Müthiş iddia: BÇG çeteydi

Müthiş iddia: BÇG çeteydi
Siyaset bilimci Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne, 28 Şubat döneminde kurulan ve hiçbir kanunî dayanağı olmayan Batı Çalışma Grubu’nu ‘çete’ olarak nitelendiriyor.
Gelişmiş ülkelerin aklının ucuna dahi getirmediği darbeler Türkiye’de hâlâ ümit kapısı olarak algılanıyor. Öyle 47 yıl ya da 27 yıl veya 10 yıl öncesine giderek 27 Mayıs 1960, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 tarihlerini hatırlamaya gerek yok. Geçen hafta 28 Şubat sürecinin bir generali çıkıp hâlâ alenen, duruma göre yeni 28 Şubat süreçlerinin yaşanabileceğinden bahsediyor. Sanırsınız ki Türkiye yeni kurulmuş, hiç devlet geleneği olmayan Afrika’nın ortasında bir ülke! Gündemimiz onuncu yılını dolduran 28 Şubat… 28 Şubat’a bütün askerlerin destek vermediğini biliyoruz. Zira, siyaset bilimci Mümtaz’er Türköne, “Öyle olsaydı malum süreç denince akla Genelkurmay ve başkanı gelirdi. Burada akla belli başlı isimler geliyor.” manasında ifadeler kullanıyor süreçle ilgili. Fakat bizleri asıl şaşırtan, askerlerin dışında, özellikle medyada, büyük gazetelerde, birçok yönü ortaya çıktığı halde 28 Şubat sürecinin hâlâ desteklenebiliyor olması. Andıçlar bir yana “28 Şubat iyi ki olmuş” diyen zihniyetten bahsediyoruz. Üslubumuz el vermiyor, yoksa Engin Ardıç’ın ifade tarzından örnekler sunmak gerekiyor bu gibi durumlarda, bu düşünce sahiplerine. Çünkü neresinden bakarsanız bakın işin uzmanlarına göre olayın hukukî hiçbir temeli bulunmuyor. Bulunsa bile, bu ülkede darbe ve darbe girişimleri bildiğimiz kadarı ile hâlâ suç, değil mi? ÇÖZEMEDİĞİM KARANLIK NOKTALAR VAR Neyse. Son dönemlerde Zaman gazetesindeki yazıları başta olmak üzere fikir ve düşünceleri ile dikkatleri üzerine çeken siyaset bilimci Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne’nin de ifade ettiği gibi, mesela Süleyman Demirel kendisine brifing için gelenlere çıkıp da “Bu BÇG, yani Batı Çalışma Grubu da neyin nesi?” diye sormuyor. Zira Mümtaz’er Hoca’nın ‘çete’ olarak nitelediği BÇG’nin hiçbir legal dayanağı yok. Onun için Türköne, “Yasalarda, yönetmeliklerde, talimatnamelerde yer almayan bir görevi kendilerine görev addediyorlar ve bunun için bir örgütlenmeye gidiyorlar. Herhalde buna çete dışında başka bir isim takmak mümkün değil.” diyor. Tansu Çiller dâhil bazı siyasilere danışmanlık yapmış, Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü Siyaset ve Sosyal Bilimler Öğretim Üyesi Mümtaz’er Türköne, onuncu yılını dolduran fakat tarihin daha çok yargılayacağı ve yadırgayacağı 28 Şubat gibi süreçlerden kurtulmanın tek yolunun geçmişin hesabını vermek olduğunu anlatıyor. -Nereden başlatıyorsunuz süreci? 28 Şubat aslında Refahyol hükümetinin kurulması ile başlamış bir süreç. Benim çözemediğim, anlayamadığım karanlık bölgeler var. Fakat öyle anlaşılıyor ki böyle bir sürecin başlatılmasına karar verenler, sadece ordunun içindekiler değil. Mesela çok şaşırtıcı bir şey. TSK içinde karacıların ezici bir hâkimiyeti vardır. 28 Şubat sürecini hazırlayan örgüt ise Deniz Kuvvetleri’nde kuruluyor. İşte karacılar beyaz kıyafetleri içindeki denizcileri farklı gözle algılarlar. Ama Batı Çalışma Grubu (BÇG) dediğimiz oluşum Deniz Kuvvetleri bünyesinde kuruluyor. Şimdi taşları yan yana koyduğunuz zaman şöyle bir tablo çıkıyor ortaya. Sermaye çevrelerinde Refahyol hükümeti ile ilgili bazı endişeler var. Hesaplarına çok fazla uymuyor. Birçok konuda yeteri kadar ikna edemeyeceklerini düşünüyorlar demek ki ve bu huzursuzluğu Refahyol hükümetine yönelik bir kampanya şeklinde örgütlemek istiyorlar. -Sermaye de işin içinde… Tabii. Öyle bir kampanyanın yürütülebilir olması bu kampanyayı yürütenleri de Türkiye’de yöneten güç haline getirir aynı zamanda. Yani Refahyol bu açıdan zayıf bir muhatap. Onun üzerinden gücü, iktidarı sağlamak kolay. Böyle bir hesap da yapılmış olabilir. Öbür taraftan, Refahyol hükümetinin kurulmasıyla örgütlenen ve faaliyete başlayan bir çete var TSK içinde. Adı da BÇG. YASAL HİÇBİR DAYANAĞI YOKTU -Neden çete? Çünkü legal hiçbir dayanağı yok, kurumlar içinde bir yeri yok. Doğrudan doğruya TSK’da, Deniz Kuvvetleri bünyesi içinde bazı subaylar, yasalarda, yönetmeliklerde, talimatnamelerde yer almayan bir görevi kendilerine görev addediyorlar ve bunun için bir örgütlenmeye gidiyorlar. Herhalde buna çete dışında başka bir isim takmak mümkün değil. Ve düğmeye basılıyor. Ondan sonra, en son devreye giren ve durumu kontrol altına alan Demirel görünüyor. Aralık ayı sonunda ve ocak ayında toplanan Millî Güvenlik Kurulu’nda (MGK) bir gerginlik yaşanıyor. Malum, Demirel, Genelkurmay’a davet ediliyor ve ona bir brifing veriliyor. Bu brifing sanıyorum Demirel’in, gelmekte olan darbeyi bütünüyle görmesini ve kendisini de bu senaryo içinde önemli bir yere yerleştirmesini mümkün kılıyor. Ocaktaki MGK’da Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya söz alıp bir konuşma yapmak istiyor. Demirel de “Öyleyse önümüzdeki MGK gündemi bu konu olsun.” diyor. Ve 28 Şubat’taki o MGK gerçekleştiriliyor. Şimdi şöyle bir manzara çıkıyor ortaya. Bir irtica brifingi veriliyor. MGK’da anlatılanlar, slaytlarla gösterilenler, kalın kalın klasörlerin içinde yer alan irtica tehdidine dayalı delillerin tamamı gazete kupürleri. -Zaten Demirel de büyük bir kısmının mesnetsiz olduğunu söylüyor. Evet. Yani gazete kupürü dışında kalan bilgiler de Siyasal İslam’ın Yayılması adı ile sigara paketi ebatlarında küçücük, çok ince yeşil kapaklı bir broşürde yer aldı. Gelecekle ilgili, siyasal İslam’ın yayılması ile ilgili projeksiyonlar vardı bu broşürde. İnanılmaz bir saçmalıktı o. Yani ciddiye alınacak hiçbir tarafı yoktu. İmam hatip lisesi mezunları hakkında 2005 yılı için bir tahmin vardı orada. Yüzde 66 oy alıyordu Millî Görüş. 2005 yılı için böyle bir projeksiyon yapılıyordu. Neye dayandırıyorsunuz? Hiçbir açıklaması yok! Bir de yeşil sermaye ile ilgili bilgileri özellikle iktibas ettikleri Faik Bulut’un kitabı vardı. Yani bir irtica tehdidi var, bir de irtica tehdidi gerekçe gösterilerek başlayan, Türkiye’yi ayağa kaldıran bir süreç... Ve delil olarak kullanılan 1) gazete kupürleri; 2) Faik Bulut’un kitabı; 3) gerçekten üniversitelerde lisans düzeyinde bile ders ödevi olarak kabul edilmeyecek tipte bir analiz. MEDYADAN DESTEK ALDILAR -1970-80’lere göre, 28 Şubat sürecinde, sizin de söylediğiniz gibi elde doğru dürüst veri olmadan böyle bir süreci başlatmakta bu kadar acele davranmalarının sebebi ne olabilir? Soruda şöyle bir yanlışlık var. Yani ortada toplanacak delil yok ki. Böyle bir irtica tehdidini temellendirecek gerekçe de yaşanmıyor Türkiye’de. Provokasyon diyorsanız, o konuda aslında başarılı oldukları birkaç şey var. Bir Fadime Şahin, Ali Kalkancı olayı, buna benzer şeylerle medya vasıtası ile iklimi oldukça etkilediler. Şimdi sorun şu. Sanıyorum böyle bir arka plana rağmen harekete geçmelerinin arkasında özellikle medyadan aldıkları küllî destek vardı. Medya belki de tek parti dönemlerinde bile yaşanmayacak ölçüde manipülatif şekilde kullanıldı. Manşetler atıldı. Ve 28 Şubat, bugün daha çok yalan, uydurma, hatta maksatlı haberlerle gazetecilerin suçlanması olan o andıçlarla anılıyor. İnanılmaz bir şey. Yani oturuyorsunuz siz devletin bir kurumunda bir sanığın ifadesini değiştiriyorsunuz ve onun üzerinden gazetecileri işlerinden kovduruyorsunuz. 28 Şubat’ın daha çok medya kısmı sanıyorum mercek altına alınıp incelenmeye değer olan kısmı. Medyada çok önemli şeyler oldu. 12 Haziran 1997 tarihli Hürriyet gazetesinin manşetini hatırlayın mesela. Manşet aynen şöyle: “Gerekirse silah bile kullanırız.” Şimdi bir metin var, orada işte bu üretilen bilgiler, belgeler, gazete kupürleriyle bir tehlikeden, tehditten bahsediliyor. Böyle bir tehlike ortaya çıktığı zaman silahlı kuvvetlerin silahla müdahale edebileceğinden bahseden bir metin var ve gazeteciler oturuyorlar buradan manşet olarak bunu çıkartıyorlar. -O süreçte çok büyük bir korku mu salınmış diye düşünmek lazım, biraz saflık yapıp, yoksa hakikaten bu sermaye ve başka birliktelikleri mi akla getirmek gerekiyor? Şimdi çok hassas dengeler üzerinde yürüdü süreç. Daha çok bir psikolojik harekât şeklinde yürüdü. Yani maddî bir tarafı yok ama korkutma, tehdit, bir hava, bir gündem oluşturma ve gazete manşetleri ile kamuoyunu tam anlamıyla -eskilerin tabiri ile- teşviş etme (karıştırma) söz konusu oldu. Şimdi ‘Gerekirse silah bile kullanırız’ başlığı askerlerin söylediği bir şey değil, gazetecilerin söylediği bir şey. Ama ne oldu? 12 Haziran 1997’de atılan başlıktan sonra hatırlarsanız, Refahyol hükümetinin yıkılması özellikle DYP’den bazı milletvekillerinin korkutularak istifa ettirilmesi ile mümkün olmuştu. Bu manşetin akabinde daha fazla milletvekili ayrıldı DYP’den. Ve hükümet bu manşetten sonra yıkıldı. Hükümetleri bile devirebilen gazete böyle çıktı ortaya. Bu tabii tam anlamıyla ahlâksızlık. Medya etiği diye bir şey varsa buna yüzde yüz aykırıdır bu. -Biliyorsunuz o süreci hâlâ savunanlar var medyada. Evet. Süreç böyle bir süreçti. Ve tabii Türkiye’de devlet iktidarı, seçilmişler tarafından hiçbir zaman tam anlamıyla ele geçirilen ve kontrol edilen bir iktidar olmadığı için… -Sağ-sol ayrımı yapmadan mı söylüyorsunuz bunu? Çünkü genelde sağ için söylenir bu. Aynı durum… Yani Refahyol’un akabinde Anasol-D hükümeti kuruldu. Bir yıl sonra, Refahyol hükümetine söylenen şeylerin benzeri o hükümete söylendi. Mesut Yılmaz’ın uçakta eliyle 1 işareti ile başlayan tartışmaları hatırlayın. Mesut Yılmaz’ı da susturdular, hizaya çektiler. Yani bazı siyasetçiler kendilerine pay çıkarttılar; 28 Şubat süreci başlarken destek verdiler. Fakat sonradan anladılar, bu sürecin bütünü ile devlet içindeki bir iktidar mevzilenmesi olduğunu. Evet devlet Türkiye’de büyük bir ekonomik güç. Devlet iktidarına sahip olmak, bu ekonomik güce hükmetmek anlamına geliyor. İktidar mücadelesi dediğimiz şey de siyasal gücü, siyasal karar yetkisini almak değil; ‘devlet içindeki bu ekonomik güce hâkim olma mücadelesidir’ şeklide tezahür ediyor. 28 Şubat, özellikle büyük sermayenin devlet içindeki bu ekonomik gücü tasarruf etme isteğiyle başlayan ve daha sonra bu süreçte biraz da oyuna gelerek rol alan TSK içindeki bazı oluşumlar, çeteler, BÇG gibi gruplar, işte Deniz Kuvvetleri Komutanı gibi böyle bir süreçte ismi akla en son gelmesi gereken birinin birdenbire ön plana çıkması gibi böyle bir manzarayı ortaya çıkartıyor. TÜRKİYE 28 ŞUBAT’IN ANTİTEZİNİ YAŞIYOR -Bu nasıl bir süreçti sizce? 28 Şubat süreci, süreç ise bu, yani sadece darbe değil bir süreçten bahsediliyor. Yaşanan şeyin saçmalığını anlatan iki örnek vereceğim. Birincisi, 28 Şubat dediğimiz şey MGK’da 28 Şubat 1997 tarihinde alınan 18 maddelik bir karardır. Bu karardan sadece bir tanesi uygulandı. Bütün fırtına bu 18 madde üzerine kopartılmıştı. Sadece temel eğitimin 5 yıldan 8 yıla çıkartılması kararı uygulandı. Onun için mesele üzüm yemek değil bağcıyı dövmekmiş, o anlaşılıyor, 18 maddenin akıbetinden. İkincisi, 28 Şubat sürecinin başlaması ile birlikte Türkiye’de birçok banka el değiştirdi. 1994’te bankalara mevduat garantisi verilmişti, bir ekonomik finans krizini önlemek için. Bunun bir-iki yıl gibi bir zaman içinde kaldırılması gerekiyordu. Kaldırılmadı ve bu, devletin kesesinden bankalara büyük bir güç sağladı. Sonuçta bankalar el değiştirmeye başladı. Finans sektöründeki hareketler her zaman reel ekonominin tamamıyla dışında olur biter. Spekülatif bir alandır. Malum 2000-2001’de Türkiye ekonomisi çöktü. Finans sektöründeki hastalıklardan kaynaklanan bir çöküştü bu. Demek ki 28 Şubat sürecinin gerçek amacı buydu. Böyle bir sonucu çıkartmak lâzım. Hatırlayalım. Bu el değiştiren bankaların iki önemli ismi, bir tanesi Korkmaz Yiğit, yargılandı, mahkum oldu, diğeri de Hayyam Garipoğlu, o da mahkum oldu. Biri Türkbank, biri Sümerbank. Biri yüzünden zaten hükümet yıkıldı. Yine hatırlayalım Korkmaz Yiğit’in danışmanı Güven Erkaya idi, Hayyam Garipoğlu’nun danışmanı da Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman. Bunların bir şeyler anlatıyor olması lâzım. -Süreç bunlar olduktan sonra bitti mi? Demek ki bin yıl sürecek denilen 28 Şubat süreci 2000-2001 finans krizleri ile birlikte sona erdi. Şu görüldü. 28 Şubat sürecinin haksızlıkları, yol açtığı çarpıklıkların yerinden oynattığı kurumların, uğranılan adaletsizliklerin sonucunda ülke çöktükten sonra yeni bir şey doğdu. Aslında o da tam anlamıyla 28 Şubat’a bir antitez olarak, 28 Şubat’ı reddeden bir şekilde gelişti. Bugün Türkiye her hâliyle 28 Şubat’ın antitezini yaşıyor. O şekilde bakmamız lâzım. 28 Şubat diğer askerî darbeler gibi birçok şeyi doğal mecrasından çıkarttı. Türkiye’ye zaman, enerji kaybettirdi, ekonomiyi çökertti. Ekonominin bugün taşıdığı zaafların hâlâ büyük bir kısmı 28 Şubat’ın eseridir. -28 Şubat’ın diğer darbelerden farkı neydi? 27 Mayıs 1960 darbesi aslında Türkiye’de siyasetin asker tarafından yönlendirilmesinin başlangıcıdır. 27 Mayıs tam anlamıyla bir çete örgütlenmesiyle vaki olmuştur. İspanyolcadan alınma cunta dediğimiz şey aslında çete demek. Normal hiyerarşi dışında, birileri, ellerindeki silahları ve askerî birlikleri iktidara el koymak için kullanıyorlar. Bunun adı devletin iktidarının gaspıdır. Bunu yapanlara da çete denir. Çok güçlü geleneklere sahip bir devletimiz vardı. Milletin kendi çıkarlarını gözeten bir devletimiz vardı. 27 Mayıs bunların hepsini altüst etti. Doğal mecrası içinden devletle halk arasındaki uyumu da yolundan çıkardı, berhava etti. 12 Mart, 27 Mayıs’ın hatalarını düzeltmek için yapıldı. 12 Eylül, yine 27 Mayıs’ın ve 12 Mart’ın düzeltemediği süreci düzeltmek amacıyla, biraz da kasten, o ortam oluşturularak yapıldı. Bütün bunların hepsinde Soğuk Savaş yıllarının devlet içindeki çetelere hareket alanı yaratacak iklimi vardı. 28 ŞUBAT: TRAJİK VE KOMİK -28 Şubat’ı diğerlerinden ayıran nedir? Askerî darbeler Türkiye’nin sağlıklı bünyesini zaafa uğratan, devlet geleneklerini mahveden, halkının da enerjisini, yaratıcılığını, özgüvenini yok eden müdahaleler olarak karşılık kazandı tarihte… 28 Şubat bunların içinde trajik ve komik özellikleri olan trajikomik bir darbe olarak, askerî müdahaleler dönemine yeni bir halka ekledi. Özellikle o süreçte ön plana çıkan askerlerin medya tarafından manipüle edildiğini ve oyuna getirildiklerini düşünüyorum. Nitekim 28 Şubat’ın bütün önde gelen isimleri, işte Genelkurmay 2. Başkanı, MGK Sekreteri, Kara Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı, -28 Şubat’ın meşhur isimleri bunlar- Çevik Bir, Çetin Doğan, Erol Özkasnak, RP’yi kapatma davası açan Vural Savaş. Yakın zamanlarda bu kişilerin verdiği beyanlara bakarsanız hepsinde bir ortak payda görülüyor. Mesela ‘gaza geldik’, öteki ‘oyuna geldik’ diyor. Medya, kendi tirajı için bazen, tüketilip buruşturulan mendilin atılması gibi bu adamları da kullandı. Onlar da kullanıldıklarını sonradan anladılar. -Darbelerin bu kadar kötü izleri olduğu halde bu kurumlar, bu kötü sonuçları kestiremiyor mu? Bir zafiyet mi var bu noktada? 28 Şubat kurumsal bir tepki değildi. 12 Eylül darbesi kurumsal bir nitelik kazanmıştı; ama 28 Şubat’ta öyle değil. 28 Şubat dediğiniz zaman mesela aklınıza Genelkurmay Başkanı gelmiyor, Hava Kuvvetleri Komutanı gelmiyor. İşte Genelkurmay 2. Başkanlığı yapmış biri geliyor. Ve burada ön plana çıkanların hepsi karargâh subayı. Yani emrinde doğrudan doğruya askerî birlik, tank, top, tüfek olmayan kişiler bunlar. Ve 28 Şubat bunlar tarafından gerçekleştirildi, bunlar tarafından manipüle edildi… . -Biraz da Süleyman Demirel’i konuşalım. Demirel olmasaydı bu darbe olur muydu? 28 Şubat muhtemelen Demirel olmasaydı çok fazla sağa sola çarpıp zarar vererek devam edecekti. Belki de olmayacaktı. Olursa çok zarar vererek olacaktı. Çok kaba saba yöntemlerle olacaktı. Belki Demirel’in desteği olmadığı için olmayacaktı. Demirel direnseydi, mesela ‘BÇG nedir?’ diye sormuş olsaydı, 28 Şubat olmazdı. Yani inanılmaz bir şey. Cumhurbaşkanına brifing veriyorlar. Brifingi veren kim? BÇG. Bu kim? Mesela böyle bir soru sorulmuyor. -Tecrübesini düşünürsek bunun hukukî dayanağı olmadığını bilmemesi mümkün değil? Demirel 28 Şubat sürecini emir ve komutasına aldı. O süreci yönetti. Devlet kurumlarının zarar görmesini engellediğini söylüyor. Bu çok doğru değil ama belki 28 Şubat’ın biraz daha düşük profilde amacına ulaşmasını sağladı. 28 Şubat sürecini kolaylaştırdı. Süreç kolaylaşınca o süreci yönetenlerin çok fazla kaba güce başvurmalarına gerek kalmadı. -Yoksa daha vahim şeyler bekliyordunuz. Daha vahim şeyler olabilirdi. Çünkü diş macunu tüpten çıkmış, onu tekrar yerine koyamazsınız. Burada Demirel’in sevk ve idaresi görünüyor. Yani bir süreç var, görüyor. Durdurabilir mi? Durdurabilir. Hayır, durdurmuyor. Önüne geçiyor. Ve sevk ve idare ediyor. -8. kez gitmek istemedi belki de! 28 Şubat süreci ona dokunmazdı. Askerler yatıp kalkıp dua ediyorlar Demirel’e. Kim bilir ne kadar kolaylaştırdı işlerini? Demirel herkesin yaptığı şeyi yaptı. Durumdan vazife çıkardı. Sanıyorum (Necmettin) Erbakan’a karşı kişisel bir antipatisi var. Bunun da rolü olduğunu düşünüyorum. 28 Şubat süreci bütün bu kişisel komplekslerin, takıntıların, hesapların da görüldüğü bir dönemdir. -Bu süreç kime karşı yapıldı sizce? 28 Şubat’ın RP’ye, herhangi bir siyasî kuruluşa veya Türkiye’de dinî inançlarından siyasal projeler ç ıkartmaya çalışanlara yönelik bir hamle değil de doğrudan doğruya devlete, devletin kurumlarına, itibarına ve bu ülkenin halkının devletle uyumlu bir şekilde yaşama arzu ve iradesine yapılmış bir hareket olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu zararların hepsi görünüyor. Devlet yara aldı. - ‘Derin’ kavramının, derin devletin burada bir etkinliği olmuş mudur? Derin devlet dediğimiz şey çete, çetenin kendisi. Yani BÇG işte bir çete idi, birdenbire yüzünü ortaya çıkardı. -Yani görünen bir şey de olabilir derin devlet? İşte birdenbire çıktı ortaya. Şu anda faal halde mi? Faal halde olduğunu söyleyenler de var. Bilmiyorum; ama sanıyorum BÇG’de yer alanların da, devleti yönetenlerin de, devlet üzerinde hak iddia edenlerin de dikkate alması gereken bir şey var. Çete ile devlet yönetilmiyor. 28 Şubat bunu gösterdi. 28 Şubat’ta BÇG’nin yaptığı iş neydi? Fişlemelerdi… BÇG’nin fişlemelerini gözden geçirip inceleyin, muz cumhuriyetinde bile öyle fişlemeler yapılmaz. Çok laubali, çok gayri ciddi... -Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de kapıcılara soruyor diyorlar. Evet. Bunlar devletine ciddiyetine ve itibarına gölge düşüren şeyler. -28 Şubat en çok kimi etkiledi? Ben 28 Şubat sürecinde devlet kurumlarının çok yara aldığını düşünüyorum. En çok da yargının. Yani 28 Şubat’ı dönüp hatırladığım zaman gözümün önüne Yargıtay üyelerinin akabinde hâkimlerin ve savcıların dinledikleri irtica brifingleri geliyor. Öyle bir tezat ki bu. Bir suç varsa bunu kovuşturması gereken savcı, bunu yargılaması gereken hâkim; ama birileri, biraz önce karikatürize ettiğimiz şekilde gazete kupürleri ile bir şey üretiyor ve bunları Türkiye’de bir tehdit, bir suç kaynağı olarak hâkimlere ve savcılara anlatıyor. Dehşet bir şey. Tezat var burada. Doğrudan doğruya bu işin sahibi olması gereken şey figüranı olarak orada yer alıyor. Bu manzaranın Türkiye’de yargının prestijini çok sarstığını, yargıya olan güveni azalttığını düşünüyorum. Yasal kurumlar, hükümet, yasama organı bir seçimle yenilenir, bu güven tazelenir; ama yargı öyle değil. Yargı kimliği, kişiliği ile yaptığı en küçük hata ile mensubu olduğu sisteme zarar verir. 28 Şubat süreci Türkiye’de en çok yargı bağımsızlığını ve yargının itibarını zedeledi. En büyük yarayı da yargıya açtı. Normalde bir kurum olarak Genelkurmay suç duyurusunda bulunabilir. Bunda bir şey yok. Fakat 28 Şubat sürecinde olan çok farklı bir şeydi. Talimatla dava açılıyordu. Yargı, savcılar ve hâkimler baskı altına alınıyordu. Yargı bağımsızlığı ile ilgili bugün insanların kafasındaki soru işaretlerinin herhalde büyükçe bir kısmı 28 Şubat sürecindeki o irtica brifinglerine dair fotoğrafla birlikte anılıyordur. -Aktörlerin pişmanlık duyduğunu düşünüyor musunuz? 28 Şubat’ın, o dönemde aktif rol üstlenen bile geriye dönüp pişmanlık duyduğu bir süreç olması lâzım. Sermaye bu işten kârlı çıkmadı. Finans sektöründeki kriz Türkiye’nin büyük sermayesini de çökertti. Sabancı’nın lafını hatırlayın, o dönemde şu kadar küçüldük dedi. Ondan sonra askerler, TSK büyük yara aldı. Andıçlar, yalan haberler hazırlayan, insanların işiyle, mesleğiyle, itibarıyla oynayan bir kurum izlenimi uyandırdı. Sonra üniversiteler büyük yara aldı. Düşünün. Sosyolojik, ekonomik bir araştırmayı yapıp, yürütmesi gereken üniversitenin rektörleri son derece basit, sığ, mekanik bir analizle, adeta takıntıların tezahürü gibi görünen işte o siyasal İslam’ın yayılması gibi saçma sapan, hiçbir bilimsel yanı olmayan analizleri dinlediler o brifinglerde. Yani yer değiştirip, üniversitenin subaylara anlatması gereken şeyi subaylar onlara anlattılar. -Tuncer Kılınç ‘gerekirse yine 28 Şubatlar olur’ diye bir açıklama yaptı. Siz önümüzdeki süreçlerde böyle bir gelişme bekliyor musunuz? Türkiye bazı şeyleri tüketti. İrtica tehdidinin devlet içindeki iktidar mücadelesinde bir payanda olarak kullanılması epey aşındı. Daha ikna edici gerekçelere ihtiyaç duyuluyor. Şimdi siyasal mücadele daha çok milliyetçilik üzerinden yapılıyor. Ben, Türkiye’de geçmişin hesabı görülmediği, geçmişin hataları düzeltilmediği takdirde bu tür hataların gerçekleşme ihtimalinin kuvvetli olduğunu düşünüyorum. Siz, bir kanunsuzluk var ise bunu hukuk önünde, devletin kurumlarını harekete geçirerek yargılamıyor, cezasını vermiyorsanız benzer araçları kullanacak adamların her zaman önü açık demektir. Çeteleri mahkûm etmeden yeni çetelerin oluşmasına engel olamazsınız. Hiç olmazsa kamu vicdanında bunu mahkûm etmek lâzım. Mesela bu andıçların ne olduğu ortaya çıktı; ama andıçlarla ilgili en küçük bir tasarrufta bulunulmadı. ESKİ DEVLET BAKANI HASAN CELAL GÜZEL: DARBELER DÖNEMİ KAPANMADI BÇG bir cunta örgütü idi. BÇG'nin TSK içinde bulunmasının, bırakınız kanunî dayanağı, tüzük ve yönetmeliklerde dahi yeri yoktu. Çünkü o bir cunta kuruluşu idi. Bu, bugün açıkça ortaya çıkmıştır. Cuntanın dışında vefat eden Org. Doğu Aktulga vardı. Cuntaya aynı şekilde Genelkurmay 2. Başkanı Org. Çevik Bir, daha sonra 1. Ordu Komutanlığı'ndan emekliye ayrılan Org. Çetin Doğan gibi kişiler de katılmıştır. Ben bunların cunta şemasını, yaptıklarını, faaliyetlerini ve kimliklerini 28 Temmuz 1997'deki bir basın toplantısında Yeniden Doğuş Partisi Genel Başkanı olarak açıklamıştım. O zaman askerî şûra yapılmak üzere idi. Ondan önce cumhurbaşkanı dâhil herkese ve askerî şûra üyelerine, ki içinde BÇG mensupları da vardı, bunları göndermiştim. O bir mezhepçi cunta idi. Meşrû, demokratik iktidara karşı çıkarak eylem gösteriyordu. Hedefinde Haziran 1997'de sıcak darbe yapmak vardı. Darbe hazırlıklarını, kişileri fişleyerek yapıyorlardı. O konudaki belgeleri ben o zaman kamuoyuna açıklamıştım. Hatta bu yüzden genel başkanlık makamından Savcı Nuh Mete Yüksel tarafından alınarak 24 saat gözaltında tutulmuştum. Sonra Ankara DGM tarafından bir sene müddetle yargılandım, devlet sırrını ifşa ettim gerekçesiyle. Halbuki devlet sırrı değil, cunta idi. Ve beraat ettim. BÇG birkaç sene devam ettikten sonra kendiliğinden çekildi. Ancak onun devamı olan birtakım gruplar TSK içinde bulundular. Mesela bundan birkaç sene önce 'genç subaylar' diye yine varlığından söz ettiler. Benim de bir-iki senedir Erenler Grubu diye bahsettiğim grup BÇG'nin devamı olarak TSK'da varlığını devam ettirdi. Türkiye'de hâlâ 28 Şubat gibi bir müdahale gündemde olabilir. Bunu Türkiye atlatmak zorundadır. Bu konuda hem iktidarın dirayetli hem de başta Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt olmak üzere komuta kademesinin çok dikkatli olması gerekir. Türkiye'de darbeler döneminin kapandığını söylemek mümkün değildir. Çünkü yapanın yanına kâr kalmıştır. Mesele budur. PROF. DR. FUAT KEYMAN: BU TÜR SÜREÇLERLE BAŞARIYA ULAŞILAMAYACAĞI GÖRÜLDÜ Bence toplumda bir normalleşme ve siyasal bir düzen sağlama amacıyla hukukun askıya alınmasını tesis eden bir kurumdu BÇG. O yüzden hukuksallığı yok. Ama zaten işlevi hukuksallık ekseninin dışında bir işlev. Bir çete ve cunta değil bu. 28 Şubat'ın bence en önemli niteliği sonucunda yatıyor. O sonuç da bu tür süreçlerle başarıya ulaşamayacağını gösterdi. Bu süreçten bence iki-üç kesim zararlı çıktı. Biri Türkiye'deki demokratik gelişim zemini. İkincisi 28 Şubat'ı desteklenmesi gerekir diye okuyan işte sosyal demokratik kesim. 28 Şubat bence amaçladığının tersine bir sonuç doğurdu. EMNİYET İSTİHBARAT DAİRESİ ESKİ BAŞKANI BÜLENT ORAKOĞLU: CUNTACILARIN HEPSİ YARGILANMALI Bir ihtilal hareketidir BÇG. BÇG fişleme yapıyordu. Biz bunu bir ihtilal belgesi olarak değerlendirmiştik. Ama bu ihtilal belgesi dar bir kadro hareketi yani bir cunta hareketi idi, biz bunu belirttik. Daha sonradan ortaya çıktı. Biz 28 Şubat yani BÇG belgesini elde ederek devletin en üst katına, cumhurbaşkanına, yani Sayın Demirel'e ulaştırdığımız andan itibaren Demirel ipleri eline aldı. Çünkü bu hakikaten bir suçtu. Türkiye'nin Avrupa'da yaptığı hukuk sözleşmelerine de aykırı bir hareketti. Demirel sağduyulu hareket etse idi, bizim o raporu almamızla 28 Şubat o anda bitmişti. Böylece bir askerî hareketin önü kesilmiş olurdu. Fakat Demirel bunu Çiller'i harcama pahasına siyasî menfaat için kullandı. Bunları Türkiye'de başbakanlık, cumhurbaşkanlığı yapmış bir insan için söylüyorum, çünkü ben devletin emniyet müdürü idim. Benim vatan hainliği ile suçlandığım bir olaydır bu. Yani Abdullah Öcalan'la aynı maddeden yargılandım. Örgütlere karşı savaşmış bir insanım. Bu ülke için mücadele ediyorum. Yani bu kadar siyasi gözü dönmüşlük olamaz. Ve şunu da iddia ediyorum, Demirel -evet cumhurbaşkanıdır-, yargılanamaz ama yani yargılanmalıdır; Demirel dâhil olmak üzere bu cunta hareketi içerisinde olanların hepsi yargılanmalıdır. Darbecilerin yargılanmasının önünü tıkayan bence bir askerî vesayet rejimi var bu ülkede. Türkiye'deki yöneticilerin biraz cesur olmamalarından ve bu askerî vesayet rejiminin devam etmesinden kaynaklanıyor bunlar. Bu 28 Şubat'ın, o BÇG'nin ne olduğu ortaya konmalıdır.
20 Şubat 2007 11:06
DİĞER HABERLER