkate alındığında yeryüzünün halifesi olan insanın bu kuralın dışında kalması elbette düşünülemezdi. Zira durağanlık zamanla matlaşmaya ve giderek başkalaşmaya yol açacağından aktif kullukla bağdaşmamaktadır. Hicret, müminin metafizik gerilimini en uzun süre canlı tutan unsurların başında gelmektedir. Davası için, sevdiği dünyalık her şeyden vazgeçmesini becerebilen bir insan, fani şeylerden daha çok baki olanlara teveccüh eder. Muhacir, dünyaya dünya kadar, ukbaya da ukba kadar değer veren ve asla kırık cam parçalarını mücevher zannedecek kadar zavallılaşmayan insandır.
İnsanın; doğduğu, çocukluk ve gençlik hatıralarının olduğu mekanlara karşı muhabbet besleyip alaka duyması, akrabasına karşı ruhunda sevgi hissetmesi gayet fıtrîdir. Bu duygular asla inkar edilemez ve yok farz edilemez. Fakat bir iman ve Kur’an davası uğruna, muhacirin dostlardan ayrılmanın getirdiği hüzne katlanmayı da göze alarak gerekirse bağrına taş basıp her türlü zorluğa ve meşakkate göğüs gererek, yurdunu, yuvasını, yaranını Allah için terk etmesi ona vadedilen güzel neticeleri kazandırır. Bir bakıma mağrem-mağnem dengesi hicret için de geçerlidir.
Dini ve davası uğruna başka diyarlara hicret etmeyi göze alabilen bu kutlu yolun yolcusu olan muhacirin, baştan büyük bir fedakârlığa talip olduğuna şüphe yoktur. Zira hicretin meşakkatlerine tahammül etmek ve zorluklarına katlanmak hiç de kolay değildir. Hele bu kutlu yolculuğa pek çok mağduriyet ve mazlumiyetlerle çıkılmışsa onun getirdiği diğer travmalara da katlanmak mecburiyeti, muhaciri bir hayli zor durumda bırakmaktadır. Fakat bütün bunların sonunda muhacirde azalan dünya sevgisine karşılık, ukba muhabbetinin ağır basmaya başladığı da bir hakikattir. Kalbini meşgul eden dünyalık ne varsa hepsini geride bırakıp hicret yoluna baş koyan muhacirin kalbi, daha ulvî duygu ve düşüncelere yelken açmaya müsait hale gelmiştir.
Efendimiz (sav), ‘‘Dünya sevgisi bütün hataların başıdır.’’ buyurduğuna göre, muhacir bir yönüyle dünyaya karşı küstürülen talihli bir mümindir. İnsanların bilerek veya bilmeyerek işledikleri bütün suçların arkasında gerçekten dünya sevgisi bulunmaktadır. Ukba sevgisinin ağır bastığı gönüllere sahip olanların, günah işlememe hususunda daha temkinli olmalarının sebebi burada aranmalıdır. Ölümle birlikte sevdiklerinden mecburî ayrılık yaşanacak olmasına karşılık, muhacirin daha hayatta iken isteyerek veya istemeyerek sevdiklerinden ayrı olmayı göze alarak her şeyden hicret edip yüzünü fani şeylerden Baki’ye çevirmesi, onda ciddi inkılaplar meydana getirmektedir.
Hicrete karar vermek ve onu ifa etmek sanıldığı kadar kolay olmamaktadır. Hele onu yaşamayan insanlar hicreti bütün boyutları ile asla anlayamazlar. Kur’an-ı Kerim’de pek çok ayette imandan sonra hicret ikinci sırada anlatılmasına rağmen, hicreti yaşamayanların o ayetleri bile tam anlamıyla idrak ettiği söylenemez. Keza Efendimiz’in (sav) Mekke’den Medine’ye hicretini okuyup anlatan nice insanlar, eğer kendileri hicreti yaşamamışlarsa o kutsî yolculuğu kavradıklarını iddia etmeleri de asla inandırıcı olamaz. Çünkü, ancak yaşayan gerçeği bilir. Yaşamayanlar ise sadece hayal ederler. Hayallerin hakikat karşısında ne kadar hükmü varsa hicreti bilfiil yaşayanlarla onu sadece okuyanlar arasındaki fark da bu kadardır.
Sadece dinini ve davasını yaşamak ve yaşatmak için, hiç bilmediği ve daha önce hiç görmediği coğrafyalara bin bir zorlukla yolculuk yapan asrın mağdur muhacirleri de hicretin tarihini bugün yeniden yazmaktadırlar. Bu muhacirlerden bazıları hicret yolunda şehit düşerken bir kısmı da hedefine varmaktadır. Hedefe varanları da bin bir zorluk ve çile beklemektedir. Parçalanan ailelerin dramları en katı kalpli insanları bile ağlatacak derecede trajediler barındırmaktadır. Kendi ülkelerinde onurlu bir biçimde yaşayıp hizmet ederken, zalimlerin akıl almaz zulümlerine maruz kalan bu talihli muhacirlerin pek çoğuna dışarı çıkma yasağı getirilmiş, diğer bir kısmının pasaportları iptal edilip yurt dışına çıkışları engellenmiştir. Pek çoklarının helal yollardan kazanılmış mal ve mülkleri haramiler tarafından gasp edilmiş, bütün bu zorluklara rağmen hicretten başka yolun olmadığına inanan asrın muhacirleri, bir yolunu bulup hicretlerini gerçekleştirmek için her çareye başvurmaktan geri durmamışlardır.
Doksanlı yılların başından itibaren Hizmet Hareketi’nin yurt dışına açılma konusunda bir çeyrek asırlık tecrübeye sahip olması, her ne kadar yeni muhacirlerin işlerini kolaylaştırsa da, son dört yılda hızlanan hicret hareketliliği yurt dışında dengelerin bir hayli sarsılmasına sebebiyet vermiştir. Fakat yaşanmakta olan ensar-muhacir kardeşliği ve dayanışmasının, dillere destan olacak seviyede cereyan etmesi bu hizmet erlerine yakışacak seviyededir. Hele kardeş aile projelerinin düzgün uygulandığı bölgelerde mağduriyetler daha az hissedilmekte, yaralar daha hızlı sarılmaktadır. On beş asır önce Medine’de yaşanan muhacir-ensar kardeşliğini bugüne kadar okuyup anlatanlar bile yaşananlarla bu gerçek kardeşliği müşahede ettiler.
Kadın-erkek Hizmet Hareketi mensupları kader-i ilahinin sevki ile hicret ettikleri coğrafyalarda vakit geçirmeden koyuldukları üç önemli işle hayata tutunmaya başladılar. Bunlardan birincisi o milletin konuştuğu dili öğrenmek, ikincisi çocuklarını o ülkenin okullarında okutmak, üçüncüsü ise merde de namerde de muhtaç bırakmayacak bir iş bulup çalışmak. Hicretten önce konumu, makamı ve serveti ne olursa olsun, onların hepsini arkada bırakarak hatta unutarak, gelinen hicret diyarında, adeta sahabe efendilerimiz gibi, eline aldığı ödünç bir urganla pazarın yolunu tutarak, hamallık yaparak dahi olsa kazanıp geçinmeyi ve kimseye yük olmamayı hayatlarında prensip edindiler. İsar ruhu ile muttasıf asrın muhacirleri, kendileri zor durumda iken bile Türkiye’den çıkamayan mağdurlara ellerindeki kıt imkanlarla destek olmaya çalışmak gibi çok ulvî duygularını buralarda da sürdürmeyi devam ettiriyorlar.
Çok değil, birkaç yıl sonra, asrın muhacirlerinin bulundukları coğrafyalarda asimile olmadan entegre olmuş vaziyette ve büyük bir özgüvenle, hem tebliğin hem de temsilin dilini kullanarak nice güzelliklere vesile olacaklarını yaşayanlar Allah’ın inayet ve keremi ile göreceklerdir. Bu niyetleri tahakkuk ettirmek için bir taraftan kavlî duaya, diğer taraftan da fiilî duaya sımsıkı sarılmaktan asla geri durulmamalıdır. Muhacirler başlarına gelen bunca devahi karşısında sabırla, hiç sarsılmadan, nâdanlara boyun eğmeden gösterdikleri dik duruşları ile de dünyadaki diğer muhacirlere örnek olmaktadırlar.
Bütün bu yoğun tempoda sürdürülen muhacirlik hayatında asla ihmal edilmemesi gereken manevi beslenmeyi de kadın-erkek herkes dikkatle ve titizlikle sürdürmeye önem vermektedir. Bir taraftan sohbet-i cananlarla, diğer taraftan her hafta toplu olarak Bamteli sohbetlerini izleyerek dolup taşmaya çalışmakla ancak ayakta kalınabileceğine asrın muhacirleri azm u cezm u kasdetmişlerdir.
Dünyada muhacir olarak yaşayıp, bu unvanla son nefesini verebilen bahtiyar kulların, mahşerde muhacirlerle beraber dirilmek gibi büyük bir şerefin sahibi olacaklarına asla şüphe yoktur. Böyle bir kazanma kuşağında kaybetmemenin yolu, muhacirliği iyi anlayıp doğru değerlendirmekten geçer.
Efendimiz’in (sav) hicrette okuduğu dua ile bitirelim. ‘‘Allah’ım, bulunduğumuz bölgenin rızklarından bizleri de faydalandır. Buranın hastalıklarından bizleri koru. Bu yörenin insanlarına bizleri sevdir. Bu coğrafyanın salih kişilerini de bizlere sevdir. Allah’ım, bizlere burada bereket lutfeyle.’’ Amin. (Muhacirin duası)