Mukaddes Vazîfe

''Allah (cc), her devirde Dâr-ün Nedve’lere mukâbil, Dâr-ül Erkam’lar lütfetmiştir. Birinde sürekli fitne, fesât, yakıp yıkmak, kendi çıkarları ve rahatları adına mazlumları ezmek ve zulmetmek varken diğerinde, şefkât, merhamet, hayır, yümün ve bereket, aynı zamanda ortalığı yakıp yıkan, fitne ve fesât çıkaranlara karşı ıslahçı rol oynamak vardır.''
Mehmet Ali Şengül / samanyoluhaber.com

Bütün insanlar  dünya mektebinin talebeleridir. Talebe, mutlaka imtihana tabî tutulur. Çünkü, kim dersine çalıştı; kim atâlet, meskenet içinde keyfine, rahatına ve menfaatlarına takıldı, bunun ortaya çıkarılması ancak imtihanla gerçekleşir. 
    
Bununla beraber başa gelen musibetler illâ hatânın neticesi değildir. Büyüyen ağaç budanır. Budanmazsa dallar zayıflar ve meyve vermede zâfiyet yaşar. Budanması lâzımdır ki, daha güzel meyve versin. 
    
Mü’minler, ‘hizmetlerinin önü kesilmesin, hep aşkla, şevkle ve zevkle hizmet edilsin, muhtaç gönüllere ulaşılsın, herkes îmânını kurtarsın’ istiyorlar ama, Allah kim neye layıksa onu takdir eder. Önemli olan insanların sebeplerde kusur etmemesi, kaderin  verdiği karara da itiraz edilmemesidir. 
            
‘Deme şu niçin şöyle
Yerincedir ol öyle
Bak sonuna sabr eyle
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler!’      
(İbrahim Hakkı Hz.)

İslâm’ın en büyük gâyesi, tevhid ve Allah’a îman esâsıdır. Bütün peygamberlerin ve Allah Resûlü’nün (sav) tebliğle vazifelendirilmelerinin temelinde bu vardır. Onlar, bütün hayatları boyu tevhid için, insanların kalplerinin bu hakîkate uyanmalarını sağlamak için mücâdele vermişler, başlarına gelen beşer tâkatinin fevkindeki sıkıntılara bunun için katlanmışlardır.
    
Devr-i saâdetten bugüne, başta Sahâbe Efendilerimiz (r.anhüm) olmak üzere, bütün müçtehidler, müfessirler, muhaddisler, mürşitler, kendilerini îman ve Kur’ân’a adayan mücâhitler; maddî- mânevî bütün imkanlarını işte bu davâya adamışlar, kendilerinden beklenenleri yapmışlar, ruhlarının ufkuna bu şuur ve bu dertle yürümüşlerdir.
    
Helâket ve felâketlerin ruhları sardığı, insanların, hususiyle gençlerin, zillet ve sefâlete mahkum hâle geldiği bir asırda, bir hırka, bir lokma, bir torba, bir bardak su ve çaydan başka, dünyâ adına hiçbir şeyi bulunmayan Hz.Üstad, dağlarda, ağaçların dallarında kuşların tüneyip uyuduğu gecelerde bile sürekli uyanık kalmıştır.
    
Bütün derdi, rüyâsı, hülyâsı; Tevhid nurunu muhtaç gönüllere duyurmak, insanlığı küfür, dalâlet ve zulüm karanlığından kurtarmak, dîn-i Mübîn-i İslâm’ı ilân etmek, ölü gönülleri ihyâ etmek olmuştur. 
   
Hz.Üstad’a hal ve hatırı sorulduğunda; ‘Bana ızdırap veren yalnız İslâm’ın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı, şimdi tehlike içerden geliyor. Kurt gövdenin içine girdi. Şimdi mukâvemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basîret gözü böyle körleşirse, îman kalesi tehlikededir.’ 
    
‘İşte benim yegâne ızdırâbım budur. Yoksa, şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da îman kalesinin istikbâli selâmette olsa! ... Onun için ben yalnız îman üzerine mesâimi teksif etmiş bulunuyorum’ diye cevap vermiştir.
     
Efendimiz (sav); ‘Cihad, (küfür-iman kavgası) kıyamete kadar devam edecektir’ buyurmuşlardır. (Buhâri)
       
Hz.Âdem’den (as)  bugüne kadar gayz, kin ve nefretleri bitmeyen küfr-ü mutlakın, ehl-i dalâletin,ehl-i nifak, fâsık, fâcir ve münâfıkların, hususiyle kisve-i İslâm’a bürünmüş, öyle görünen ihânet şebekelerinin;  irtikap ettikleri akla hayâle gelmedik zulümleri, tahammül edilir gibi değil.
      
Târihin derinliklerinde; arenalarda aç aslanlara yem yapılan, diri diri keskin demir tırmıklarla etleri kemiklerinden ayrılan, ağaçlara bağlanarak testerelerle kesilerek, kaynayan suda boğularak, ateşlerde yakılarak şehit edilen inananlar..
      
Efendimiz’e (sav), Sahâbe-i Kiram (r.anhüm) Efendilerimiz’e, hususiyle ‘Cennet Reyhanları’ buyurup omuzlarında büyüttüğü torunlarına yapılanlar.. 
      
Arkasında namaz kılan, müslüman görünen insanların Hz.Hüseyin’in (ra) kafasını gövdesinden ayırmaları.. Ve bugün benzer şekilde yaşanan zulümler.. Hepsi gösteriyor ki, dünya bir imtihan yeridir.
     
Maddî- mânevî hizmet-i îmâniye ve Kur’âniye’nin sorumluluğunu, kaderin sevkiyle omuzlayan başta dâvây-ı İslâm’ı temsil eden büyük zâtlar, şahs-ı mânevî olarak dâvâya sahip çıkıp destek olan, hâdim, kardeş, dost, taraftar, A’dan Z’ye ne kadar hâlis, muhlis, fedâkar kadın-erkek, yaşlı-genç, kahraman kardeşlerimiz ve ehl-i îman varsa; bugün bunlar tarihte eşine az rastlanan büyük imtihana tâbi tutulmuş durumdadırlar.

Cenâb-ı Hak Ahkâf sûresi 13. ve 14. âyetlerde; “Onlar ki, ‘Rabbimiz Allah’tır’ deyip, sonra da dürüst hareket ederler, işte onlara korku ve endişe yoktur, onlar kendilerini üzecek hiçbir durumla da karşılaşmazlar.”

“Onlar cennetlik olup, yaptıkları güzel işlere karşılık olarak ebedî kalmak üzere o cennetlere girerler”  buyurmaktadır. 

O büyük zâtlar ve iman şuuruyla şereflenmiş ehl-i imanın en büyük ızdırâbı, sıkıntısı; hizmete, dine yapılan tahribatlardır. Neslin îmandan, Kur’ân’dan mahrum bırakılmasıdır.

Elli yıllık kader birliğimiz olan, yaratılış gayesinin şuurundan mahrum insanlığın iman zaafı yaşamasının sıkıntısını vicdanında duyan zât; ‘İğnesiz bütün dişlerimi çekseler, bütün âile efrâdımın hepsi birden ölseler, bunların ızdırâbı dâvây-ı İslâm’a, ülkeye, insanımıza ve dünyâ barışına yapılan tahrip kadar beni üzmez’ buyurmaktadır. 
      
Şayet tanıyabildim ise, o zât elhak doğru söylüyor. O’nun derdi, dünyâdan daha ziyâde insanlığın ebedî hayâtları olan âhiret hayâtlarını kurtarmaları ve onlara destek olma gayreti içinde bulunmaktır.
      
Basiretler kör ise, vücut sarayına pencere olarak yerleştirilen gözler görmez. İnsanlar hakîkati göremeyince o zaman, iman dâvâsı tehlike arz eder.
      
Bundan dolayı  böylesine hayırlı, faydalı bir hizmete bilerek veya bilmeyerek engel olmak isteyenlere mukâbil, Allah’ın bütün dünyada lütfettiği fırsatları, insanlık hayrına, dünyâ barışına katkıda bulunma gayreti içinde kullanmak bize düşmekte.. Neticede hükmü vermek, mührü basmak Rabbbimiz’e aittir.
      
Mutlak hâkim Allah’tır. Hükmü verecek olan O’dur. Kâinatta hiçbir şey başıboş değildir, tesâdüfe yer yoktur. Murâd-ı İlâhi olmadan hiçbir şey olmaz. Olup biten zorluklar elbette ehl-i imanı üzer ama, mü’min O’ndan daha çok şefkatli, merhametli olmaya kalkar ise, O’nun işine müdahale etmiş olur ve sorumlu duruma düşebilir.
      
‘Büyük başarılar, çekilen çile ve ızdırâplar neticesidir. Cereme ganimet ölçüsündedir. Müslümanlığı çok ucuza elde ettik. Allah Resûlü’nün (sav) iltifâtının bedeli çok pahalıdır. Yolunda olanlar bunu hiçbir an unutmamalıdırlar. Sokaklar çirkef akarken, Allah’ın âhiret ve cennet kokan îmana ve Kur’an’a hizmet etme kapısını açıp,  buyurun demesi ne büyük lütuftur. Bunun hakkını vermek mü’minlere düşüyor’.

***
    
Herkes fânidir. Mü’minler, gelecek nesle ârızasız bu dâvâyı emânet etmekle mükellefdirler. Dünyâya yenilmeden, dünyâyı elinin tersiyle itemiyorlarsa, Allah’la irtibatları o ölçüdedir.
     
Allah (cc), her devirde Dâr-ün Nedve’lere mukâbil, Dâr-ül Erkam’lar lütfetmiştir. Birinde sürekli fitne, fesât, yakıp yıkmak, kendi çıkarları ve rahatları adına mazlumları ezmek ve zulmetmek varken;
Diğerinde, şefkât, merhamet, hayır, yümün ve bereket, aynı zamanda ortalığı yakıp yıkan, fitne ve fesât çıkaranlara karşı ıslahçı rol oynamak vardır.

Allah (cc), îman ve Kur’an hâdimlerine Dâr-ül Erkam ruhunu temsil ettirmektedir. İnsanlar için cennete giden yolları açmak, Cehenneme giden yolları tıkamak, kullarıyla Allah arasındaki engelleri kaldırmak, bütün insanları yaratılış gâyesine uygun, hakîki insanlık seviyesine yükseltmek fırsatını vermiştir.
      
Gelecek nesiller, böylesine sabır ve sebât içinde duruşunuza, Allah’a olan tevekkül ve teslimiyetle, Resûlullah’a olan muhabbet ve bağlılıkla yapmış olduğunuz insanlık hizmetinize hayran kalacak, sizleri hayırla yâd edecektir.
      
Hz.İbrahim (as) emr-i ilâhi ile Hz.Hâcer anamızı ve müstakbel peygamber Hz.İsmâil’i (as), ıssız, sessiz, kimsesiz, kayaların arasında sıcak çöl olan Mekke’ye bırakmıştı. Yemek yok, su yok.. Bir kadın ve bir çocuk.. Onları Allah’a emânet edip ayrılmıştı..
     
Hz. Hacer vâlidemiz, ‘Yâ İbrahim, bizi bırakıp nereye gidiyorsun!’ diyerek seslenmiş; o büyük Nebî (as), şefkât galebe çalar endişesiyle geriye dönüp bakmamıştı. Bunun üzerine annemiz; ‘Yâ İbrahim! O’nun emri ise, yolun açık olsun. O bize sâhip çıkar’ deyip Allah’a teslim olmuştu.
     
Hz.İsmâil (as) çocuktu. Hz.İbrahim (as); ‘Oğlum, rüyamda seni kurban ederken gördüm’ demesine mukâbil Hz.İsmâil; ‘Babacığım, O’nun emrini uygula! Beni sabredenlerden bulacaksın’ deyip, Allah’a ve babasına teslim olmuştu.
     
Bugün de, bâzılarının hürriyetleri ellerinden alındı. Bâzıları, anne-babasına, eşine, çocuklarına hasret durumda. Cenâzelerine bile katılma şansına sâhip değiller. 
     
Buna rağmen mü’minler, âile efradlarını, yakınlarını Allah’a havâle edip, O’na (cc) teslim ve tevekkül içinde hizmetlerine devam edecekler. Zirâ, bu mukaddes vazifenin sorumluluğunu yerine getirenlerin, başlarına gelen bu sıkıntılara karşı vefâlı olmaları ve sabretmeleri gerekmektedir.

03 Nisan 2018 16:29
DİĞER HABERLER