Mustafa Sungur Ağabey rahmetle yâd ediliyor...

Vefatının 6. sene-i devriyesinde Bediüzzaman Hazretleri’nin “mânevî evlâdım” dediği Mustafa Sungur Ağabey rahmetle yâd ediliyor.
1 Aralık 2012’de vefat eden, Bediüzzaman Said Nursî’nin “mânevî evlâdım” dediği talebe ve hizmetkârlarından Mustafa Sungur Ağabey’i, vefat yıl dönümünde sevenleri duâlarla anıyor. Risale-i Nurlar’ı 17 yaşında tanıyan ve 1954 yılından 1960’a kadar Bediüzzaman Said Nursî’ye hizmet eden Mustafa Sungur’un cenazesi 2 Şubat 2012 tarihinde Fatih Camii’nde kılınarak Eyüp Sultan Mezarlığı’na defnedilmişti.

MUSTAFA SUNGUR KİMDİR? 

Mustafa Sungur, 29 Ağustos 1929 tarihinde Kastamonu'nun Eflani beldesine bağlı Çalışlar köyünde dünyaya gelir. Annesi Cemile Hanım, Buhara'dan Anadolu'nun İslamlaşması için göç eden Şeyhler soyuna mensupken babası Hacı Ahmet Efendi ise Anadolu'ya Mekke'den göç eden Abdüsselam oğullarındandır.

Tek parti döneminde, 1940 yılında 'köylerin kalkındırılması' sloganı ile Köy Enstitüleri kurulur. Seçilen zeki köy çocukları, bu okullarda, ne yazık ki, dinî değerlere karşı olarak yetiştirilir. Mustafa Sungur da tek tip insan yetiştirmeyi amaçlayan bu eğitim kurumlarından biri olan Gölköy Köy Enstitüsü'ne kaydedilir. İslâmî değerlere bağlı bir ailede yetişse de, okullarda dini alaya alan öğretmenlerin tedrisatından geçmek durumunda kalır. Köy Enstitüleri'nde eğitim gördüğü sırada aldığı manevî yaraları şöyle anlatır: "Bir nevi zehir gibiydi orası. Bir muallim vardı. Kur'an'ı -haşa- Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) uydurduğunu söyler ve açıkça inkâr ederdi. Ruh ve kalbimiz kısmen bu telkinlere kapıldı. Ama iman ve Allah inancı çok şükür bütünüyle sarsılmadı."

Kastamonu'nun muhafazakârlığı ve okulun on kilometre şehir dışında bulunuşu, Sungur Ağabey'in ahlâkî yozlaşmadan uzak kalmasını sağlasa da imanî yönden sarsıntı geçirmesine engel olamaz. Öyle ki okula başladığı sırada kıldığı namazlarını aksatmaya, dinî değerler hakkında farklı düşüncelere kapılmaya başlar. 1945 yılında enstitüden mezun olunca yüksek öğretmen ya da müfettiş olmak için tahsiline devam etmek ister. Fakat babası ondaki olumsuz değişimlerden ürkerek buna müsaade etmez. Neticede ailesinin yaşadığı köyde ilkokul öğretmeni olarak göreve başlar. Manevî boşluğunu ise köylerde fahri vaizlik yapan emekli öğretmen Ahmed Fuad Hoca doldurmaya çalışır. Bu zat, Üstad Bediüzzaman'ın Kastamonu'da kendisini ziyaret etmesiyle talebeliğine kabul ettiği isimlerden biridir. Sungur Ağabey, kafasına takılan soruları ona yönelterek cevaplar alır. Onun mantıklı yanıtları hoşuna gider ve muhabbetleri derinleşir. Böylece Sungur'un Risale-i Nur'u tanıma süreci başlar. Ahmed Fuad Hoca'nın vesilesiyle Kur'an-ı Kerim'i öğrenir. Namazlarına yeniden başlar. Köy Enstitüleri'nde aldığı yaraları tedavi etmeye çalışır.

Ahmed Fuad Hoca vesilesiyle Nur talebeleri ile tanışır Sungur Ağabey. Onların sohbet halkalarına katılmaya özen gösterir. Girdiği bir dükkânda kendisine gizlice uzatılan 'Âyet'ül Kübrâ Risalesi'ni okur. Bu, Risale-i Nur'dan okuduğu ilk satırlar olur. O anda hissettiklerini "Okuduğum satırlardan sanki hidayet esintileri geliyordu. Hiç yabancılık hissetmedim, aksine bu ifadeler adeta benim ruhumun en derin köşelerinden yakalıyordu." sözleriyle anlatır.

Üstad'la ilk rüyasında tanışır
O günden sonra Sungur için yeni bir süreç başlar. Eline geçen Risaleleri hızla okur. Bu eserlerdeki hakikatlerin değerini kavrayınca Üstad'a olan sevgi ve bağlılığı her geçen gün daha da artar. Kalbinin iman hazzıyla coştuğu bir gece, rüyasında Said Nursî Hazretleri'ni görür. Üstad, köylerinin camisinden çıkmış cübbe ve sarıklı haliyle, bütün haşmetiyle kendisine doğru gelmektedir. Eski bir evin avlusunda Bediüzzaman'la karşılaşan Sungur Ağabey, ona bir babaya kavuşmuş evlat hasretiyle sarılır. Bu esnada Üstad, onun ağzına bir şeyler üfler. Birden yağmur yağar. Bediüzzaman, Sungur'dan, orada hazır bulunan bir kuyuya atlamasını ister. O, kuyuya atlar atlamaz bir anda kendini muhteşem manzaralı bir köşkün önünde bulur. Böylece rüyadan uyanır.

Mustafa Sungur, bu sırlı rüyanın tesirini uzun süre üzerinden atamaz. Üstad'ı görme iştiyakı artar. Onu ziyaret için fırsat kollar. Nihayet 1947 yılının Eylül ayında bu arzusunu gerçekleştirme imkânı bulur. O günün şartlarında uzun ve yorucu bir yolculuğa çıkarak Emirdağ'a ulaşır. Üstad'ın talebelerinden Ceylan Çalışkan Ağabey'le birlikte Bediüzzaman'ın yanına gider. Ömrü boyunca unutamadığı Üstad'la tanışma anını, "Büyük bir heyecan içerisindeydim. Kalbim yuvasından fırlayacak gibiydi. Üstad'ın yanına vardığımızda bana 'Hoş geldin' dedi. Elini öptüm. O anda en şefkatli baba nasıl olursa, onu öyle hissettim. Üstad'ımız ikimize parmağıyla işaret ederek 'Sungur bir Ceylan'dır, Ceylan bir Sungur'dur' dedi. Bana karşı ilk sözü bu oldu." ifadeleriyle anlatır. İkindi namazını Üstad'ın arkasında kılar ve onun sohbetini dinleme bahtiyarlığına erer.

Bu tanışmanın ardından memleketi Eflani'ye bambaşka biri olarak döner. Artık Risale-i Nur ile bütünleşmiş biridir. Üstad'ın yanına ikinci kez gitmek istediğinde ise bu kez ekonomik sıkıntılar karşısına çıkar. Borç para alarak gidebilir. Geri döndüğünde ise iletişimini mektuplarla sürdürür. Bu arada hep "Ah ben bir Nur dairesine girebilsem. Üstad, benden bahsetse. Bana talebem dese... Bu bana kainatın en büyük hediyesi olurdu." diye iç geçirir. Nihayet arzusu gerçekleşir ve Üstad, gönderdiği mektupların birinde kendisinden şöyle bahseder: "Nurun küçük kahramanlarından Mustafa Sungur ve Rahmi'nin az bir zamanda eski harfle, Mustafa Sungur'un gayet mükemmel, meyvenin 11. meselesi hatimesi ile Rahmi'nin Gençlik Rehberi'ni eski harflerle güzelce yazmaları ve Kastamonu'dan gelen kitaplar içinde bize göndermeleri hakikaten benim için yeni biraderzadelerim bir Abdurrahman ve Fuat dünyaya gelmiş gibi memnun ediyor."

'Ya Rab, Üstad'ın yanına, hapishaneye gideyim'
Bediüzzaman, 1948'de çeşitli vilayetlerden toplanan 54 talebesiyle Afyon Hapishanesi'ne konulur. Bunu duyan Sungur, Üstad'la beraber hapiste bulunmayı ister. Evli ve çocukları bulunmasına, birçok insanın hayalini kurduğu öğretmenlik mesleğinde olmasına rağmen o, Üstad'la beraber hapishanede olmayı arzular. Bunun için dua dua yalvarır. Ailesini de bu niyaz halkasına katar: "Büyükanam, validem, çocuklar da varken sofra duası yapardım. Duanın sonunda da sessizce 'Ya Rab, Üstad'ın yanına, hapishaneye gideyim' diye dua ederdim. 10 ay hep bunu yaptım, sofradakiler de 'Amin' dedi."

Derken Afyon'da duruşmalar başlar. Sungur Ağabey, 1948 yazında yapılan ilk duruşmaya katılır. Üstad Hazretleri ve talebelerini, görme imkânı bulur. Bu arada sivil polisler tarafından tutuklanarak savcının sorgusundan geçirilir. Bir sonraki duruşmaya gidemez ancak üçüncü duruşmaya katılır. Sungur, duruşmanın akşamında Ankara'da deprem olduğunu duyar. Bundan çok etkilenir. Üstad ve Nur talebelerine yapılan zulmün 'gayretullaha' dokunduğunu ve arzın titrediğini düşünür. Hemen kaleme sarılarak Üstad'a hitaben dört sayfalık bir mektup yazarak hapishaneye gönderir. Afyon Hapishanesi'nde yapılan muamelenin haksızlığını, gençliğin imanını kurtarmanın suç olmadığını, yapılan zulmün depreme sebebiyet verdiğini yazar. Hapishane görevlilerinin incelemesinden geçen mektuptaki ifadeler üzerine Mustafa Sungur hakkında tutuklama kararı çıkarılır. Ve memleketine vardıktan kısa bir süre sonra tutuklanır. Ağır hakaret ve işkencelere sahne olan sorgulamasının ardından o da Afyon Hapishanesi'ne konulur.

Aylarca hayalini kurduğu hapishanede Zübeyr Gündüzalp tarafından karşılanır. Hasretlerini kucaklaşarak giderirler. Sungur, ilk iş olarak ayrı koğuşta tutulan Üstad Hazretleri'ni ziyaret etmeye çalışır. Gizlice Üstad'ın koğuşuna geçer. Kocaman ve buz gibi koğuşta onu, cübbe ve yorganına sarılı bir vaziyette görür. Yanına giderek ellerini öper. Bu arada gardiyanlar tarafından fark edilince kendisini falakada bulur. Tabanlarına o kadar şiddetli vururlar ki bir süre ayağa kalkamayacak hale gelir.

Nur'un kahramanının ardından

'Vaizliğe başlamamda Sungur Ağabey'in rolü var'
"Hiçbirimiz onun kadar hakikati imaniyeye ve Kur'aniyeye hizmet etmemişizdir." diyerek Mustafa Sungur Ağabey'in vefatından duyduğu hüznü dile getiren Fethullah Gülen Hocaefendi, üzüntüsünü gurbette yaşadı. Hocaefendi, anılarında Sungur Ağabey'in yaptığı hizmetlerle bir abide gibi durduğunu ifade etti. Kendisinin kürsülere çıkıp, vaaz vermesinde Sungur Ağabey'in önemli bir payı olduğunu anlattı: "Karşıma vaizlik çıkınca ben istemedim. 'Bu iş için para alınmaz sadece Allah için yapılır.' dedim. Meseleyi Sungur Ağabey'e açında Üstad'la yaşadığı bir anıyı anlattı: 'Kardeşim, Üstadımız'a senin gibi düşünen biri geldi. 'Ben vaiz olacağım ama bu vaizlikten gelen parayı çok meşru görmüyorum.' dedi. Üstadımız da ona 'Sen vaiz ol. O yeri boş bırakma. İhtiyacın yoksa o maaşı birine tasadduk edersin. İhtiyacın varsa kullan.' Ben de Sungur Ağabey'den o fetvayı alınca öyle vaiz oldum."
01 Aralık 2018 11:29
DİĞER HABERLER