Ebedi saadet yolunun son asırdaki bekçisi onlar… Acz, fakr, şükür ve şevkle çarpan hasbi sineleri… Süfyan devrinin zulümle inleyen kırık mızrapları…
FİKRET KAPLAN - SAMANYOLUHABER.COM
Ahirzamanın şiddetli fitneleri içinde yalnız bırakılmış bir avuç samimi masum insan, tarihin şeref levhalarına altın harflerle yazılacak kahramanlarıyla duruyorlar önümüzde… Fazilet yarışında bu bahtiyar insanlar arka arkaya dizilmişler. Kelepçeyle yatağa bağlanıp doğum yapmaya zorlanan bir bayandan, bir günlük bebeğe; her yaştan ve her baştan çocuktan, doksan yaşındaki dedeye, nineye kadar… kadını, erkeği, genci, yaşlısı…Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kardeşlerim!..” hitabına mazhar olmak için, dünyayı elinin tersiyle itmeye, zindana, işkenceye, hicrete, mağduriyete, hicret yolunda Hakk’a yürümeye rıza göstermişler.
Ebedi saadet yolunun son asırdaki bekçisi onlar… Acz, fakr, şükür ve şevkle çarpan hasbi sineleri… Süfyan devrinin zulümle inleyen kırık mızrapları…
Mazlumiyetlerin, mahrumiyetlerin ve mahkumiyetlerin kasıp kavurduğu bir zamanda tamir işini yüklenen samimi ıslahçıları olmuşlar. Herkesin bozgunculuk yaptığı dönemde, imar ve ıslah hamlelerini sürdüren garipleri, hizmetkarları…
Dertlerin birinden çıkıp diğerine girseler, acılarla inleseler de gözleri yine hep O’nun (cc) hoşnutluğunda. Allah’a doğru giderken takılıp yolda kalmamak için daima kendi nefislerine yöneliyorlar. Kalbi ile davaları arasında bir kopukluğun olmamasına dikkat ediyorlar. Sırf hak yolunda bulunduklarından dolayı hedef hâline gelseler, belâ ve fitnelere maruz kalsalar da her türlü belâ ve musibetler karşısında bunun kendi hata ve günahlarından kaynaklanma ihtimalini düşünüyor ve bundan dolayı da Allah'tan (celle celâluhu) af ve mağfiret talebinde bulunuyorlar. Kırmıyorlar, dökmüyorlar, etrafı ateşe vermiyorlar. Fakat, doğru bildikleri şeylerin müdafaasından da geriye durmuyorlar.
Allah’a dayanmış ve o istikamette de say’ u gayret içindeler… Canavarların boy attığı, salya döktüğü, diş gösterdiği, çirkin coğrafya haline getirdiği İslam anlayışını Allah’ın izni ve inayetiyle tedavi etmeye azmetmişler, yollara düşmüşler.
Asr-ı Saadet’in izdüşümü bugün yaşanıyor gibi bir hal var onlarda. Hangi tabloyu, hangi mağduriyeti alıp o asra gitseniz bir benzeri çıkıyor karşınıza.
"Biz kardeşlerin değil miyiz?" deyip Peygamber Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) soran sahabeye:
"Siz benim ashabımsınız, onlar sonra gelecekler, henüz gelmediler." buyurduğu "Kardeşleri"yle buluşmuş sanki Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem). İnsan onlara bakınca kendini âdetâ Asr-ı Saadette hissediyor.
Ahir zamanda ashab-ı kiram gibi bu davaya sahip çıkıp elini göğsüne koyarak, "Evet! Hiç kimse kalmasa, tek başıma sadece ben kalsam, yine Allah'ın dinine yardım edeceğim." diyen bu yiğitlerin başına Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) elini koymuş gibi.
Onlar, görmeden, Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bağlılıklarını ifade edip sahabe gibi O'nun davası uğrunda gece gündüz demeden çalışıyor, her türlü çile ve ızdırabı göğüslüyorlar. Dava-yı nübüvvete vâris olduklarını gösteren binlerce tabloyla tarihin şeref levhalarına geçiyorlar.
“O kadar hücuma karşı mânevi gücü kırılmayan zâtları hakikat ehli ve gelecek nesil alkışlayacakları gibi, melâike ve ruhaniler dahi alkışlıyorlar diye kanaatim var.” diyor Bediüzzaman.
Onlar bu ağır süreçte kaybettikleri evlatlarına çok üzülüyorlar, sabrın en acısını yudumluyorlar ama:
"Ebediyen yaşlanmayacak çocuklar." (Vâkıa Sûresi,17; İnsan Sûresi,19) nazarıyla bakıp isyan etmeden gözyaşlarını döküyorlar.
Allah Têâlâ, bu sıkıntıları bir gün bitirip bahara tekrar kavuşturacak. Onlar o tertemiz nesillerin, tertemiz beyanları içinde yâd-ı cemîl olacaklar. O günü idrak edenlerin gönülleri inşirahla coşup taşacak… Diyecekler ki: “Bunlar bu kadar hayırhah oldukları, insanlık için koştukları, bütün kopuklukları bir araya getirip dikişler attıkları halde, nasıl olmuş da kendi ülkelerinde bazı kimseler bunlara karşı densizliklere girmişler; tehcirlere, tehditlere, tenkillere, ibadelere, hayr kapılarını kapatmalara başvurmuşlar?!. Bu güzel yürüyüşün önünü almaya çalışmışlar?!.. Onlara bu zulümleri nasıl reva görmüşler?”
Allah’ın bu asırda kendilerine nasip ettiği talihli insan olma şerefini kaçırmak istemiyorlar.
Afîf İbn Ömer ismindeki bir sahabi, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasında dördüncü talihli insan olma şerefini nasıl kaçırdığını yıllar sonra üzüntü ve hicran içinde şöyle anlatıyor:
– Ben, ticaretle uğraşan bir adamdım. Bir hac mevsiminde Mekke’ye gelmiştim. Abbas İbn Abdulmuttalib, kadim dostumdu; ben ondan mal alırdım, o da benden alışveriş yapardı. Onu sordum ve Mina’da olduğunu öğrenince de doğruca buraya geldim. Nihayet arayıp bulmuştum. Oturup bir müddet muhabbete daldık. Biz, kendi halimizde vakit geçirirken oraya birisi geldi. Önce şöyle güneşe bir baktı ve ardından da beklemeye durdu. Tam güneş zevale kaymıştı ki, kalktı ve namaza durdu. Ardından da bir kadın geldi ve o da namaza durdu. Sonra bir çocuk yetişti onlara ve o da onlarla birlikte namaza durdu. Abbas’a sordum:
– Bu da ne ey Abbas? Yeni bir din mi?
– Bu, Abdullah’ın oğlu Muhammed; Allah’ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini ve Kisrâ ile Kayser saraylarının kendisine açılacağını söylüyor. Kadın ise, O’na ilk inanan insan Hatice Binti Huveylid. Çocuğa gelince o da, Ali İbn Ebî Tâlib’dir; O’nun amcasının oğlu ve o da O’na ilk inananlardan.
Afîf İbn Ömer, bu yaşadıklarını anlattıktan sonra: “Keşke o gün onların dördüncüsü ben olsaydım!” diyecek ve ilk günlerde iman etme fırsatını kaçırmış olmanın üzüntüsüyle iç geçirecekti. (İbn Sa’d, Tabakât, 8/18)
Bugün yaşanılan ağır imtihanlar sona erip toz duman dağıldığında pek çok insan Afîf İbn Ömer gibi:
“Keşke ben de onlar gibi bu zulümler karşısında yıkılmasaydım, basiret dürbünüyle bakıp gerekirse her şeyden vazgeçebilseydim!” diyecek ve bu zor günlerde hizmet etme fırsatını kaçırmış olmanın üzüntüsüyle iç geçirip duracak.
Hizmetle ve samimi dava insanlarıyla uğraşanlar, yarın ellerini dizlerine vurup, çok büyük pişmanlık duyacaklar. Allah son sözü söylediğinde, fitneye bulaşmışlar için çok geç olacak. Mazluma gün doğacak! İftiracı acı acı yutkunacak... Bunu ilan ediyor Kur’an.
Onlar biliyorlar ki:
Peygamber Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Yâ Resûlallâh! Belânın en şiddetlisine maruz kalan insanlar kimlerdir?" diye sorulduğunda O (aleyhissalâtü vesselâm), şöyle cevap vermişti:
"Peygamberler, ondan sonra da derecesine göre diğer insanlardır." (Tirmizî, zühd 57; İbn Mâce, fiten 23)
– Mü’minler, sadece “iman ettik” demekle, öyle hiç imtihana tâbi tutulmadan kendi hallerine bırakılıvereceklerini mi sanıyorlar? Elbette Biz, onlardan önce yaşamış nice mü’minleri de imtihanlara tâbi tutup denedik. Şüphe yok ki Allah, elbette şimdiki mü’minleri de imtihan edip, iman iddiasında sadık olanlarla bu konuda samimi olmayanları birbirinden ayıracaktır! (Ankebût, 29/1, 2, 3)
– Yoksa siz, daha önce yaşayıp da misyonlarını eda etmiş ümmetlerin başlarına gelen o sıkıntılı durumlara maruz kalmadan, öyle kolayca cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Onlar, öyle ezici mihnetlere, öyle katlanılmaz zorluklara dûçâr oldular, öyle şiddetle sarsıldılar ki, peygamber ile onun yanındaki mü’minler bile, “Allah’ın vaad ettiği nusret ve yardım ne zaman gelecek?” diye yalvarıp bekleyecek duruma geldiler.’ (Bakara, 2/214)
Bugün zor bir yol ayrımında bulunan hizmet gönüllüleri, tercih ettikleri bu mukaddes hizmetten dolayı asla pişman değiller ve hiç endişe etmiyorlar. Sürekli suçlu arama peşine düşüp musibeti ikileştirmiyorlar. ‘Yolun kaderi bu’ diyorlar. Şimdi fırtına zamanı olduğunu ve yaprak gibi titreyip duranların savrulup gideceğine imanları tam. Çınar gibi dimdik duranların dört mevsimi de göreceklerine tereddütsüz inanıyorlar.
Onlar, Kitap ve Sünnet çerçevesinde yapmaları gerekli olan şeyleri yapıyorlar. Ne dostun vefasızlığından ve hasedinden ne de kendilerine kin ve nefret duyan insanların cefasından sarsılmıyorlar:
“Biz Allah’ın emriyle, onun yolunda hareket etmeye vazifedarız. Cenâb-ı Hakk’ın vazifesine karışmayız. O (cc) ne dilerse onu yapar." diyorlar.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, mazinin derin derekelerinden onlarla konuşuyor:
‘Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve susarak Nur’un sözünü dinleyen ve gayba nüfuz eden gizli bir bakışları ile bizi hayranlıkla seyreden Said’ler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tâhirler, Yûsuflar, Ahmedler, vesâireler!.. Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, ‘Sadakte’ (doğru söyledin) deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun! Şu çağdaşlarım, varsın beni dinlemesinler. Târih denilen mâzi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum…
‘…Bu müthiş zamanda, dehşetli düşmanlar, şiddetli baskılar, hücum eden bid' atlar ve sapkınlıklar karşısında bizler çok az, zayıf, fakir ve kuvvetsiz olmamıza rağmen gayet ağır, büyük, mukaddes ve bütün insanlıkla alakalı olan imana ve Kur'an'a hizmet vazifesi Allah'ın ihsanı ile omzumuza konulmuş…
‘Her vakit, ihlâs, tesanüd, sebat, sarsılmamak ve vazifemizi yapmak ve vazife-i İlâhiyeye karışmamak ‘sırran tenevverat’ düsturuna göre hareket etmek ve telâş etmemek ve me’yus olmamak lâzım ve elzemdir.’ Sözlerini kendilerine düstur yapıp her an İlahi Dergah’a iltica ediyorlar:
"Rabbimiz, bizi inkâr edenlerin elinde bir fitne, bir imtihan unsuru yapma (bizi onların baskı ve işkencesi altına düşürme, bizi onların elinde ateşe sokulan, dövülen, ardından örsler üzerine konulan ve sonra da üzerinde çekiçlerin inip kalktığı bir şey hâline getirme!), bizi bağışla. Rabbimiz, yegâne galip ve hikmet sahibi ancak Sensin, Sen!" (Mümtehine Sûresi, 60/5)
‘Allahım, dağınıklığımızı giderip bizi aynı duygu ve düşüncelerde bir araya getir; kalblerimizi birbirine ısındırıp gönüllerimizi karşılıklı sevgiyle doldur. Bizi katından bir ruhla/bir güçle te’yid buyur. Sevdiğin ve râzı olduğun işlere muttali kılıp onları bize sevdir, onları hayata taşımaya ve başkalarına duyurmaya bizleri muvaffak eyle! Ey yegâne merhamet Sahibi!.. Hasımlarımıza karşı bize yardımcı ol, nusret lütfet. Her halimizde ve işimizde yanımızda ve lehimizde bulun, aleyhimizde olma!..’
Hayatı boyunca tahakkümü, zilleti asla kabul etmeyen; haksızlığa katlanmayan, zulümden nefret eden; kimseye minnet borcu olmayan Kutlu Rehber’lerinin arkasında elif gibi dosdoğru olarak yollarına devam ediyorlar.
Hadiseler istedikleri gibi cereyan etmiyor; insanlar onları anlamıyor, bütün ızdırabları, inlemeleri ve gurbetleri yaşamak onlara düşmüş. Fakat, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) müjdesi onlara yetiyor:
“Tûbâ lilguraba-Müjdeler olsun gariplere!..”
Hasılı, yarının şeref sayfalarında yer alacak tablolar karşımızda duruyor… Peki… Onlar ve onların anneleri, babaları, dedeleri, nineleri… çok büyük ve ağır imtihanlar altında kıvranırken acaba biz bu süreçteki duruşumuzla, Rasûl-i Ekrem’in yolunda olduğumuzu, Ashâb-ı Kirâm’ın peşinde yürüdüğümüzü ve bize lütfedilen nimetlerin hesabını vermeye hazır olduğumuzu söyleyebilir miyiz?
Ya da çilesi çekilen bu davanın gerçek adanmışı olduğumuzu?