Nazlı Ilıcak: ‘Arkamla verdimse reverans, bağışlayın ekselans’

Nazlı Ilıcak: ‘Arkamla verdimse reverans, bağışlayın ekselans’
‘Arkamla verdimse reverans, bağışlayın ekselans’

Turgut Özal, basına müdahale eden bir Başbakan’dı. Bu sebeble, birçok yazım Tercüman gazetesinde otosansüre uğruyordu. O dönemi, medyadaki iç kavgalarla birlikte, kitap haline getirmiştim. Şöyle bir göz gezdirdim… Bugünler için de kullanılabilecek yazılar gördüm. Özal’ın gazabına uğramamak için sansür edilen yazılar.

Meselâ şöyle yazmışım: “Özal, Hz. Muhammed’in Müslümanlara kavak ağaçları gibi değil, buğday başakları gibi olmalarını tavsiye ediyor. Malûm kavak ağaçları sert fırtınalarda dimdik kaldıkları için devrilirler. Buğday başakları ise, rüzgârın istikametine göre eğildiklerinden kırılmaz. Buğday başaklarından oluşan bir Türkiye’de mücadele azminin söneceğini düşüyorum. Eğik insanlarla bir yere varmak mümkün mü?

Geçenlerde bir işadamı şöyle diyordu: ‘Ben yelkenli kaptanı gibiyim. Rüzgâra yelken açar, onun istikametinde giderim. Rüzgâr başka yönden esince, bu defa rotamı onun yönüne çeviririm.’

Bir de asırlık çınar ağaçları vardır. Bunların kökleri derinlerdedir. Rüzgârla birlikte eğilmezler, ama devrilmezler de. Tabiat, birbirinden farklı birçok canlıya hayat hakkı tanımıştır. Bunun içinde buğday başağı da, çınar ağacı da, ormanlar kralı aslan da, araziye göre renk değiştiren bukalemun da bulunur.

Türkiye’de buğday başaklarının yanı sıra, devrilip giden kavak ağaçları da olacaktır. Ama belki bir gün bu kavak ağaçlarının yerinde yemyeşil bir çınar bitecektir. Köklü düşünceler üzerinde yükselen, toprağın derinliklerine uzanan sağlam bir çınar. Haksızlığa uğrayacak insanların gövdesine sığınabileceği, her türlü rüzgâra mukavemet edebilecek güçlü bir demokrasi çınarı.”

1990’da kaleme aldığım bu yazının hâlâ güncelliğini yitirmemesi, ne kadar elem veriyor insana. Hâlâ, haksızlığa uğrayanların gölgesine sığınabileceği bir demokrasi çınarını beklemekteyiz. Hâlâ, basın özgürlüğüne müdahale var. Üstelik, çok daha ağırını yaşıyoruz. Bugüne kadar çalarken yakalananların, bu işi “darbe” diye yutturduğuna hiç şahit olmamıştık. Hem darbe diye yutturuyorlar, hem de, yolsuzluğun takibini yapan polisleri ve savcıları darbeci ilân ediyorlar.

Özal döneminde otosansüre uğrayan yazılarımı karıştırıyorum… Bunlardan birinin adı, “Halksız demokrasi, haksız demokrasi.”

Bu başlıkla, -1989 mahalli seçimlerinde, Anavatan % 29 oranında oy almış olmasına rağmen- parlamentodaki çoğunluğuna dayanarak Özal’ın kendisini cumhurbaşkanı seçtirmesine atıfta bulunuyorum. “Halksız demokrasi” diyorum. Ama, buradan yola çıkarak, Tayyip Erdoğan’ın % 52 ile cumhurbaşkanı seçildiği, dolayısıyla, “Halksız demokrasi” denilemeyeceği ileri sürülemez. Zira, 1) toplam seçmen sayısına vurduğunuzda, bu oran, bir azınlığı ifade ediyor. 2) Daha önemlisi, demokrasilerde oy çoğunluğu, kimin ülkeyi yöneteceğini belirliyor; nasıl yöneteceğini değil.  Yönetirken, demokrasinin evrensel kurallarına uyacaksınız. Uymazsınız “haksız bir demokrasiyle”, hatta demokrasi denilemeyecek bir rejim şekliyle karşı karşıya kalırız.

30 Ocak 1990 tarihli bir başka makalemde de şöyle yazıyorum: “1848’de patlak veren halk ayaklanmalarını tarihçi ve romancı Max Gallo şu şekilde yorumluyordu: ‘Yönetimlerin kendilerine güveni, körlüğü, inatçılığı ve hareketsizliği ihtilâle yol açan bunalımları başlatır. İktidardakilerin bu vurdumduymazlığının sebebi, siyasi yapının getirdiği korumadır. Yöneticileri halktan ayıran duvarlar, rejim demokrasiden uzaklaştığı ölçüde yükselir ve keskinleşir. Çarpık bir seçim sistemi, Meclis’te iktidara rahat bir çoğunluk sağlar. Emirlere boyun eğen memurlar, aracı ve uyarıcı rolü yerine getirmek yerine, hükümete sadece duymak istediğini söylemeye başlar. Bu yüzden iktidar, sanki hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam eder. Her gün biraz daha yalnızlaşarak, her gün üzerine biraz daha tepki çekerek. Sesini duyuramayan halk, aynı ölçüde sertleşir, uç noktalara sürüklenir.’

Max Gallo’ya göre, 1840’da Fransa Başbakanı olan Guizot, mali istikrarı, ekonomik gelişmeyi, düzeni ve barışı sağlayacak muhafazakâr politikasının doğruluğundan ve müessiriyetinden emindir. Bütün eleştirilere kulaklarını tıkamakta, Fransa’da kol gezen sefalete gözlerini yummakta, hükümet üyelerine ve yönetici kadrolara bulaşan yolsuzluk ve skandalları görmezden gelmektedir.

1848 halk ayaklanması, hem 3. Napolyon’un imparatorluğunu ilân etmesiyle baskıcı bir ortamın Fransa’da kurulmasına vesile olmuştur, hem de, Başbakan Guizot’yu silip süpürmüştür.”

Bu makalemi, o gün Tercüman’ın yönetiminde bulunan ve zaten eşi Papatya olduğu için bu göreve getirilen Altemur Kılıç’ın itirazı yüzünden yayınlayamadım. Altemur Kılıç, “Yazınızda bahsettiğiniz Fransız Başbakanı Guizot, Özal’a bu kadar mı benziyor?” diye bana sordu. Neredeyse Özal alınmasın diye, tarihin seyrini değiştirecektik.

Yıl 1990… Yıl 2015… Demokrasimiz gene hasta. Hem de çok hasta. Özal dönemini mumla arayacak durumdayız.

***

Otosansüre uğrayan bir diğer yazım, “Sardalye’nin pulları” adını taşıyordu. Aziz Nesin’in kaleme aldığı ve Dilek Türker’in oynadığı “Memleketin birinde” isimli tiyatro eserinde, 2 hikâye anlatılıyordu. Bunlardan biri, “Cam göz” (Köpek balığının son derece yırtıcı olan bir cinsi) ile Sardalyelere aitti.

Cam göz, önüne gelen sardalyeyi iştah ile midesine indiriyor. Denizlerde kimseye aman vermiyor. Sardalyenin arasından bir akıllı çıkıyor ve arkadaşlarına nasihat ediyor: “Bir araya gelelim, cam gözün önünde etten bir duvar oluşturalım. Sonra pullarımızı salıverelim. O pullar cam gözün gözlerini kör edecektir. Böylece onu avlamak kolaylaşır.”

Sardalyeler denileni yapar… Cam göz etten duvarı aşamaz; balıkların pulları gözlerini kör eder. Yolunu şaşır ve bir oltaya takılır.

Kaderine boyun eğip, cam gözün sofrasına yem olmayı beklemektense, harekete geçmek suretiyle onun sonunu hazırlayan sardalyeler, dinamik toplumların etkili insanlarını temsil ediyor. Aydınların, örgütlü güçlerin eylemleri birleşince, cam gözlerin sonu geliyor.

Aynı tiyatro eserindeki 2’nci oyun ise şöyleydi: “Memleketin birinde astığı astık, kestiği kestik bir adam varmış. Herkes önünde takla atar, yağdanlıklar göze girmek için birbirleriyle yarışırmış. Bir ozan müstesna… İktidar koltuğunda oturan tek adam, o ozana bir türlü boyun eğdirememiş. Mabeyn kâtipleri, kapı kulları bir araya gelip, ozana bir oyun hazırlamışlar. Son derece alçak, altından ancak eğilerek geçilebilecek bir kapı inşa etmişler. Ozan huzura kabul edilmek üzere geldiğinde, o kapıdan başını eğerek geçecek, böylece Hazretin karşısında iki büklüm olacak hesabını yapmışlar. Ozan gelmiş gelmesine, ama bakmış ki kapı çok alçak, hemen arkasını dönüp geçmiş kapının altından. İçeriye girince de, tahtta kurum kurum oturan, adı büyük, kendi küçük adama şöyle demiş: ‘Arkamla verdimse reverans, bağışlayın ekselans… Çünkü, zulmü temsil eden bir başa, böyle selam vermek düşer her onurlu yurttaşa…’”

***

Bütün bunları sadece 25 yılda hiçbir şeyin değişmediğini göstermek için yazmadım. Umutsuz olmaya gerek yok. Zira, 1991’de, Demirel ve Erdal İnönü’nün koalisyon kurmasıyla birlikte, Özal bütün etkisini ve gücünü kaybetti. Hesaplar döndü. Papatya diye Semra Özal’ın çevresini dolduranlar ona sırt çevirdi.

1 Kasım hepimiz için büyük bir ümit. Bunca yıllık meslek hayatımda, adaletsizliğin, hukuksuzluğun sonsuza kadar sürmediğini öğrendim. Bu yüzden endişeli değilim. Yarınlar daha aydınlık olacak.


* Nazlı Ilıcak’ın gazeteye gönderdiği ve kayyumun yayınlamadığı yazısı diken'de yayınlandı

30 Ekim 2015 09:59
DİĞER HABERLER