MÜRŞİT

Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak yeni köşe yazısında “Mürşid: Sonsuzluktan Haber Veren Adam.’’ isimli kitaba yer verdi. Tokak ayrıcı kitaptan yola çıkarak muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi hakkında bazı önemli anektodları da yazdı.


MÜRŞİD
Balkondan gün batımını seyrediyorum.
Gökte katar katar turnalar, kızıl ufuklara doğru uçuyor.
Sesleriyle kasaba sakinlerini selamlıyorlar.
V şeklinde ikişerli sıralanmışlar; en öndeki tek başına uçuyor.
Rotayı o belirliyor.
Turnalara o yol gösteriyor.
Öyle ahenkli kanat çırpıyorlar ki, pırıl pırıl gökyüzünde muhteşem bir tablo oluşturuyorlar.
 Seyri doyumsuz olan allı turnalar gözden kaybolunca odama geçiyorum.
 Masamın üstünde duran postadan yeni gelen paketi açıyorum.
Bir kitap…
“Mürşid: Sonsuzluktan Haber Veren Adam.’’
Yazarı tanıdık biri: Mehmet Yavuz Şeker.
Amerika’ya her gittiğimizde, Hocaefendinin yanında görürdüm onu.
Yüzüne yerleşen tatlı bir tebessümle, ‘’Hoş geldiniz.’’ derdi.
Kampın bütün ruhaniyetini sanki omuzunda taşıyormuş gibi, ağır ağır konuşur; ağır ve sakin adımlarla yürürdü.
Derviş ruhlu biriydi.
Roman, bir aşk hikayesiyle başlıyor.
Seküler bir dervişin kaleminden bir aşk romanı okumak hiç aklıma gelmezdi.
Kitap, bir aşk ve bir hidayet romanı olmasına rağmen, hüzün bir fon müziği gibi, kitabın başından sonuna kadar yer yer ağırlaşarak, yer yer yükselerek, ‘’sonsuzluk senfonisi’’ tadında sürüyor.
Bunda, yazarın romanını hapishanenin taş duvarları arasında yazmasının, eşine ve çocuklarına olan özlemin de etkisi olduğunu düşünüyorum.
Zordur ayrılıklar.
Roman kahramanları Marsel ve Zehra…
Bu iki genç Sorbonne Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde okurlarken birbirlerine ilgi duymaya başlıyorlar.
Marsel, etrafındaki insanlara yardım etmeyi seven, iyi kalpli, zeki ve bir o kadar da yakışıklı bir genç.
Zehra, Cezayirli. Dindar bir ailenin kızı. Dini yükümlülüklerin yerine getirmeye çalışan, zeki ve çalışkan bir kız.
Marsel’i çok sevmesine rağmen, mesafeli duruyor.
Marsel, bir gün duygularını Zehra’ya açıyor.
Lakin hiç beklemediği bir cevapla karşılaşıyor:
“Müslüman olmayan biriyle evlenmem mümkün değil.”
Marsel çok şaşırsa da, zaten soylu ve zarif davranışlarıyla başka kızlardan çok farklı olan Zehra’nın cevabını anlayışla karşılıyor.
Zehra, yanında getirdiği kitabı ‘’Sonra açarsın’’ diyerek Marsel’e uzatıyor.
Marsel eve vardığında, zarif bir pakete sarılmış olan kitabın, Martin Lings’in (ya da sonraki adıyla Ebu Bekir Siracüddin’in) Hz. Muhammed’în Hayatı olduğunu görüyor.
Fransızca yazılmış olan kitap, ilgisini çekiyor ve okumaya başlıyor.
Zehra, üniversiteyi bitirince ülkesine dönüyor.
Marsel, Zehra’yı unutamıyor.
Gece ile gündüzü ayırt edemez hale geliyor.
Sanki güneş onu bütünüyle terk etmiştir.
Zehra’nın güneşi andıran yüzü, gözlerinin önünden hiç gitmiyor.
Fransa’daki Müslümanların perişan hallerinden dolayı da Müslüman olmak istemiyor.
Etrafının baskınından korkuyor.
“Keşke” diyor, “Müslümanların hepsi Zehra gibi olsa.”
Zehra’nın aşkı, onu yollara düşürüyor.
Cezayir’e gitmeye karar veriyor.
Leyla’nın yolunda, Mevlâ’ya doğru bir yolculuk başlar.
Kitabın arka kapağındaki yazı, tam da bu yolculuğu özetliyor:
‘’İnsan, hayatın karmaşası içinde yolunu bulmaya çalışırken bazen bir durak arar; bir rehber, bir işaret, bir teselli... Mürşid, insanın ruhsal yolculuğunu anlamaya, içindeki derin soruları cevaplamaya ve sonsuzluğa uzanan bu ince yolda bir ışık tutmaya geliyor.”
Kitap her ne kadar bir roman olsa da, kısa bir araştırmadan sonra anlıyoruz ki Marsel gerçekten Cezayir’e gidiyor ve orada bir klinik açıyor.
Zehra da o klinikte doktor olarak çalışmaya başlıyor.
Fransa’dan kalkıp Cezayir’e kadar gelmesi, onun aşkının büyüklüğünü gösterse de, Zehra mesafeyi hep koruyor
Sevdiği gencin hidayeti için gece gündüz dua ediyor.
Fakir hastalardan para alınmıyor.
Bir gün, romana adını veren mürşidin hasta olduğunu haber veriyorlar.
Marsel, dergâha kadar giderek, Doğu’nun Sultanı olan bu büyük mürşidi tedavi ediyor.
Ediyor ama, orada asıl hastanın kendi olduğunu fark ediyor. Sık sık dergâha gitmeye başlıyor.
Dergâhtaki manevi iklim ona çok iyi geliyor.
Mürşidin sohbetlerini kaçırmıyor.
İkindi sonraları yapılan sohbetler, ona sonsuzluğun kapılarını aralıyor.
Mürşid’in sadece kendini değil, Zehra’nın kendine hediye ettiği kitabın yazarı Martin Lings gibi, Avrupa'da ve Amerika’da pek çok insanın, pek çok ilim adamının Müslüman olmasına vesile olmuş bir zat olduğunu öğreniyor.
Marsel, mürşidin sıradan bir insan olmadığını fark ediyor.
Mürşidin ikindi sonraları sohbetleri ona çok iyi geliyor.
Bir gün mürşidin yine hastalandığını haber veriyorlar.
Çantasını alıp koşuyor Marsel.
Mürşide ilk müdahaleyi yine o yapıyor.
Yanındakiler mürşidin Yemen’deki iki Müslüman kabilenin kavgasını duyunca aniden hastalandığını ve yatağa düştüğünü söylüyorlar.
Marsel, dergâhtan dönünce klinikte çalışanları topluyor.
“Düşünebiliyor musunuz” diyor, “Bir insan, akrabası, yakını, dostu değil; sadece aynı dinin bireyleri birbirini öldürüyorlar diye yatağa düşüyor. Dünyada Müslümanın imajı bu gibi olaylarla daha kötüleşiyor diye sancılanıyor, hastalanıyor. Şahsıyla hiç alakası olmamasına rağmen, sırf dini hassasiyetinden dolayı, insanların ölmesi, dinin zarar görmesinden dolayı kahroluyor. Bu nasıl soylu bir davranıştır? Bu nasıl bir derttir? Derdi paylaşmaktır. Dertlenmektir. Hakiki mürşidlere bu sözleri söyleten, insanların yaşadıkları acılardan dolayı onları yatağa düşüren, dininden, Allah’a olan imanından başkası olamaz.  Bu din, kim ne derse desin, hak dindir. Ben bu dine, bu dinin Yaratıcına, bu dinin peygamberine inanıyorum.”
Marsel’in “İnanıyorum.’’ sözü, Zehra ile aralarındaki duvarları yerle bir ediyor.
Marsel’in Müslüman olmasına vesile olana mürşidin o ızdırabı bana Hocaefendi’nin Azerbaycan’ın işgalinde yatağa düşmesini hatırlatıyor.
Zaten Fethullah Gülen Hocaefendi’nin dergâhında yedi yıl kalmış olan yazar da, romanında iki kâmil mürşidin arasında sörf yaparak söz ilmekleri dokuyor.
Hocaefendi, Azerbaycan’ın işgalinden bira kaç gün sonra Şadırvan Camii’nde kürsüye çıktığında çok hastaydı.
“Kalbim çok kırık” diye başladı konuşmasına.
“150 seneden beri yediğimiz şokların hepsini birden yedim.
Seneler var ki, İslam dünyasında zuhur edecek olan hadiseler zuhur etmeden önce, sanki sinir sistemimdeki bazı alıcılar, olacakları seziyor gibi; onlar beni yatağa çekiyorlar.  Ben olayları televizyondan, radyodan yatakta izliyorum.  İki büklümdüm, oluyorum dört büklüm.
70 sene evvelki şokuda hatırlattı bana. Bulgaristan’daki soydaşlarımızın yaşadıklarını da, onların feryatlarını da…
Sağıma baktım, soluma baktım.
Zeliha gibi, hangisine âh-u figan edersin?
Bir şey yapamamanın çaresizliği içinde, eli bağlı, dili bağlı…  Yakınımda olanları çağırdım: ‘Bari bir dua, bir hacet namazı’ dedim. Paketlediğiniz yardımlara bile izin vermiyorlar. Bu nasıl bir zulümdür? İçimden geldi, Hazreti Nuh gibi diyeyim:
“Allah’ım, mağlup oldum, yardım et!”
El elden üzüldü,
Yâr elden gitti,
Bağlar bozuldu,
Gülistan’da katmer güller kalmadı,
Irz çiğnendi, namus payimal oldu.
Namusa dokunuldu ve ben bunları acı acı yatağımın içinde düşündüm.
Bir şey yapamamanın çaresizliği içinde kıvrandım.
‘Buruğum, dedim, başka türlü olamazdım.
Azerbaycan’da olanları arkadaşlar anlattı, sofranın başında iki saat ağladım.
Çaresiz bir cemaatin hâline ağladım. Ömer Muhtar gibi tanklara karşı mavzer tüfeği ile mücadelesine ağladım.
Başlarına gelecek musibetin, evlerinin bir köşesinde çekilip bekleyen analara, kızlara, kadınlara ağladım.
Çiğnenecek ırzların, namusların çiğnememesini, çiğnenmeden önce düşünenlerin düşüncesine ağladım.
O tanklar gelip geçmeden, daha kanları fışkırtmadan, asfaltlara su yerine kan akıtmadan, ben çoktan onları hayalimde yaşamaya başladım.
Zira iki yüz seneden beri âlem bize kan kusturuyor.
Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım:
Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım.’’
Afganistan Hocaefendi’yi yatağa çekti.
 Azerbaycan Hocafendi yatağa çekti.
 Oralarda olan acıları yatağanında iki büklüm seyretti.
 Lakin kendi ülkemizde yaşanan olaylar, onca emek mahsulü müesseselerin mahvedilmesi, masum insanların yaşadıkları onu önce yatağa sonra da toprağa çekti.
Şimdi yatağından değil, kara toprağın bağrından seyrediyor bağrında kopan fırtınaları.
Balkonda gün batımını seyrediyorum.
Gökte katar katar turnalar, kızıl ufuklara doğru uçuyorlar.
Sesleriyle kasaba sakinlerini selamlıyorlar.
V şeklinde ikişerli sıralanmışlar, en öndeki tek başına uçuyor.
Rotayı o belirliyor.
Turnalara o yol gösteriyor.
Öyle ahenkli kanat çırpıyorlar ki, pırıl pırıl gökyüzünde muhteşem bir tablo oluşturuyorlar.
Uçun turnalar, uçun diyorum.
Nasıl olsa önünüzde size yol gösteren bir mürşidiniz var.
18 Mayıs 2025 10:11
DİĞER HABERLER