Seçim haftasındayız. Bu yazı burada bir hafta kalacak ve siz bu yazıyı hem seçim öncesinde hem de seçim sonrasında okuyabileceksiniz. Seçim süreci boyunca ve dahası bir yılı aşkın süredir yazılması gerekenleri yazmaya çalıştık ve bundan sonra da dilimiz döndüğü sürece yazmaya çalışacağız. Belki bu yazıda da AKP Lideri Tayyip Erdoğan ve Cumhur İttifakı, CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakı ve diğer liderlere ilişkin çok şey yazılabilirdi. Ama ben öyle yapmayacağım, sözü 2016 darbe zulmünden bu yana hala hapiste (bizim için Medrese-i Yusufiye) olan bir kardeşimize, Yusuf’umuza bırakmak istiyorum. Yazdığı her cümle, kelime, koyduğu her nokta, virgülün benim yazmak istediğim yazılardan daha etkili olacaktır bundan emin olun. Yusuf’un yazdıklarına kulak verin ve bu seçimin bir anlamda- sebeplere riayet etmesi açısından- ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlayın ve anlayalım… Kalem Yusuf’ta….
“Uyuyormuşum bilmezdim.
Bir sabah uyandım ki; bir ülke 1984’nü yaşıyor. Demokrasinin elleri arkadan kelepçeli ve susuyor halk. Sıcak bir ayaz emeğimi, gençliğimi, hayallerimi katlediyor. Kantlarım ve özgürlüğüm paramparça…
Bir sabah uyandım ki; ev aramamaları, nezaret, sorgu, zorla yürütülme, hapis, tecrit, ihraç… Sıralanmıştı artarda. Anlamıştım, bir pusu idi bu ve ben artık akrebin kıskacındaydım.
Hakaret, çıplak arama, taciz, tecavüz meşrulaşmıştı. İşkence açılış faslıydı böyle zamanların. Tutanaksızdı yumruklar. Ortak yayın yapan televizyon kanallarında ortak düşmandım. Tek dişi kalmış canavar olan medeniyet suskundu. Aileme haber veremiyorum. Görüş, telefon, mektup yoktu. Beni öldü biliyorlarmış. Günler sonra ilk telefon görüşmesi, konuşma yok, sadece hıçkırık sesi.
Bir sabah uyandım ki; Meriç suyu taşıyor benim yüreğimi sel basıyor. Denizlere savruluyordu anne sütünden mahrum bırakılan bebeler. Ve kör olmuştu dünya. Yokluğa düşmüştü ailem. Evden kovulmuşlar, ağaç kabuğuna reva görülmüşlerdi. Buz kesmişti akrabalık ilişkileri. Hor bakıyordu komşular. Beni tanımış olmanın bedeli ödetiliyordu insanlara. Yedi göbek öte akrabanın bile sosyal güvenlik kaydında adım göründüğünden mağdur oluyorlardı. Meşru düşmanlaştırma devam ediyordu. Bir tek pazı bandı eksikti ailemin kolunda.
Bir sabah uyandım ki; sırtımdan kanlar akıyordu. Yakın dostlarım etimi dişliyor, olmadık iftiralar atıyorlardı. Kitapların en önemli zanlı olduğu ev aramalarına eşlik ediyorlar, elleriyle suç üretiyorlardı. Öyle aramalar ki maksadı yıkmak, maksadı silinmez travmalar bırakmak ailelerin üzerinde. Duvar demirden başka bir şey görmez olmuşum artık. Koğuşlarda mahşer kalabalığı, hapis değil toplama kampı. Ve bu kalabalığı kabul etmeyen kendi kuyruğunu inkar eden mahkemeler. Mağduriyetler inanılmaz. Adam var, yatak yok. Sonra yatak var, yatağa yer yok. Yemek var kaşık yok. Ne sorsak dilekçe diyorlar. Kağıt var kalem yok. Ve yağmur yağıyor kimi zaman. Günlerce yağmur. Tuvaletler taşıyor ama muslukta temizlik için su yok.
Bir sabah uyandım ki; mektup diye bir şey girdi hayatıma. Eski hayatın eski zamanın nostaljisi, yeni hayatın tek sesiydi. “Görülmüştür” mührüyle sarsılıyordu satırlarım. Bitiriyordu beni bu izleniyormuş hissi. Acımasız kısıtlanıyordu hayatım. Eğitim hakkım, sınavlara girme hakkım dahi alınıyordu. Kış günüydü ve yanmıyordu kaloriferler. Buzdolabının içindeydim sanki. Bir gün değil, her gün, aylarca, yıllarca, halen… Kıyafet, saç-sakal tıraşı kısıtlamaları art arda geliyordu. İdarelerin noteri idi mahkemeler. Kimi kime şikâyet ediyordum ki!
Bir sabah uyandım ki; dünya hastaydı. Arkadaşlarım ve bende hastaydık. Ve kayda geçmiyordu hastalıklar… Zehirlenmeler ya da zehirlemeler de öyle. Öyle bir haldeydim ki “bir sabah uyandım ki” bile diyemeyecek haldeydim. Çünkü uykusuzluk hayatımızın bir parçası haline gelmeye başlamıştı.
Bir sabah uyandım ki; dışardan bir selam almanın kıymetini çok daha iyi anlıyordum. Üstü hafif aralık kafes üstüne kafes örülmüş bir kabirdi burası. Diriler kabri… Yaşamak ile ölmek arasında bir hayat vardı burada. Böyle zamanlarda basit bir selam alabilmek yaşadığını anlamaktı. Dostlarım öldürmüştü beni, ailem ve birkaç dostum yaşatıyordu. Ve yeni dostlar ediniyordum içerde. Öyle adamlar tanıyordum ki tarihin isimlerini yazmayı şimdilik atladığı kahramanlardı onlar. Kale gibi adamlar değillerdi sadece, bizzat kalenin kendisiydiler. Hepsi kırmızı renkli bir çile kitabından çıkmış gibiydiler. Çilenin devamını yazıyorlardı.
Bir tarafta yıllarca tanıdığımı zannettiğim bir eli her an hainlik silahının tetiğinde düşmemi gözleyen ve geçmişini inkârla geleceğini de karartarak kendine yaşanabilir bir dünya bırakmayan müsveddeler. Bir tarafta süt rengi bir yarının en temiz sayfaları. Yeni insanlarla yeni bir hayatım vardı artık. Ve ben sıkılmadan bu yürekli adamların hikâyelerini dinliyordum. Günlerce, haftalarca, aylarca… Davalarca kan diyorlardı, sorgulara tek parça gidip siyah poşetler içinde çıkan, adı firar yazılan adamlar var diyorlardı. Günlerce, gecelerce uykusuz acımasızca muameleler, yazılmayan darp raporları, dayak, tehdit, zorla attırılan imzalar… Ve kalemin yazarken kırılacağı ahlaksızca uygulamalar…
Bir sabah uyandım ki; gönlümün kuşunun sesini duyamadım. Kafeslenmişti. Karımda günlerce nezaret iki hafta tecrit ve toplama tipi bir koğuşta hapis. İki zindan arasındaydı artık mektuplar. dışardayken, adından korktuğum şimdi en ağır cezalarla yargılandığım mahkemenin içinde buldum kendimi. Bir adam vardı karşımda sesi boyundan büyük bir sefalet. Kanunun değil zulmün dilini konuşuyordu. Ciltler dolusu iftira edebiyatının en görkemli dizgisi karşımdaydı. Tarih Nazi döneminin tuvalet kağıtlarını bile saklamış sergiliyorken şimdi birileri kendini bunları yazarken gelecek nesillere rezilce pazarladıklarını fark etmemişlerdi sanırım.
Savunmak istiyordum kendimi. Avukat görüşlerim kısıtlanıyor, kameralarla izleniyor, yanı başımda duran bir memur tarafından yazılı olarak da her söylediğim kaydediliyordu. İfadeleri dinliyordum mahkemede. Edebinden kendine yapılanları yüzleri kızararak anlatan adamlara savrulan cahiliye sloganları…
Gösterilmeyen ve zaten düzmece olan deliller…
İfadeleri ezberletilmiş muhakkak aleyhe konuşan kanıtlar…
Sanık olmakla bilirkişi olmak arasında kalmış kişilerce baskıyla yazılmış, özenle leke kısımları ayıklanmış bilirkişi raporlar. Sonuçta kurgulanmış göstermelik bir yargılanma ve en ağır ceza.
Bir sabah uyandım ki; artık zaman epey ilerlemişti. Hapiste gün geçmezken yıllar geride kalmış anılardaki geçmişi resimlerdeki kişiyi tanıyamaz olmuştum. Kendime yabancı gibiydim. Bıyıklarım uzamış, saçlarım ağarmış babama benzemiştim. Çizgiler sarılmıştı yüzüme. Kişiliğimde keskinleşmişti. Bir kavganın seyircisiydi eski resimlerdeki adam. Ama ben artık o kavgaya karışmıştım. Artık bir inancın sempatisinde değil bizzat o inancın en derinlerindeydim. Resimlerdeki o kara saçlı çocuk kitaplar okuyordu düzinelerce bense kitaplara karışıyordum. Kendimin bile tanıyamayacağım bambaşka biriydim artık. Çilem güçlendiriyordu beni.
Ve bu sabah uyandım ki, sahnesi koca bir ülke toprağı olan tiyatro oyununun son perdesinin son tiratlarını izliyordum sanki. Çilenin sahipleri bu sürecin kazananıyken bu soykırım suçuna sessiz kalan dünya yine yüzleşmek zorunda kaldığı bir tarihi geride bırakarak kaybediyordu. İnsanlığın asırlardır süren kanun yolculuğu ilkeleri, sözleşmeleri, bildirileri, usulleri, sistemleriyle vicdanın, hakikatin, gerçek adaletin gerisinde kalıyordu. Ama adaletsizliğe haksızlığa ses çıkarmamak bir salgın gibiydi. Medeniyetler buna göz yumduğunda istediği kadar korunduklarını kendi düzenlerinin sarsılmaz olduğunu düşünseler de kendi barışlarını, kendi geleceklerini tehlikeye atıyorlardı.
Ve bu sabah diyorum ki; Medeniyet! Raflar dolusu demokrasi hukuk kitapları yazan insanlık! Ben isyandım ve çilem sizler için de savaşıyor. Kulak verin, duyun, okuyun, görün artık. Zulüm ölmedi, yaşıyor…”