Nazilerden kaçan akademisyenleri araştıran Vialon, Türkiye’deki ihraçları değerlendirdi

Nazilerden kaçan akademisyenleri araştıran Vialon, Türkiye’deki ihraçları değerlendirdi
Prof. Dr. Martin Vialon Vialon: "Türkiye’de akademisyenlerin ihraç edilmesi, eleştirileri engellemek ve AKP politikalarına karşı çıkma potansiyeli olan kişilere bir gözdağı verme ve caydırma amacını taşımaktadır"
Nazi zulmünden kaçan Yahudi kökenli Alman akademisyenler konusunda önemli çalışmaları bulunan Prof. Dr. Vialon, Türkiye’de OHAL kapsamında akademisyenlerin ihraç edilmesini Birgün gazetesinden Meltem Yılmaz'a değerlendirdi.

Prof. Dr. Martin Vialon’un bu konudaki bulgularının da yer aldığı “Yabanın Tuzlu Ekmeği” adlı kitabı, 2010’da Metis Kitap’tan çıkmıştı. 2000- 2011’de Yeditepe Üniversitesi’nde ders veren Prof. Vialon, o tarihten bu yana da Carl v. Ossietzky Üniversitesi’nde görev yapıyor.

“1933’teki Yahudi akademisyen kaybı, Almanya için yeri doldurulamayacak bir entelektüel kayba neden oldu” diyen Prof. Vialon, “Bugün Türkiye’deki akademik ihraçlar ile Nazi faşizmi dönemi arasında yapısal bir paralellik var. Türkiye’de akademisyenlerin ihraç edilmesi, eleştirileri engellemek ve AKP politikalarına karşı çıkma potansiyeli olan kişilere bir gözdağı verme ve caydırma amacını taşımaktadır. Naziler de, özgürlüğün katledilmesini protesto eden yazar, gazeteci ve komünist Carl von Ossietzky gibi entelektüelleri alıkoymak için aynı stratejiyi kullanmışlardı” diye konuştu.

Akademik ihraçların Türkiye’yi her alanda geriye götüreceğini söyleyen Prof. Vialon, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Üniversiteler ve okullar, bir toplumun sismografları ve aynalarıdır. Eğer bunlar itibar kaybederse, o zaman akademik özgürlük de yok olur. Beyin göçü, zulmün sonuçlarından biridir çünkü entelektüel kafalar ülkelerini terk eder. Bu, pozitif kimlik figürlerinin, artık öğrencileri toplumun sorumlu üyeleri olarak yetiştiremeyeceğini gösterir. Gelenekler kesintiye uğrar ve disiplinler gündemden kaybolur. Eleştirmeyen, vasat karakterler, kayda değer hocaların yerine geçer.”

Nazi'lerden kaçan Yahudi kökenli Alman akademisyenler konusunda önemli çalışmaları olan bir isimsiniz. Bu araştırmalarınız sizi, o döneme ilişkin ne gibi kayda değer bilgi ve belgelerle buluşturdu?

Almanya’nın ilk demokratik sistemini temsil eden Weimar Cumhuriyeti oldukça hassas bir yapıydı. 1932’deki Kasım seçimlerinde, NSDAP ve Hitler’in oy çoğunluğunu sağlamasıyla, bocalamakta olan toplum resmi olarak “dip noktasına” ulaştı. Hitler, endüstriyel, finansal ve tarımsal sermayenin yanı sıra milliyetçi-muhafazakâr ve askeri güçlerin desteğiyle, Cumhuriyet’i bir olağanüstü hal ile yönetmek için “Yetki Kanunu”nu kullandı. Ocak 1933’te Hindenburg tarafından “İmparatorluk Şansölyesi” olarak atanan Hitler’in Führer ilkesi kapsamında, muhalif tüm odakların susturulup tüm halkın aynı şekilde düşünmesini ve olguları o yönde sorgulamasını sağlamak anlamına gelen “Gleichschaltung” oluşturuldu. Daha sonra, Şubat 1933’teki Reichstag yangını Naziler tarafından Sosyal Demokrat ve Komünist partileri yasaklamak, üyelerini ise sokaklarda öldürüp ilk toplama kamplarında onlara işkence etmek için bir fırsat olarak kullanıldı. İlk Yahudi akademisyen kurbanlar, üniversitedeki yerlerini, Nisan 1933’te “Wiederhers-tellung des Berufsbeamtentums”, yani “Kamu hizmetinin kadrolarla yeniden tesis edilmesi” sözde kanunu ile kaybettiler.

Bu sırada Türkiye’de de, hemen her alanında olduğu gibi, yükseköğretim alanında da köklü değişimler yaşanıyordu. Türkiye’deki Batılılaşma çalışmalarının yükseköğretime yansıyan kısmında, sizce ve Alman akademisyenlerce en önemli unsurlar ne idi?

Evet, bu esnada, Türk üniversiteleri Atatürk’ün Kültür Devrimi kapsamında yenilenmişti. Batılılaşma çalışmaları, 1932’de, Atatürk tarafından Türkiye’ye davet edilen Albert Malche’in İstanbul Üniversitesi reformuna yol açan raporu yazmasıyla başladı. Türk Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip’in görüşüne göre de, miladını doldurmuş olan öğretim yöntemleri analitik öğretim ve özellikle yabancı dil öğrenimi ile değiştirilmeliydi. Temmuz 1933’te, İstanbul’daki Darülfünun Bakanlık emriyle kapatıldı ve Ağustos’ta İstanbul Üniversitesi olarak ismi değiştirdi. 240 akademik öğretim görevlisinden 157’si görevlerinden uzaklaştırıldı.

Peki, Alman akademisyenlere kapılarını açan Türkiye, bu hamleye bağlı olarak ülkenin bilim ve sanat yaşamında ne gibi somut gelişmeler yaşadı?

Öncelikle, bence uluslararası toplum, zulme uğrayan bu kadar çok insanı kurtarmış olmasından dolayı Türkiye’ye çok müteşekkir olmalıdır. Modern Türkiye, Cizvit engizisyonunun kurbanı olan ve Portekiz ve İspanya’da zulüm gören Sefarad Yahudilerine kapılarını açan erken dönem Osmanlı İmparatorluğunun uygulamalarını devam ettirmiştir. Atatürk hükümetinin Yahudi akademisyenleri ve Nazi karşıtlarını sahiplenmesi, etik olarak, 1915 ve 1916 yılları arasında Ermeni nüfusuna karşı Jön Türkler tarafından işlenen ve ittifakları Alman İmparatorluğu tarafından müsamaha gösterilen suçun bir kefareti olarak değerlendirilebilir.

Dediğim gibi, sürgün edilmiş akademisyenler tarafından gerçekleştirilen Türk eğitim başarısı sürdürülebilir bir başarıydı. Kendi alanım olan beşeri bilimlerden bazı örnekler verebilirim. Günümüzde, asıl olarak Almanca, Fransızca veya İngilizce olarak yayınlanmış olan birçok roman, edebiyat denemesi, biyografi veya monografi tercümesini Türkçe olarak okuyabiliyoruz. Bu çaba, otuzlu ve kırklı yıllarda Minâ Urgan, Safinaz Duruman, Şara Sayın veya Süheyla Bayrav gibi genç öğrencileri yetiştiren filolog Leo Spitzer ve Eric Auerbach’a aittir. Bütün bu saydıklarım önde gelen hocalar oldu; ve Sabahattin Eyüboğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Azra Erhart, ya da Macit Gökberk ve Mazhar Şevket İşpiroğlu gibi felsefeci ve sanat tarihçileri ile bağlantılıydılar. Bunların entelektüel atmosferinde bulunan Süheyla Artemel veya Cevat Çapan gibi öğrenciler de hoca oldu ve kendi öğrencileri olan birçok nesil için filoloji, mütercimlik, kültürel ve sahne çalışmaları alanlarına devam etmeleri konusunda ilham olmuştur. Yayınevlerinin artışı bile, İstanbul’daki bu kısacık beşeri bilimler tarihi ile ilişkilidir.

Alman akademisyenler için, diğer sürgün ülkeleri ile kıyaslandığında, Türkiye’yi farklı ve yaşanabilir kılan en önemli unsurlar neydi?

Toplama kamplarına ve gaz odalarına gitmekten kurtarıldıkları için mutluydular bence. İsviçre, Fransa, İngiltere ve ABD gibi diğer sürgün ülkelerinin aksine, Türkiye’de hoş karşılanmışlardı. Kendileriyle yasal çalışma sözleşmeleri yapılmış ve kendilerine Türkçe öğrenip öğretmek, Türkçe olarak ders kitapları yayınlamak ve yabancı bir ülke için herhangi bir propaganda yapmamak sorumluluğu verilmiştir. Nazi Almanyasının ölçülerine daha uygun olanları getirmek ve maaşları Almanya tarafından karşılanmak üzere Türkiye’ye teklifte bulundu. Bunun için, 1939 yılında yayımlanan sözde “Scurla Raporu”na bakabilirsiniz. Türk hükümeti bu komplodan haberdardı ve sanıyorum ki, sadece tek bir Alman araştırmaları profesörü, kısa bir süreliğine görevlendirildi, hepsi bu.

Peki öğrenciler? Onlar açısından eğitmenleri ile aralarındaki kültür farkı, uyum sorunu yaratıyor muydu?

Alman akademisyenler ile Türk öğrenciler arasındaki şahsi ve entelektüel bağlar çok yoğun ve yakındı. Reformların başlangıcında, bütün sınıflar çok küçüktü, materyal (kitap) bulmak zordu ve konutlar da ilkeldi; ancak öğrenim ortamı sıcak ve sevgi doluydu. Spitzer ve Auerbach gibi hocaların öğrencileriyle birlikte deniz seyahatlerine veya yürüyüşlere çıktığı fotoğraflar gördüm.

Alman akademisyenlerin kaç tanesi geri döndü ve dönmelerinin temel nedenleri neydi?

Aşağı yukarı bütün akademisyenler döndü; kimisi çok erken kimisi ise geç. Spitzer ve felsefeci Hans Reichenbach daha iyi iş teklifleri aldı ve 1936 yılında ABD’deki üniversitelere gitmek üzere ayrıldı. Çoğunluk savaşın sonuna kadar kaldı, sonra ya ABD’ye gittiler ya da Almanya’ya geri döndüler. G Sadece, filolog, ressam ve şair olan Traugott Fuchs İstanbul’da kaldı ve 1997 yılında öldü.

»Diğer yandan, Nazi zulmünden kaçan akademisyenler, Almanya'nın gelişimine nasıl sekte vurdu? Bu durumun, Almanya'nın siyasi, toplumsal, ekonomik ve kültürel hayata uzun vadede nasıl bir yansıması oldu?

Adolf Hitler tarafından kurulan Üçüncü Reich döneminde, bütün akademik disiplinlere ırkçı ideoloji bulaşmıştı. Nuremberg Mahkemeleri (Kasım 1945’ten Nisan 1949’a kadar) ve Frankfurt’taki Auschwitz mahkemesi (1963’ten 1965’e kadar), Holokost’un tek bir boyutunu göstermiştir ancak çok az sayıda Nazi suçlusu mahkûm edilmiştir. Mayıs 1945’ten sonra yürürlüğe sokulan İtilaf Devletleri’nin “yeniden ıslahı” uzun vadede işe yaramadı. Eski Nazi hocalarının çoğunluğunun (NSDAP üyeleri) ders vermeye devam etmesi kabul edildi. Yahudi akademisyenlerinden, aralarında Adorno, Horkheimer ya da Karl Löwith gibi önde gelenlerin bulunduğu, çok az bir kısmı geri dönüyordu. 1933’teki Yahudi akademisyen kaybı, yeri doldurulamayacak bir entelektüel kayba sebep oldu.

»Bugün Türkiye'de de, pek çok akademisyen, OHAL kapsamında görevlerinden ihraç ediliyor. Bu tabloyu çalışma yaptığınız Almanya’daki Yahudi akademisyenler ile karşılaştırmalı değerlendirdiğinizde, ne gibi sonuçlarla karşılaşıyorsunuz?

Elbette, bugün Türkiye’deki akademik ihraçlar ile Nazi dönemi arasında yapısal bir paralellik var. Mevcut tarihsel sürecin, AKP hükumetinin 1933’teki Kemalist eğitim reformlarına ve bu reformlar kapsamında o dönem uygulanan, modası geçmiş akademisyenlerin devlet eliyle görevden uzaklaştırılmasına karşı bir intikam olduğunu söyleyebilirim. Bugün uzaklaştırılan ve tutuklanan meslektaşlar, bir “Barış kampanyası” imzaladıkları için zulüm görüyor ya da FETÖ üyesi olmakla suçlanıyor. Ancak, akademisyenlerin absürt ve keyfi olarak görevden alınmalarının, devlet tarafından modernize edilen Darülfünun ile kıyaslanması için hukuki bir dayanağı yoktur. Buna karşılık, Yüksek Öğretim Kurumu buna karşı çıkmalıdır zira akademik personelin refahını sağlamak gibi bir görevi vardır.

Şu anda uygulanan, akademisyenleri ve okul öğretmenlerini uzaklaştırmalar, eleştirileri engellemek ve AKP politikalarına karşı çıkma potansiyeli olan kişilere bir uyarı vermek için bir gözdağı verme ve caydırma amacını taşımaktadır. Naziler de üniversiteye adını veren, özgürlüğün katledilmesini protesto eden yazar, gazeteci ve komünist Carl von Ossietzky gibi entelektüelleri alıkoymak için aynı stratejiyi kullanmışlardı. Bu bilim insanı, 1936 yılında Nobel Barış Ödülü aldı, Esterwegen toplama kampında işkence gördü ve 1938’de öldü. Bu tarihsel bağlamda, bir diğer düşünür, büyük Blaise Pascal’ın da bize söyleyecekleri var. The Pensées (Düşünceler, 1657)’inin 298 bölümü aklıma geliyor: “Güçsüz adalet faydasız; adaletsiz güç ise tiranlıktır”. Bu sözlerle, Türkiye’deki acil durumun diyalektik bir açıklamasını yapabiliriz.

***

“GELENEKLER VE DİSİPLİNLER KAYBOLUR”

»Türkiye’deki akademisyen ihraçlarının, ülkenin gelişimi açısından nasıl bir önemi olduğunu ve nasıl bir yerde durduğunu düşünüyorsunuz?

Üniversiteler ve okullar, bir toplumun sismografları ve aynalarıdır. Eğer bunlar politik paternalizm ve manipülasyondan dolayı itibar kaybederse, o zaman akademik özgürlük de yok olur. Beyin göçü, zulmün sonuçlarından biridir çünkü entelektüel kafalar ülkelerini terk eder. Bu, pozitif kimlik figürlerinin, artık öğrencileri potansiyel öğretmenler, hocalar ya da toplumun sorumlu üyeleri olarak yetiştiremeyeceğini gösterir. Gelenekler kesintiye uğrar ve disiplinler gündemden kaybolur. Eleştirmeyen vasat karakterler, eski eşsiz ve kayda değer hocaların yerine geçer.

***
AKP, olayı islami gösteriye dönüştürüyor

»Son olarak, akademik dünyada yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin düşünce ve ifade özgürlüğü alanındaki duruşuna ilişkin dünyaya nasıl bir mesaj veriyor?

Şu zaman tablo kesinlikle karanlık. Bir durum, savaş ve şiddet çağı olan Osmanlı döneminin sonlarına doğru adım atıyor gibi görünüyor. Güçler ayrılığı fiili olarak ortadan kaldırılıyor, insan hakları görmezden geliniyor ve anayasal olarak mevcut değil. Müsaade ederseniz size Temmuz 2003’te yayımladığım yazıdan bir alıntı yapayım: “Erdoğan’ın politikası, demokratik reformları yerleştirmeye çalışan bir politika olarak tanımlanabilir ancak ideolojik çıkarımlar ve irticai politikalar eğilimiyle, yani toplumun üstyapısını aydın karşıtı, entelektüel karşıtı ve seküler olmayan bir kapsamın egemenliği ve kontrolü altına alarak; bu da demokrasinin, liberasyonun, özgürlüğün ve insan haklarının AKP’nin Türk parlamentosundaki yeni politik çoğunluğu tarafından adım adım ortadan kaldırılması anlamına gelir. (Yeditepe’de Felsefe 2, 2003, S. 192)

Türkiye’de bu metni kaleme aldığım 2003 tarihinden politik hayatın normalleşmesi sağlanamıyor. AKP, liberal eğitimi yok ediyor ve üstyapıyı modifiye etmenin hesabını yapıyor; ve olay İslami bir gösteriye dönüşüyor. Muhaliflere karşı yapılan cadı avı ve icat edilen suç eylemleri, hukukun açıkça ihlal edildiğini gösteriyor. Bugün ve yakın gelecekte, Türkler kendi yarattıkları bu hasarı sadece kendileri onarabilir. Ama hükümet ile Kürtler arasında bir uzlaşma süreci olmadıkça, Türkiye tekrar ve tekrar daha dibe düşecektir. Özellikle CHP’nin sözde muhalefeti, en temel ödevini yerine getirmeli ve siyaseti etnik ideolojiden ayırmalıdır: Özeleştiri yapabilen ve kendini arındırabilen bireyler ve kurumlar, umutsuz olanlar için tek umuttur.

Ancak son çare, insan onuru noktasına gelmelidir: Herkes için serbest konuşma özgürlüğü ve mahkum edilen bütün gazetecilere ve akademisyenlere özgürlük…
20 Şubat 2017 20:44
DİĞER HABERLER