"İslâmcılık tartışmasına bıçak gibi saplanan “MİT ajanlığı” boyutu, basit bir entrika-komplo hikâyesi değil. Ali Bulaç'ın ifşaatında bugünlere ışık tutacak çok esaslı ayrıntılar var."
Her şeyden önce bir İslâmcıya önerilen ajanlık görevi, İslâmcıları veya İslâmcı örgütleri değil Risale-i Nur Hareketi'ni hedef alıyor. Ali Bulaç kendisine İslâmcılar hakkında değil Nurcular hakkında bilgi toplamak üzere ajanlık önerildiğini özellikle vurguluyor. Bugünün Hizmet Hareketi gibi, dünün Risale-i Nur Hareketi de kanun dairesi dışına çıkmayan, barışçı ve Bediüzzaman'ın ifadesi ile “müspet” bir hareketti. Devletin o dönemki sahiplerinin, özenle siyaset dışında kalmaya çalışan bu harekete husumetlerinin sebebi acaba ne idi? Neden laikliğe alenen savaş açan, “şeriat esaslarına dayalı bir devlet nizamı” peşinde koşan İslâmcılar değil? Bu soruya verilecek cevap bugünün “paralel paranoyası”nı da açıklıyor. İktidar ve güç sahipleri her dönemde kolaylıkla nüfûz edip yönlendirdikleri siyasal akımlardan değil, topluma yayılmış ve güven alanı oluşturmuş sivil hareketlerden korkuyor.
Ajan hikâyeleri, Soğuk Savaş yıllarının en çok ilgi gören geyik muhabbetiydi. Bir ülkenin kaderini toplumsal dinamiklere değil de siyasal entrikalara, kişisel ihtiraslara bağladığınız zaman hemen ajan mavraları imdadınıza yetişirdi. İstihbarat örgütleri, masonik gizli kardeşlik locaları, ajan-provokatörler katar katar trenleri yerinden uçurup ters istikamete doğru raya yerleştirebilir ve birbirleri ile çarpıştırabilirdi. Komplolarla her şeyin açıklandığı bir tür düşünce tembelliği bu hikayelerin cazibesi ile yerleşti. Sovyetler dağıldıktan sonra bu efsaneler anlatım kolaylığı sağladığı ve ilgi çektiği için sadece popüler televizyon dizilerinde yaşamaya devam etti; bir de bugünün İslâmcılık tartışmasında.
Veysel Ayhan'ın önceki gün gazetemizde yer alan MİT analizi birçok balonu tek bir dokunuşta patlatıyor. Devletin koskoca istihbarat birimi, Deli Petro'nun nam salan özel teşkilatı gibi sadece tek bir kişiye hizmet ediyor. Ölçümüz çok basit. Veysel Ayhan'ın sıraladığı ses ve görüntü kayıtları ya MİT tarafından servis edildi, ya da bu teşkilat içerde yapılan bu operasyonları deşifre edemeyecek kadar beceriksiz. Her iki durumda da bu teşkilatın ülkeye faydası değil zararı var demektir. Bu teşkilatı kapatsak ülkenin güvenliğinde herhangi bir gedik açılır mı? Yoksa devletinize ve hukukunuza daha fazla mı güvenirsiniz? Belli ki bu teşkilat, gizlilik zırhının koruması altında kişisel çıkar ve hesapların görüldüğü bir panayıra dönüşmüş. Delili işte tartıştığımız bu hikâyenin içinde duruyor.
AK Parti İslâmcılığı, meğer devletle geçmişte kirli ilişkileri olan çok özgün bir örgütlenme türü ile bağlantılı imiş. Tarlalar sürülmüş, senelerce hasat alınmış ve bazı kişilerin önü açılmış. İslâmcı diye bildiğimiz kişilerden duyup da inanmakta güçlük çektiğimiz “devlete nasıl karşı çıkarsınız?” lafının sebebi artık anlaşılmış olmalı. 17/25 Aralık soruşturmaları patladığı anda Yalçın Akdoğan'dan işittiğimiz “Millî Ordu'ya kumpas kuruldu” keşfiyatını, ancak uzun bir geçmişi olan o kirli ilişkilerin tecrübesinden damıtarak açıklayabilirsiniz. Sözlerimi geri alıyorum. İslamcılar iktidar yüzü görünce sonradan devletin İslamcısı olmamış, zaten devlet patenti altında iş görüyorlarmış. Ali Bulaç'ın “Üçüncü Nesil” diye tebcil ettiği gerçek İslâmcılar, devletin içinde örülen bu duvarı aşıp kendini gösterememiş.
YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ