Dünyaya gelen her insan başlangıçta masumdur ve tertemiz İslam fıtratıyla dünyaya gönderilir. Bir ayet-i kerimede bu gerçek şöyle dile getirilir: “O halde sen, batıl dinlerden uzaklaşarak yüzünü ve özünü, hak din olan İslâm’a yönelt! Yani Allah’ın insanları yaratmasında esas kıldığı o fıtrata uygun hareket et!” (Rûm Sûresi, 30/30)
Masum ve fıtrat üzere doğan her insan, büyüdükçe gerek yaşadığı sosyal çevrenin etkisi gerekse kendi tercihlerinin sevki sonucunda inancını, dünya görüşünü belirler. Aklı erdiği ve buluğa da kavuştuğu zaman artık müspet veya menfi yapmış olduğu şeylerin hesabını vereceği yeni bir dönem başlar ki buna sorumluluk veya mükellefiyet dönemi diyoruz.
Bu vakitten sonra insan Rabbini bilmek, O’ndan gelen ilahi emirleri uygulamak ve yasaklardan uzak durmakla sorumludur.
O’nu bil, O’nu tanı
Böyle önemli bir sorumluluk vermenin yanında Allah, kullarını yalnız bırakmamış bunun için onlara hem içlerinden (enfüsî) hem de dış dünyadan (afâkî) deliller sunarak doğru yolu bulmalarını istemiştir.
Bunun için Rabbimiz, insan vicdanına bir takım duygular yerleştirerek Var Eden’i aratmış, aklına yetki vererek Yaratıcı’yı bulmasına imkân tanımıştır.
Bunun dışında zaman zaman peygamberler göndermiş, bazen de bu peygamberlerin bir kısmına sahifeler veya kitaplar göndererek insanlara dünya ve ahiret rehberliği yapmıştır. Söz konusu ettiğimiz bu düzenek Yüce Yaratıcı’nın insanlardan bir şeyler beklediği sonucunu vermektedir.
Dünya bir imtihan meydanı
Şüphesiz bunlar bir imtihanı gerekli kılmaktadır. İmtihan demek doğru-yanlış, hata-sevap demektir. Bu açıdan denebilir ki insan hayatı, doğru ve yanlış noktaları arasında süregelen ve sonuçta ya Cennet’i ya da Cehennem’i netice veren bir süreçtir.
Beşer bu süreçte Allah’a iman referanslı iyilikler yaparsa karşılığını fazlasıyla görecek, inat edip nankörlük ederse sonucuna da katlanacaktır.
İnsan kendisi için takdir edilen imtihan yolunda düşe kalka yürümeye çalışır. Bir asker gibi sürekli tetikte olması gerekirken, bazen gafletinden bazen de nisyanından yanlışlıklar içine girer. Allah’ın hoşuna gitmeyen tavır ve davranışlar yapar ki bunlara genel olarak günah denir.
Günah, dinde suç sayılan, ilâhî emir ve yasaklara muhalif fiil ve davranışların genel adıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) günahı şöyle tarif etmiştir: “…Günah içini rahatsız eden ve başkalarının muttali olmasından hoşlanmadığın şeydir.” (Müslim, Birr 5)
Günahların için ağla!
Günah, insanın kendisiyle çelişmesi ve fıtratına rağmen hareket etmesidir. Günahkâr bir kişi, ruhuna zakkum içirmiş gibidir. Hz. Âdem (aleyhisselam), kendi şahsî hayatında açtığı zelle gediğini, akıttığı gözyaşlarından meydana getirdiği ummanlar içinde yüze yüze aşabilmiş ve sahil-i selamete ulaşabilmişti. Şeytan ise baş aşağı düştüğü o günah çukurundan kurtulamamış ve helak olup gitmişti.
Beşer, hayat yolunda öbek öbek günahlarla karşılaşır. Bu günahların her biri pusuya yatıp avını bekleyen vahşi tabiatlı varlıklar gibi hep onu gözetler. Onun bu badirelerin birinden kurtulması söz konusu olsa da diğerlerine kendini kaptırmadan yoluna devam etmesi, epey zordur.
Ona bu yolda polat gibi sağlam bir irade lazımdır ki karşısına çıkan zorlu engelleri aşabilsin.
BİR SORU-BİR CEVAP
Müzik sesi gelen yerde namaz kılınmaz mı?
Bu soruyu bize Volkan Bey soruyor:
Esas itibariyle namaz kılarken kulağa gelen müzik sesinin namazın sıhhatine bir zararı yoktur, fakat sevabını gidermeye sebep olabilir. Bunun için her şeyden önce namazdaki huzuru bozacak, onun lezzetini ve hazzını kaçıracak mekân ve yerlerden uzak durma yollarını aramalıyız.
Namazda aranan en büyük hallerden birisi de “huşû” denilen namazı tam bir kalp ve ruh sakinliği içinde kılmaktır. Bunun için de camide kılmak mümkün değilse, namaza durmadan önce sâkin ve sessiz bir mekân seçmek gerekir. Maddî rahatımızı temin eden uykumuz için nasıl sükûnetli bir mekân, sessiz bir ortam seçiyorsak, kalp ve ruhumuzun gıdası ve huzuru olan namaz için de böyle bir mekânı tercih etmeliyiz.
Namazın bahanesi olmaz
Fakat müzik ve benzeri gürültülerin geldiği yerlerden başka namaz kılacak bir yer yoksa elbette namaz geciktirilmemeli, böylesi bir durumda da eda edilmeli. Namaz vakti girdiğinde, uygun zaman ve zemin yok türünden bahanelerin ardına sığınılmamalı.
Kendisine, “Allah’ın en çok sevdiği amel hangisidir?” diye sorulunca, Peygamber Efendimiz, “Vakti gelince kılınan namazdır” buyurur. (Buharî, Namaz Vakitleri, 6) Bu hadis açıkça namazdan daha üstün bir ibadetin olmadığını gösterir.
Ayrıca namaz, imandan sonra en önemli ibadettir. İmandan sonra en büyük hakikat, namazdır. Çünkü namaz insanın Rabbiyle buluşma anıdır. Bizi yaratanla buluşmaya hiçbir şey engel olamaz, olmamalıdır da.
ÖRNEK HAYATLAR
Hz. Ebu Zer, Hz. Bilal’den niçin özür diliyordu?
Malumunuz her insan hata yapabilir. Ancak hatada, yanlışlıkta ve olumsuzlukta ısrar etmek doğru bir davranış değildir. Doğru olan, fark edilen bir yanlıştan geri dönmek, yanlışta ısrar etmemek ve güzel, uygun, doğru bir davranışla onu telâfi etmektir. Bunun da ilk basamağı fark eder etmez yapılan yanlışlıktan dolayı özür ve helâllik dilemektir.
Bir defasında her nasılsa sahabeden Ebû Zer Gıfârî Hazretleri bir an boşta bulunarak Bilal-i Habeşî Hazretlerini, “Kara kadının oğlu!” diye ayıplar.
Bu söz Peygamber Efendimize ulaşınca, Ebû Zer Hazretlerini, “Ey Ebû Zerr! Sen onu anasından dolayı ayıplıyorsun öyle mi?” diyerek ikaz eder.
Hazreti Ebû Zer, söylediği o sözden o kadar pişman olur ki, yanağını yere koyarak, “Bilal ayağıyla yanağıma basmadıkça, yanağımı yerden kaldırmayacağım!” diyerek özür diler.
Yanlışta ısrar etmiyorlardı
Hazreti Bilal, bunu yapmadan da özrünü kabul edebileceğini söylemişse de Ebû Zerr Hazretlerinin ısrarı karsısında yanağına basmak zorunda kalır.
Tartışmaya sebep olan bir sahabînin pişmanlık duygusunun derinliğini bu olayda görüyoruz. Onlar yanlışlarında ısrar etmiyorlardı. Affedici olmak onların şiarıydı.
Yanlışlarda ısrar etmemek, Allah’a tövbe ederek ve insan hakkıyla ilgili hususlarda muhataplardan özür ve helâllik dileyerek doğruya yönelmek, takva sahiplerinin özellikleri arasındadır.
İşte bu hakikate ışık tutan bazı âyetler: “…O takva sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever. Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tövbe-istiğfar ederler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler.” (Âl-i İmrân, 3/134-135)