Muharrem ayı ve bugüne bakan yönleri

Samanyoluhaber.com yazarı Numan Yılmaz Yiğit'in yazısı
NUMAN YILMAZ YİĞİT 

Muharrem ayı deyince aklımıza hemen haram aylar, aşure ve Kerbelâ hadiseleri gelir. Her üç konunun da İslam medeniyet kültür hayatında önemli yerleri vardır.

Öncelikle kısaca haram aylardan bahsedecek olursak; cahiliye döneminden itibaren devam edegelen bir uygulamanın adıdır haram ayları. Cahiliye Arapları  bu uygulamayı Hz. İbrâhim ve İsmâil’in dininden alarak hayata aktarmışlardır. Haram aylar kameri yıla göre on iki aydan zilkade, zilhicce, muharrem, recep aylarından oluşan dört aydır. Câhiliye devri Arapları, haram ayları girdiği zaman bunların kutsallığına bir saygı işareti olarak savaştan ve her türlü saldırıdan kaçınırlardı; hatta bir kişi kan davası güttüğü birisine bile rast gelse saldırmaz, ona kötü  söz bile söylemezdi. Haram ayların ilan maksadı, hiç olmazsa senenin belli bir döneminde bilhassa hac mevsiminde Arap Yarımadası’nda güvenliği sağlamaktı. Dünyanın değişik yerlerinden hac ve ticaret için gelen kervanlar için bu zaruri idi. Çünkü hayatlarını kervanlardan haraç alarak, hayvanları beslemek için verimli, sulu arazi bulmak için zaman zaman birbirleriyle çarpışarak sürdüren bedevîler vardı ve onlar Arap Yarımadası için ciddi bir güvenlik sorunu oluşturuyorlardı. Kur’an-ı Kerim de Arap Yarımadası’nda geçmişten gelen ve yerleşmiş olan bu haram aylara hürmet uygulamasını emrederek onaylamış ve devam ettirmiştir. (el-Bakara 2/191)

Aşure günü
Âşûrâ’ya gelince Arapça ‘Işr, on’ kelimesine dayandırılarak üretilen ve Muharrem ayının onuncu gününe verilen addır. Bir rivayete göre Musa diğer bir rivayete göre de Nuh (as)’dan bu yana sami dinlerine mensup olanlar bu  günde oruç tutarlardı. Muharremin onuncu günü Câhiliye Arapları arasında da Hz. İbrâhim’den beri önemsenen oruç tutulan bir gündür. Bu görüş, Hz. Âişe ile Abdullah b. Ömer’(ra)den nakledilen rivayetlerine dayandırılır. Hz. Âişe’(ra)nın  rivayetinde şöyle buyrulur; “Âşûrâ Kureyş’in Câhiliye devrinde oruç tuttuğu bir gündü. Resûlullah da buna riayet ediyordu. Medine’ye hicret edince bu orucu devam ettirmiş ve başkalarına da emretmişti. Fakat ramazan orucu farz kılınınca kendisi âşûrâ gününde oruç tutmayı bırakmış, bundan sonra Müslümanlardan dileyen bu günde oruç tutmuş, dileyen tutmamıştır” (Buhârî, “?avm) 

Konu, Abdullah b. Ömer’in rivayetin de de şöyle geçmektedir: “Âşûrâ Câhiliye devri insanlarının oruç tuttuğu bir gündü. Fakat ramazan orucu farz kılınınca Resûlullah’a âşûrâ konusu sorulmuş, o da, ‘Âşûrâ Allah’ın günlerinden bir gündür, dileyen bu günde oruç tutsun, dileyen tutmasın’ buyurmuştur” (Müsned, II, 57, 143). Aşura’nın mübarek addedilmesinde bu gün cereyan ettiği  rivayet  edilen bir kısım olaylarında  önemli bir yeri olduğu göz ardı edilmemelidir. Mesela; Arapların Kabe’yi inşa eden İbrahim (as)ın bugün doğduğu ihtimaline binaen Aşura’ yı kutladıkları nakledilmektedir. Yine Yahudiler Hz. Mûsâ ile İsrâiloğulları’nın Firavun’un elinden âşûrâ günü kurtulduğunu, Hz. Nûh’un gemisinin Cûdî dağına aynı gün oturduğunu söylemelerine mukabil  Hz. Peygamber’in de bunları tekzip etmemesi, hatta, “Biz Mûsâ’ya sizden daha lâyıkız” diyerek bu  günde oruç tutulmasını emretmesi (bk. Buhârî, “?avm”, 69; Müsned, II, 359-360), âşûrânın Nûh’tan itibaren semavî dinlerde önemli bir yer işgal ettiğine işaret etmektedir. 

Netice olarak Aşure günün de oruç tutmak mezheplere göre bazısı dokuz ve onuncu günlerinde bazıları onuncu ve on birinci günlerinde olmak üzere farklılık arz etse de sünnettir. Hanefî ve Mâlikî mezheplerinde muharremin dokuzuncu günü ile birlikte onuncu günü ya da onuncu günü ile on birinci günü oruç tutulması sünnet kabul edilmiştir. Şâfiîler ise bu ayın dokuz ve onuncu günlerinde oruç tutmayı müstehap sayar. Hanefî mezhebine göre muharremin sadece onuncu günü oruç tutulması yahudileri taklit etme anlamına gelebileceği için mekruhtur.

Ve Kerbela

Gelelim bütün ehl-i imanın ciğerlerini yakan  Kerbela hadisesine. Hadiseyi özet olarak kısaca anlatacak olursak; Kerbela Bağdat’ın yaklaşık 100 km. güneybatısında yer alan bir yer ismidir. Kerbelâ’nın İslâm tarihindeki önemi Hz. Hüseyin ile beraber aile fertlerinin 10 Muharrem 61 (10 Ekim 680) tarihinde Emevîlerce şehid edildikleri yerin burası olması ve kabirlerinin burada bulunmasından kaynaklanmaktadır. Bu tarihte Emevi hükümdarı 1. Yezid’dir. Babası Muaviye onu veliaht tayin eder ve  bu fermanı Medine valisi hutbede ilan ettiği zaman Hz Hüseyin’in de dahil olduğu içlerinde Abdullah b Ömer gibi seçkin sahabeler, bu karara  itiraz etmişlerdir. Çünkü bunun manası veliahtlıkla hilafetten melikliğe (krallık) geçmek demekti ki öyle oldu. Halbuki hilafette liyakat, meliklikte ise evlat esastı. Bu yüzden Bizans geleneği olarak gördükleri bu uygulamayı tasvip etmediklerini açıklamış, itiraz etmişlerdi. Fakat buna rağmen Muaviye vefat edince yerine oğlu 1.Yezid geçirdi. Gelişen olaylar çerçevesinde 1.Yezid her hâlükârda Medine de bulunan Abdullah bin Ömer, Abdullah b. Zübeyr, Hz. Hüseyin(ra) gibi kudve kişilerin biatının alınmasını istemiş olsa da onlar buna yanaşmamışlardır. Muaviye’nin ikna için Medine’ye gelmesi bile fayda etmemiştir. Hz. Hüseyin, Medine’den ailesiyle ayrılarak Mekke’ye gitti. Kufe’den bazı eşrafın, heyetlerin hilafetini destekleyeceklerine dair haber ve mektupları üzerine durumu incelemek ve haber vermesi için amcaoğlunu göndermiş fakat o öldürüldüğü ve haber alınamadığı için Hz. Hüseyin birçok kişinin vazgeç demelerine rağmen Kufe’ye doğru yola çıkmıştır. Kerbela denilen yerde Yezid’in askerleri tarafından susuz bir mevkide günlerce muhasara altına alınarak susuz bırakılmış bitkin ve zayıf bir hale düşürülmüşlerdir. Hz. Hüseyin (ra) sulh adına tekliflerde bulunmasına müzakereler yapılmasına rağmen neticesinde 1. Yezid onun katline emir vermiştir. Dolayısıyla da Hz. Hüseyin ve ailesi (Zeynü’l Abidin dışında) tarihe şehit olarak, bu işi emreden Yezid ve avenesi başta Kufe valisi Ubeydullah, Rey valiliğine getirilen Ömer b. Sa‘d b. Ebû Vakkas, müfreze  komutanı  Şemir b. Zülcevşen onu bizzat şehit eden Sinân b. Enes en-Nehaî  de talihsiz kişiler olarak geçmişlerdir.

Kerbala’dan dersler

Bu elim hadisenin Müslümanlara önemli bir ders ibret olması gerekmektedir. Bunun için öncelikle Üstad Bediüzzaman (ra) tespit ve teşhislerini zikretmek yaralı olacaktır.

A-Hazreti Hüseyin ve Emeviler arasındaki mücadelenin temelinde dini ve milli saikler vardı. Hz Hüseyin (ra) dini esasları referans alırken Emevi hanedanı ve Yezid de milliyetçi, kavimci kriterleri esas alıyordu. Hz Hüseyin “… Halife Kur'an'la amel eden, adaletten ayrılmayan, hak dini yaşayan bir kimseden başkası olamaz.” derken bunu kastediyordu. Emeviler ise saltanatlarını korumak için İslam devletini Arap milliyetçiliği üzerine bina etmeye çalışıyorlardı. İşlerinde İslamiyet bağlarından daha çok akrabalık veya kavmiyetçilik bağlarını kullandıklarından bu da İslamiyet çatısı altındaki diğer milletleri rahatsız olmasına sebebiyet veriyordu. Çünkü Arap milliyetçiliği düşüncesine sahip olan bir hâkim dini ahkam yerine taraftarlık kriterlerine göre hükmediyor, dolayısıyla da akraba ve kabilesinden olanı korumaya çalışırken adaleti sağlayamıyordu. 

Bugün liyakatsiz pek çok kişinin sadece partili, hemşeri, aynı bölgeden olduğu için birtakım görevlere atanması, partiye yakın klik meşrep, cemaat veya  tarikatlara mensup olanların rüşvetlerle adliyede dosyalarının çözüldüğü  düşünülecek olursa herhâlde o günü ve bahsedilen problemleri anlamak daha da kolaylaşacaktır. 

B- Bediüzzaman (ra) Hz Hüseyin (ra)’ın haklı olmasına rağmen neden başarısız olduğunu izah ederken; bunun temelindeki birinci sebep olarak Emevilerin zulüm ve haksızlıklarından dolayı gururları incinmiş Araplardan intikam alma duyguları ile hareket eden başka milletlerden bazılarının (haşimiler gibi) Hz Hüseyin le beraber hareket etmelerinin yattığını, bunun da Emevileri  tahrik ederek saldırgan hale getirdiğini netice de de bunun Hz Hüseyin’in davasındaki ihlas ve samimiyetine zarar verdiğini  ifade etmektedir. İkinci sebep olarak da; kaderi açıdan bakıldığında bu feci âkıbetin hikmeti olarak: “Hasan ve Hüseyin (r.a.) ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzettiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın bir arada beraber götürülmesi gayet  zor ve müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri geçici ve suri bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı mâneviyeye tayin edildiler. Âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.’ demektedir.

C-Hz Hüseyin ve beraberindekilerin maruz kaldığı feci, gaddârâne muamelenin sebepleri olarak da şunları zikretmektedir. 

Birincisi: Hazret-i Hüseyin’in muarızları olan Emevîlerin saltanatında, onların acımasız siyasetlerini besleyen bazı temel yanlış esasları vardı. Bunlardan biri; merhametsiz siyasetin bir düsturu olan, "Hükûmetin selâmeti ve âsâyişin devamı için şahıslar  feda edilir."

İkincisi: Emevi Devleti Arap milliyetçiliğine dayandığı için milliyetçiliğin zalim ve gaddar bir düsturu olan, "Milletin selâmeti için her şey feda edilir."

Üçüncüsü: Emevîlerin Hâşimîlere karşı geçmişten gelen rekabet damarı, Yezid gibi bazılarında güçlü bir şekilde bulunduğu için şefkatsiz bir gadre neden olmuştu.

Dördüncüsü: Konuya bir defa daha kader açısından yaklaşıyor ve şöyle diyor; Kader noktasından bakıldığı vakit, Hazret-i Hüseyin (r.a.) ve akrabasına, o facia sebebiyle elde ettikleri uhrevi kazançlar, neticeler ulaştıkları manevi saltanat  katettikleri manevi mertebe o kadar değerlidir  ki, o facia ile çektikleri zahmet gayet kolay ve ucuz düşer. Nasıl ki bir asker, bir saat işkence altında şehid edilse, öyle bir mertebeye ulaşır ki bir başkası o mertebeye ancak on sene çalışsa ulaşabilir. Eğer o askere şehit düştükten sonra sorma imkanı olsa "Az bir şeyle pek çok şeyler kazandım" diyecektir. (Dördüncü Lem'a, Üçüncü Nükte’den)

Görüldüğü gibi Müslümanlar arasında tamiri güç yaralar açılmasına sebebiyet veren, devleti kutsayıcı anlayış o gün "Hükûmetin selâmeti ve âsâyişin devamı için şahıslar feda edilir." "Milletin selâmeti için her şey feda edilir." diyerek   rekabet ve kıskançlık damarı ile hareket etmekle nasıl dine ve dindarlara zarar verdiyse bugün de benzer şeyler yaşanmakta ve daha büyük zararlara neden olmaktadır.’ 

“Söz konusu vatansa gerisi teferruattır” sakat düşüncesi ile 15 Temmuz darbe fitnesinde yüzlerce kişinin öldürülmesi, on binlerce insanın işlerinden atılması, malları mülkleri gasp edilmesi, yurtlarını terk etmek zorunda kalmaları bu zaman dilimini mazlum, mağdurlar için ‘Muharrem’ Yezidilere ‘bayram’ yaptı şimdi onu kutlamaktadırlar. Şimdi oturup düşünmek lazım, burada Yezid kim oluyor Hüseyin kim oluyor? Allah katında Yezid’in adamı, askeri mi olmak daha hayırlıdır yoksa mağdur mazlum şehit Hüseyin mi?

Onun içindir ki müminler ferdi ve sosyal hayata dair hüküm ve hareket tarzlarını siyasi ilkelere, politik önceliklere göre değil dine ve rıza-i ilahi prensiplerine göre belirlemek zorundadırlar. 

İlave olarak…
   
Bu tespitlere ilaveten şunları da eklemekte yarar var

1- Abdullah b Ömer, Abdullah b. Zübeyr, Hz Hüseyin(ra) gibi Medine’de bulunan, peygamber görmüş pek çok güzide sahabi ve şahıslar hilafetin melikliğe (krallığa) dönüşmesini, yani liyakat yerine evladın tercih edilmesini  tasvip etmemişlerdir. Ondan dolayı da Yezid’e biat etmekten sakınmışlardır. Dolayısıyla liyakati olan evladın babası yerine idareci olması her ne kadar dinen mahzurlu görülmese de Allah Resulü Hulefa-i Raşidin’in bu yolu takip etmemiş olmaları oldukça önemli bir nokta olarak göz ardı edilmemesi gereken bir konudur. Hz. Ömer (ra)a oğlu Abdullah’ın halife olması teklif edildiğinde kabul etmemiş ve ‘Bir evden bir kurban yeter’ buyurmuşlardır.

2- Peygamberi temsil konumu olarak kabul edilen hilafet görevini yürütebilecek  Hz. Hüseyin (ra) gibi Ehl-i Beyit’ten, diğer sahabe ve kişilerden pek çok kişi varken, bu mübarek makamın  Yezid gibi na ehillerin eline geçmesi  tarih de  çok görülen olaylardandır. Liyakati olmadığı halde bu makamı işgal eden bu kişiler her ne kadar ‘Halife’ unvanını taşısalar da hiçbir zaman Hulefa-i Raşidin (ra) gibi saygıya, itaate mazhar olamamışlardır/olamayacaklardır. Onun içindir ki bu unvanlara sahip böyle kişiler her konuda haklılık iddia edemeyecekleri gibi mutlak manada iyi ve hayırlı doğru yolda oldukları anlamına da  gelmemektedir. 

3- Bu üzücü hadise iktidar hırsının, saltanat tutkusunun, mevki makam zaafının,  yönetme şehvetinin, kıskançlık ve rekabet hislerinin insanlara neler yaptırabileceğini gösteren önemli örneklerinden biridir. Yaşanan bu olay, İslam tarihinde, kendi iktidarı için Peygamber torununu bile katledebilecek bir anlayışın ilk örneklerinden biridir. Peygamber torununu bile öldüren bir kişi daha ne yapmaz. İşte bu tür vakaları görmek  ‘Siyasal İslamcılık ‘ adı altında politika yapan, tek dertleri kendi iktidarlarını korumak olan, bu uğurda devlet zırhına bürünerek işlemediği suç, girilmedik günah bırakmayan bir anlayışı tanımada önemli dersler içermektedir.  

4- Bir kısım mihraklar kendi otoritelerini korumak, saltanatlarını devam ettirmek için kirli planlar yaparak, tehlike olarak algıladıkları çevreleri suçlu pozisyonuna itmiş, onları tuzağa düşürerek yok etmeyi hedeflemişlerdir. Bunun İslam tarihinde belki de ilk örneği bu hadisedir. Gerek Hz. Hüseyin (ra)e mektup yazan, gerekse de onu hilafete ikna etmek için gelip giden heyetler, samimi de olsalar zoru görünce vefasız davranan zayıf karakterli kişiler olabileceği gibi büyük bir planın, parçaları maşaları olma ihtimalleri de oldukça güçlüdür. Onu ‘halife’ ye isyan etti’ konumuna düşürerek halk nazarında kendilerini haklı Hz. Hüseyin (ra)i de haksız duruma düşürmeyi dolayısıyla da onu cezalandırırken kamuoyu öfkesini dindirmeyi hedefledikleri de açıktır. Bu açıdan Kerbela olayının başlaması, gelişimi, sonuçları değerlendirildiğinde her dönem samimi, beklentisiz müminlerin başına örülen çorapların hemen hemen aynı taktikten esinlendiğini görmek mümkündür. 15 Temmuz darbesiyle devlete isyan etti pozisyonuna düşürülen on binlerce gerçek vatan evladı Hüseyniler, maalesef benzer bir akıbete maruz kalmışlardır.

5- Kerbela hadisesi insanların karakterini anlama açısından oldukça ibretamizdir. Medine’de Mervân, Vali Velîd’e, yanından ayrılmadan önce Hüseyin’in biatını sağlamasını yoksa onu öldürmesini söylediğinde Velîd “Senin bu teklifin benim dinimi yıkacak ahiretimi berbat edecek bir tekliftir. Vallahi Hüseyin’i öldürmekle bütün dünyaya, üzerine güneşin doğup battığı her şeye sahip olacağımı bilsem, yine de bunu istemem” diyerek bu teklifi reddederken (Târî?, II, 218-219) Sa’d  ibn Ebi Vakkas(ra)’ın oğlu Ömer b. Sa‘d b. Ebû Vakkas ve Şimir gibilerin  dünyevi mevki makam için Kerbela’da o güzel insanı ve ailesini şehit etmeleri, kişinin akıbeti, dünyayı ahirete tercih edip-etmemesi adına ne kadar manidardır.

Netice olarak

Halbuki, Allah (cc) ‘’İşte bu, Allah'ın iman edip makbul ve güzel işler yapan kullarına verdiği mutluluk müjdesidir. De ki: Ben bu risalet ve irşad hizmetinden ötürü, sizden akrabalık sevgisinden başka beklediğim hiçbir karşılık yoktur.(Şûrâ Suresi, 2) buyurarak Ehl-i Beyte sevgiyi talep etmiş olmasına rağmen bu olay ile bu talep ,emir çiğnenmiştir. 
   
Efendimiz (as)ın ashaba, Kur’an ile Ehl-i Beyt’inden ibaret olan iki değerli kaynak bıraktığını söylemiş (sekaleyn) ve onlar hakkında dikkatli olmalarını istemiştir (Müsned, V, 181) “Size iki şey bırakıyorum: Allah’ın kitabı Kur’ân ve Ehl-i Beytim.”( Tirmizî, menakıb 31) Genel ve özet olarak Sünnî âlimlerine göre Ehl-i Beyt veya Al-i aba denildiğinde kastedilenler; ezvac-ı tahirat, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (ra),hususi bir iltifatla Selman-ı Farisi oldukları anlaşılmakla birlikte, Ehl-i Beyt’in Hz. Peygamber’in bütün çocuklarını, kadın erkek bütün torunlarını, amcalarını ve onların çocuklarıyla torunlarını, hatta bütün akrabalarını yani Benî Hâşim’i kapsamına alacak şekilde geniş bir daire olduğu ileri sürülmüştür. Ehl-i Beyt’in bu derece geniş kapsamlı olduğunu bildiren rivayetler de bunu göstermekte, Ehl-i Beyt denilince de örfen bu mânada anlaşılmaktadır. Ehl-i Sünnet alimleri çoğunluk itibariyle bu kanaattadır. (Fahreddin er-Râzî, XXV, 209) 

Ehl-i Beyt’in sayılarının artarak değişik olaylar vesilesi ile dünyanın dört bir tarafına yayılmaları onların cibilli olarak taraftar oldukları İslam’ı ve Efendimiz (as)in adını bütün insanlığa ulaştırmalarına vesile olmuşlardır. Tarih boyunca İslam’ı, peygamberin ilmi ve nübüvvet mirasını gerçek manada yaşayan ve yayan, tebliğ ve irşat vazifesini yapanlar -istisnalar dışında- halife de olsa devlet başkanı, hükümdar, sultanlar değil genellikle bu Seyyid ve Şerif olan zatlar olmuştur.

Onun içindir ki Allah Resulü ümmetine sultan ve hükümdarlara değil onlara sahip çıkmalarını tavsiye etmiştir, başkalarını değil. .” (Tirmizî, menakıb 31)  Allah onlardan razı olsun
30 Temmuz 2023 17:14
DİĞER HABERLER