Nasıl yaşıyorsanız öyle ölürsünüz!

Nasıl yaşıyorsanız öyle ölürsünüz!
Bu haftanın mutlaka okunulası cuma sohbeti önemli bir konuyu ele alıyor...
Kur'ân ve Sünnet'in beyanları içinde, insanın imanlı gitmesine sebep ve vesile olarak; Müslüman olarak yaşamak, Müslümanca düşünmek, Müslümanlık çizgisinde bulunmak gibi esaslar beyan edilmiştir.

Meselâ, “Başka değil, Müslüman olarak ölmeye bakın!” (Bakara, 2/132) âyet-i kerimesiyle, zayıf da olsa “Nasıl yaşıyorsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz.” (Mirkât) hadis-i şerifi bu hakikat etrafında ortaya konmuş esaslardır. Hatta denebilir ki insan, şuuraltıyla ölür, şuuraltıyla dirilir ve ona göre de mükâfat görür.

Bir insan, ruh ve dimağını dünyada ne ile doldurduysa, neyin peşinde koşuyorsa, neyi aziz tuttuysa, neyi gönlünde en mutena yere oturttuysa, buradan göçüp giderken de öyle gidecektir. Tıpkı uyuyan bir insanın, şuuraltı müktesebatının tesirinde konuşup düşünmesi ve ona göre hareket etmesi gibi, ahirette o, bu kazanımıyla yeni bir varlığa erecektir. Evet, burada ruh âlemine ait mekanizmalar nelerle teçhiz edilmişse öteye de onlarla gidilecektir.

Bundan yedi-sekiz asır evvel yaşamış, dört mezhebin fıkhını çok iyi bilen, tefsirinde dört mezhebin fıkhına da ağırlığınca yer veren Malikî mezhebinin o dev imamı İmam Kurtubî şöyle demektedir: Devrimizde biz öyle kimselere şahit olduk ki, bunlar, nasıl bir hayat yaşamışlarsa vefat ederken gözlerini o hayata ait mülâhazalarla kapamışlardır. Meselâ birisi “Samanı getirin. Hayvanlara ot verin. Merkepleri dışarıya çekin!”, başka birisi: “Şu çocuğuma bakın. Ben biraz raks edip eğlenmek istiyorum.” diyorlardı.

Evet, insan burada ne ile ömrünü geçirmişse giderken de onunla gidecektir. Bu sebeple insan, burada ruh ve dimağını iyi şeylerle doyurmaya bakmalıdır. Vâkıa bunlar birer sebep, tabiri caizse birer şart-ı âdi ve Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz lütfunun imdadımıza yetişmesi için sadece birer davetiyedir. İhtimal Kur'an-ı Kerim de, “Müslüman olarak ölmek dışında başka türlü ölmemeye çalışın!” (Bakara, 2/132) derken bu hakikati dile getirmektedir.

Âdet-i İlâhiye Böyle Cereyan Eder

Bununla beraber, Cenâb-ı Hak, takva dairesi içinde yaşayan bir insanın elinden –hafizanallah– bütün sermayesini alıp onu baş aşağı götürse de O'na kimsenin bir şey demeye hakkı olamaz. Fakat âdet-i ilâhiye ve rahmet-i sübhâniye açısından Allah Teâlâ'nın şimdiye kadar böyle bir şey yaptığını da bilmiyoruz. Firavun, hayatının en son dakikasına kadar firavunca bir hayat yaşamış ve suyun altında, orada dahi yenemediği tereddütlerle boğulurken imansız olarak gitmiştir. Öte yandan küçük bir iman eseri ve iman reşhasıyla ona yürümüş bir insan da Cennetlere yükselmiştir. Allah Resûlü böyle birini hadis-i şeriflerinde şöyle anlatırlar:

Sizden önceki devirlerde yaşayan bir adam, doksan dokuz kişiyi öldürmüş, sonra, “Buranın en büyük âlimi kimdir?” diye soruşturmuştu. Ona bir rahip gösterilmişti. Bunun üzerine o da rahibin yanına giderek ona, “Doksan dokuz adam öldürdüm, tevbe etsem kabul olur mu?” diye sormuştu. Buna karşılık rahip ise, “Tevben kabul olunmaz!” deyince onu da öldürmüş ve sayıyı yüze yükseltmişti. Daha sonra da oranın en büyük âlimini sorup soruşturup ona giderek: “Ben yüz adam öldürdüm. Tevbe etsem kabul olur mu?” demişti. Âlim ise ona: “Evet, senin tevbe etmene kim engel olabilir ki? Ancak filân yere git, orada Allah Teâlâ'ya ibadetle meşgul olan insanlar var; onlarla beraber sen de Allah'a ibadet et ve onlarla ol!” tavsiyesinde bulunmuştu.

Bunun üzerine bu adam yola çıktı ve yarı yola vardığında da öldü. Rahmet melekleri de azap melekleri de bir araya geldi ve onun durumunu görüştüler. Rahmet melekleri: “Bu adam candan tevbe ederek buraya geldi.” Azap melekleri ise: “Bu kimse hiçbir iyilik yapmamıştır…” şeklinde mukabelede bulundular. Derken arkadan insan şeklinde bir başka melek bunların yanına gelerek onlara şöyle dedi: “İki belde arasındaki mesafeyi ölçünüz. Hangi tarafa daha yakın ise adam o tarafa aittir.” Bunun üzerine mesafe ölçüldü. Adamı varacağı yere daha yakın buldular.. ve adam rahmet meleklerine teslim edildi.

Kurtarıcı Vefa Duygusu

Evet, âdet-i ilâhî hep bu istikamette cereyan etmiştir. Binaenaleyh bizler, Cenâb-ı Hakk'ın kulları olarak her zaman O'nun âdet-i sübhânîsine ve rahmetine sığınmalıyız. Aksi takdirde Cenâb-ı Hakk'ın hakkımızda adaletle hüküm vermesi çok defa aleyhimizde olabilir. Vâkıa O, her zaman hayrın şerre rüçhaniyeti cihetiyle hükmetmektedir ama yine de bizler tir tir titremeliyiz. Allah, bazen bir hayırla insanı affeder bazen de etmez. O Yüce Yaratıcı'dan dileğimiz, bizi ötede hizlan ve hüsran içinde bırakmasın…

Bazen de şöyle bir durum olabilir. Bir insan hayatının sonuna kadar iyi yaşar, –hadisin ifadesiyle– mü'min olarak doğar, mü'min olarak yaşar, kâfir olarak ölür. Veya kâfir olarak doğar, mü'min olarak yaşar, kâfir olarak ölür. Bunlarda da yine mü'minin, iman ve mârifetinin, Cenâb-ı Hakk'a karşı kulluğunun, sebebiyet cihetiyle tesiri önemlidir. Evet, bir insan bazen günahlara girebilir, fakat onun içinde öyle bir vefa hissi vardır ki, bu his onu kurtarabilir.

Sözlerimizi şu duayla noktalayalım: Ey bizim Kerîm Rabb'imiz! Bize hidayet verdikten sonra kalplerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan Vehhâb Sensin. Sen, Kendine teveccüh edenleri kaydırmayacağına dair söz verdin. Sen vaadinde hulfetmezsin. Seni bulduktan sonra kalbimizi kaydırma.
02 Ekim 2015 09:20
DİĞER HABERLER