“Bunca hata karşısında AK Parti kurmaylarından hiç ses çıkmıyor” diyorduk. Acaba sağduyularını mı kaybettiler? Vahim gelişmeleri idrak edecek durumda değiller mi, diye üzülüyorduk. Meğer kötü gidişatı onlar da kavramış. Kapalı kapılar ardında doğru eleştiriler yapmışlar. Demek, seslerini çıkarmaya korkuyorlar. Acaba kimden çekiniyorlar? Cumhurbaşkanı’ndan mı?
Tayyip Erdoğan 12. Muhtarlar Toplantısı’nda sözü Ak Saray’a getirerek kaçak olmadığını ileri sürdü: “İkide bir tutturmuşlar kaçak saray, kaçak saray… Elinde belgen, bilgin mi var? Varsa açıkla. Danıştay kararlarını açıklamamıza rağmen ısrarla söylemeye devam ediyorlar. Niye? İftira at tutmazsa izi kalır.”
Kendisini yanlış mı bilgilendiriyorlar, yoksa biliyor da AK Parti tabanını kandırmaya mı çalışıyor, bunun kararını verecek durumda değilim. Sadece, Ak Saray ile ilgili gelişmeleri yazabilirim.
Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi, Atatürk Orman Çiftliği’ni, 16 Ocak 2012’de, Başbakanlık Gazi Yerleşkesi Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Proje Alanı kapsamına aldı. 27 Nisan 2014’te de Resmi Gazete’de yayımlanan Bakanlar Kurulu kararıyla, Atatürk Orman Çiftliği’nin bir kısmı Kentsel Dönüşüm ve Proje Alanı ilân edildi.
Atatürk Orman Çiftliği’nin tarihi sit alanı olup olmadığı hususunda farklı mahkeme kararları var. Yerel mahkeme “tarihi sit alanı statüsünün kaldırılması” kararını iptal etti. Buna mukabil, Danıştay 14. Dairesi, “Bu alan tarihi sit özelliği taşımıyor” dedi; yerel mahkemenin kararını bozdu. Böylece Cumhurbaşkanlığı yerleşkesi, yasaya uygun bir duruma geldi. Ama hemen ardından, Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu, hem Bakanlar Kurulu’nun hem de Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin aldığı kararların yürütmesinin durdurulmasına hükmetti (10 Temmuz 2015). Son olarak da 3 Ağustos 2015’te Ankara 5. İdare Mahkemesi, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın yapılmasına imkân tanıyan ve Atatürk Orman Çiftliği’nde (AOÇ) yapılaşmanın önünü açan 1/10.000’lik Koruma Amaçlı Nazım İmar Planları’nı iptal etti. Böylece, Cumhurbaşkanlığı Sarayı dahil olmak üzere ANKA Park, yollar, kavşaklar, hepsi kaçak hale geldi.
Ama Tayyip Erdoğan çıkıyor, sadece işine gelen Danıştay 14. Dairesi’nin kararını esas alıyor.
1 Kasım seçimlerinden sonra bir koalisyon kurulduğu takdirde, AK Parti koalisyon ortağı dahi olsa, herhalde Erdoğan’ın kaçak sarayda oturmasına izin verilmeyecek. Cumhurbaşkanlarının ikametinin Çankaya olacağına dair bir yasa maddesi yeter.
Meğer AK Partililer de farkındaymış“Bunca hata karşısında AK Parti kurmaylarından hiç ses çıkmıyor” diyorduk. Acaba sağduyularını mı kaybettiler? Vahim gelişmeleri idrak edecek durumda değiller mi, diye üzülüyorduk. Meğer kötü gidişatı onlar da kavramış. Kapalı kapılar ardında doğru eleştiriler yapmışlar. Demek, seslerini çıkarmaya korkuyorlar. Acaba kimden çekiniyorlar? Cumhurbaşkanı’ndan mı?
7 Haziran seçimlerinin değerlendirildiği AK Parti toplantısının zabıtlarının ikinci bölümü Nokta’ya sızdı. Çok yerinde tahliller, tespitler yapılmış.
Mücahit Arslan, gerilim istemiyor: “Gerilim aynı şiddetle devam ederse %35’in altına ineriz” diyor.
Numan Kurtulmuş, “Ben hiçbir dönemde bu kadar endişelenmedim. Hak ve özgürlükler konusunda üstün eli kaybettik” diye konuşuyor.
Mahir Ünal’a alkışlar… “Eskiden laik kesimden bize mikrofon uzatıp, ‘Siz laik misiniz’ diye sorarlardı. Şimdi biz aynı şeyi HDP’ye karşı yapıyoruz… Sorunları 13 yılda bir hal yoluna soktuk. Bunu yaparken elimizde bir pipet, toplumdaki her duyguyu sömürdük. Buna psikolojide duygusal vampirlik deniliyor.”
Hele Ertan Aydın’ın tespitlerine bayıldım: “Biz mücadelemizi dinselleştirdik. Muhalefetle ilişkimizi sanki Mekke dönemi müşrikleriyle ilişki gibi sunuyoruz. Ümmetçilik yüzünden Aleviler’i, baştan, hedef skalamızdan çıkarıyoruz. Bu sürdürülebilir bir gerilim değil. Bu ideolojimiz ya iflas edecek ya da buradan bir çıkış yolu bulacağız. Bu noktada siyaset tarzımızı değiştirip 2002’deki gibi AB’yi savunan reformist bir kimliğe dönüş yapabiliriz. Bu şekilde İslam dünyası için de bir çıkış noktası olabiliriz. Biz dünyadaki İslami hareketleri 2002’deki çizgimize çekmek yerine, onlara doğru bir kayış yaşadık, ihvanlaştık.”
Faruk Çelik, Tayyip Erdoğan’a göndermede bulunmuş: “Geçmiş cumhurbaşkanları bizim kullandığımız dilin aynısını, bize karşı kullanmış olsaydı, AK Parti 2002’de değil, 1992’de iktidara gelirdi. HDP’ye karşı kullandığımız dil bizi dibe çekiyor… Cumhurbaşkanı, Başbakan ve bütün parti kadroları Selahattin Demirtaş’a yüklenince, HDP ayırımcılığın mağduru haline geliyorlar.”
Hatem Ete de Saray’ın vesayetine karşı çıkıyor: “Erdoğan ne istiyor sorusunun cevabını bilemeden hareket edemiyoruz. Siyasetin kişiselleşmesi bizi sistem sorununa kilitliyor. Halkın derdi, doların yükselişi, dış politika, özgürlükler olsa da biz, Cumhurbaşkanı ve Başbakanı incitmeden nasıl yol alırıza kafa yoruyoruz.”
Taner Yıldız: “15 Nisan’da biz çözüm sürecini silâhların bırakılması noktasına kadar getirebilirdik ama ağırdan aldık.”
Ömer Çelik soruyor: “Kampanyamızın ana hatları nelerden oluşacak? Uzlaşma mı, yoksa kamplaşma mı öncelenecek? Toplumun hangi kesimleriyle uzlaşıp, hangi kesimleriyle kamplaşma yaratacağız?”
Öyle bir siyasi iktidar düşünün ki, gerginliği ve kutuplaşmayı bir seçim yöntemi olarak benimsiyor. Herhalde o toplantıda ortak akıl ya da ortak akılsızlık, “HDP ile kamplaşalım” sonucuna varmış olacak ki, bir yandan PKK kışkırtıldı, bir yandan HDP ile PKK aynı torbanın içine konularak, 6 milyon oy almış olan bir parti düşmanlaştırıldı.
Tayyip Erdoğan hâlâ eski mağduriyetleriyle vatandaşı kendisine çekmeye çalışıyor. Hâlâ “Bana muhtar bile olamazsın dediler” diye konuşuyor. Bugün yaratılan mağduriyetlere bakın! İktidar haricinde herkes mağdur. En mazlumlar ise, Cemaat ve HDP. Bir de cezaevinde suçsuz yere yatan savcılar, hâkimler, polisler ve gazeteciler…
YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ