"Ellerinden kaçıp kurtulan masumları elde etme ve işkenceler altında bırakarak, hınçlarını almak için, hatırı sayılır kişilerle, hatırı sayılır rüşvetler, yeni Mekkelilerin ümidi oldu. Ancak kendileri gibi rüşvet ve yolsuzluk çarkıyla iş çeviren birkaç istisna dışında, hiçbir ülkeyi ikna edemediler"
Necaşi'den günümüze "rüşvetle masum avına çıkanlar!"
Prof. Dr. Muhittin AKGÜL | Samanyoluhaber
Bazen yakındaki ışık görülmez. Buna yakın körlüğü de diyebiliriz. Tarihte bunun fert ve toplum bazında pek çok örneği vardır. Allah Resûlü (s.a.s.), Mekke’lilerin yakından tanıdığı bir simaydı. Aynı şehirde, aynı mahallelerde, aynı ortamlarda pek çok defalar ondaki benzersiz güzel ahlakının pek çok örneğine şahit olmuşlardı.
Ticaretteki güvenini, insana saygısını ve sevgisini, yardımseverliğindeki ulaşılmazlığını ve doğruluğunu, emin ve güvenilirliğini defalarca yakından görmüşlerdi. Kırk yıl gibi uzun bir süre aralarında kalmış Peygamber’in (s.a.s.), kendilerine karşı yalan söylemeyeceğini kesin olarak biliyorlardı.
Ancak bütün bunlara rağmen, tevhid dinini onlara hatırlatınca ve Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu söyleyince, hepsi sırtını döndü. Sanki Resûlullah, hiç tanımadıkları bir yabancı haline gelmişti.
Mekke, zâlimlerin işkence ve zulmünden dolayı yaşanmaz bir hale gelince, Allah Resûlü (s.a.s.) ashabına, Habeşistan’a hicret etmelerini, zira orada Necâşi adında adaletle hükmeden sâlih bir kralın olduğunu söyledi. Peygamberliğin beşinci ve ertesi yılında kadın erkek iki kâfile yola çıktı. Böylece Mâlikü’l-Mülk olan Allah Teâla onları, başka bir ülkede, daha sıcak karşılayacak bir hâminin harîmine yerleştirdi.
Habeşistan’daki Müslümanların Hayatı
Kureyş müşrikleri, ashabın Habeş ülkesinde emniyet ve sükûnete kavuşmuş ve orada yurt yuva edinip yerleşmiş olduğunu öğrenince, aralarında toplantı yaptılar. Habeşistan’a hicret edenleri oradan geri almak için çeşitli istişarelerde bulundular. Varılan karar; din adamlarına, kralın yanındakilere ve Necâşi’ye hediyeler vererek, Müslüman muhacirler hakkında hiçbir görüşme yapmadan, onları Necâşi’ye muhatap etmeden direkt iadelerini sağlamaktı.
Bunun için Kureyş, içlerinden iknâ ve hitabet açısından meşhur ve zeki iki kişiyi gönderme kararına vardılar. Bunlar, Amr b. El-As ve Abdullah b. Rabia’ydı. Bu iki Kureyşli elçi, hem Necaşi hem de din adamları ve krala yakın kimseler için ayarladıkları en değerli hediyelerle yola çıktılar.
Bunları rüşvet olarak verecekler ve karşılığında Müslümanları teslim alacaklardı. Kesin sonuç elde edecekleri hususunda hiçbir şüpheleri yoktu. Habeşistan’da bu kişiler, denilenleri aynen yaptılar ve hediyeleri (rüşvetleri) sahiplerine ulaştırdılar. Her bir kişiye hediyeyi verirken de, uyarı ve yönlendirme yapmayı ihmal etmiyorlardı.
Değerli hediyeleri alan kralın adamları, denilenleri aynen yerine getireceklerini söylediler. Bu defa hediyelerle birlikte Necaşî tarafından kabul edilen elçiler, aynı şekilde: “Ey hükümdar! Bizden birtakım aklı ermez gençler senin ülkene gelip sığındılar. Onlar kavimlerinin dininden ayrıldılar, senin dinine de girmediler.
Onlar bizim de, senin de bilmediğin bir din uydurdular. Onların babalarından, amcalarından ve yakın akrabasından olan kavimlerinin eşrafı, onları kendilerini geri çevirmeniz için bizi sana yolladılar. Çünkü onlar, bunları başkalarından daha iyi bilir, kusurlarını, kabahatlerini başkalarından daha iyi anlar” mâhiyetinde, iknâya yönelik sözler söylediler.
Necâşi’nin yanında bulunan kumandanları da: ‘Ey Kralımız! Bu iki adam doğru söylüyor. Kavimleri onları daha iyi bilirler ve kusurlarını bizden daha iyi anlarlar. Sen onları bu iki adama teslim et, ülkelerine ve kavimlerine geri götürsünler!” dediler.
Necâşi onların bu tekliflerine kızdı ve: “Hayır! Vallahi, ben onları bu iki adama hemen teslim edivermem!
Gelip ülkeme sığınmış, beni başkalarına tercih ederek benim himayeme girmiş bir topluluğa kötülük yapmış olurum! Onları derhal huzuruma alın. Bu elçilerin söyledikleri hakkında onlara sorular soracağım. Şayet elçilerin dedikleri gibi iseler, onları teslim eder, kavimlerine geri gönderirim. Şayet söyledikleri gibi değillerse, onların ilticalarını kabul eder ve himayemde kaldıkları müddetçe de en güzel şekilde korur ve kollarım” dedi. Sonra da, misafirleri huzuruna almalarını emretti.
Kilise’de Karşılaşma ve Dinlenen Kur’ân
Necâşi ve din adamlarının huzurunda Cafer b. Ebi Talip şöyle konuştu: “Ey hükümdar!’ Biz cahil bir toplumduk. Putlara tapardık. Ölmüş hayvan eti yerdik. Bütün kötülükleri yapardık. Akrabalarımızla ilgilerimizi keser, akraba hakkı gözetmezdik. Komşularımızı unutur, komşuluk vazifelerini yerine getirmezdik.
İçimizden güçlü olan, güçsüz, zayıf olanı yerdi. Yüce Allah bize kendimizden, soyunu sopunu, doğruluğunu, eminliğini, iffet ve nezahetini bildiğimiz Resûlü gönderinceye kadar, biz hep bu kötü durum ve tutumda idik. O peygamber, bizi, bizim ve babalarımızın Allah’tan başka tapageldiğimiz taştan, ağaçtan, altın ve gümüşten yapılmış putları bırakarak Allah’ın birliğine inanmaya ve yalnız O’na ibadet etmeye davet etti.
Yine o peygamber, doğru söylemeyi, emaneti sahibine vermeyi, akraba haklarını gözetmeyi, komşulara iyi davranmayı, haramlardan uzak, kan dökmekten geri durmamızı bize emretti. Yine o, bizi her türlü çirkin, yüz kızartıcı söz ve işlerden, yalan söylemekten, yetim malı yemekten, iffetli kadınlara dil uzatmak ve iftira etmekten de yasakladı.
Ayrıca: Hiçbir şeyi kendisine eş ve ortak tutmaksızın yalnız Allah’a ibadet etmemizi, namaz kılmamızı, zekât vermemizi, oruç tutmamızı da bize emretti. Biz onu doğruladık ve ona iman ettik. Allah tarafından getirdiği şeylere göre ona tâbi olduk. Bir ve tek olan Allah’a ibadet ettik, O’na hiçbir şeyi şirk koşmadık. O’nun bize haram kıldığını haram, helâl kıldığını helâl olarak kabul ettik. Bunun üzerine, kavmimiz bize düşman kesildi. Bizi dinimizden döndürmek, Yüce Allah’a ibadetten vazgeçirip putlara taptırmak, öteden beri helâlleştirip serbestçe işleyegeldiğimiz kötülükleri tekrar işletmek için, bizi işkenceden işkenceye uğrattılar.
Onlar bize böylece galebe çalıp zulmettikleri, bizimle dinimiz arasına gerildikleri ve tazyiklerini arttırdıkları zaman, biz senin ülkene çıkmak, sığınmak zorunda kaldık. Seni başkalarına tercih ederek, senin koruman altında ve komşuluğunda bulunmayı arzu ettik. Ey hükümdar! Biz senin yanında hiçbir zulme uğramayacağımızı umuyoruz!”
Necâşî: “Allah tarafından peygamberinizin getirip sizlere bildirdiği şeylerden, senin yanında bir şey var mı?’ diye sordu. Cafer: “Evet! Var” dedi. Necaşî: “Onu bana oku!” dedi. Câ’fer, Meryem Sûresi’nin baş tarafından, Hz. Yahya ve Hz. İsa (a.s.) ile ilgili âyetleri (1-35) okuyunca, Necâşî o kadar ağladı ki, akan gözyaşlarından sakalı ıslandı.
Din adamları da okunan âyetleri dinledikleri zaman ağladılar. Bunun üzerine Necaşî, Mekke’den gelen iki Kureyşliye: “Bu dinlediğim şey, İsa’ya gelmiş olanla muhakkak aynı yerden gelmektedir! Siz ikiniz, gidin artık! Hayır! Vallahi ben onları size ne teslim ederim, ne de onlara dokunulur!” dedi.
Ertesi gün, Amr b. As, Necâşî’nin yanına gidip: “Ey hükümdar! Onlar İsa b. Meryem hakkında çok büyük ve ağır sözler söylüyorlar! dedi. Necâşi tekrar: “Meryem oğlu İsa hakkında ne diyeceksiniz?” diye sordu. Cafer b. Ebi Talip: “Biz, onun hakkında, Peygamberimizin bildirdiklerini söylüyoruz. O diyor ki: “İsa Allah’ın kulu, resûlü ve Allah’a bağlanmış bir kız olan Meryem’e ilka eylediği kelimesidir’” deyince, Necaşî, elini yere uzatıp oradan bir çöp aldıktan sonra: “Vallahi, İsa b. Meryem de, senin söylediğinden başka bir şey değildir!
Arada, şu çöp kadar bile fark yoktur!” dedi. Necâşî bunu söylediği zaman, çevresindeki kumandanlar homurdanmaya başladılar. Necâşî, kumandanlara: “Vallahi, siz homurdansanız da, gerçek olan budur!” dedi. Muhacirlere de: “Gidiniz! Sizler, benim ülkemde, tamamıyla emniyet içindesiniz! Size söven ve dil uzatan kimse cezalandırılacaktır!
Ben, sizden hiç birinize, bir dağ altın karşılığında bile olsa, eziyet etmek istemem! Getirdikleri hediyeleri de şu iki adama geri verin! Benim onlara ihtiyacım yok! Vallahi, Allah bana saltanatımı geri verdiği zaman, benden rüşvet almadı ki, ben bu hususta rüşvet alayım!” dedi.
Tarih tekerrür etmektedir. On dört asır önce gerçekleşen bir olay, aynıyla günümüzde de yaşanmaktadır. Mekkeli müşriklerin rolünü, Müslüman olduğunu iddia eden yeni Mekkeliler almıştır. Daha düne kadar ülke çapında ve dünya genelinde İslam’a ve insanlığa hizmetlerinden dolayı takdir ettikleri, alkışladıkları, beraber oldukları, güvendikleri, güvendiklerinden dolayı çocuklarını emanet ettikleri mâsum ve samimi insanları, bir darbe oyunuyla terörist ilan ettiler.
Bu vesileyle mâsumiyet karinesi, suçun şahsiliği ve kânûnilik ilkesine bakmadan ve hâlen yürürlükte olan kânunlara göre bile suç olmayan uydurma delillerle yüzbinlerce insanı, hâmile, çocuklu kadın, ihtiyar, hasta demeden tutukladılar. Bazılarının mal varlığına el koydular; kimilerini sorguda, kimilerini hapishane hücrelerinde çeşitli işkencelere maruz bıraktılar. Bu kötü gidişattan etkilenen bazıları, bulabildikleri imkânlarla havadan, karadan, denizden bir yolunu bulup ülke dışına çıktılar. Gittikleri yerler, dinleri, dilleri ve kültürleri farklı olan ülkelerdir. Bu defa Mekkelilerdeki kin ve nefretin benzeri, yeni Mekkelilerde depreşmişti.
Gittikleri yerlerde, masumlara kapıların açılması ve değer verilmesi, yeni Mekkelileri rahatsız etti ve aynı yöntemi kullanmaya karar verdiler. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılara ve yığınla çözüm bekleyen probleme rağmen, en büyük dertleri, rüşvetle, masum insanları bulundukları ülkelerden geriye almak oldu.
Aylarca, gidilen ülkelerin rüşvet paydaları görüşüldü, milletin paralarıyla, henüz doğmamış çocuğun üzerine yükledikleri borçlarla ve rüşvetten elde edilen çuvallar dolusu parayla, istedikleri meblağı topladılar. Hangi ülkedeki insan, neden hoşlanırın ve hangi şey karşılığında hayır diyemezin hesaplarını yaptılar.
Aynı zamanda her ülkenin din ve kültürünü de dikkate alarak, masumlarla ilgili kime hangi yalanı söylersek, rahatça ikna edebilirizin de tartışmalarını yaptılar. Bu arada, ülkenin içinde meydana gelen kargaşa, açlık sıkıntısı, komşu ülkelerle problemlerin çözümü, aile ve gençliğin önündeki büyük tehlikeler ve benzeri devâsâ bir sürü problemler bir tarafa bırakıldı, bütün devlet ricali buna odaklandılar.
Ellerinden kaçıp kurtulan masumları elde etme ve işkenceler altında bırakarak, hınçlarını almak için, hatırı sayılır kişilerle, hatırı sayılır rüşvetler, yeni Mekkelilerin ümidi oldu. Ancak kendileri gibi rüşvet ve yolsuzluk çarkıyla iş çeviren birkaç istisna dışında, hiçbir ülkeyi ikna edemediler.
Hele ki demokrasi ve insan haklarının yaşanıp uygulandığı ülkeleri. Masumlar hakkında uydurdukları yalan ve iftiralar, yüzlerine çalındı, istedikleri kişilerin güvenilir ve yollarının da doğru olduğu yüzlerine söylendi ve gittikleri gibi elleri geriye boş döndüler.
Ellerinin boş dönmesi, yeni Mekkelilerin kinini, nefretini ve gayzını daha da artırdı; bu defa suçsuz hapse attıkları, mal ve mülklerine el koydukları, mesleklerini ellerinden aldıkları masumlara, çektirmedik eza ve cefa bırakmadılar.
O gün için Mekkelilerin sonu nasıl olduysa, yeni Mekkelilerin sonunun da aynı olacağında hiç bir şüphe yoktur. Tarih tekerrür etmektedir. Mekkelileri yeni Mekkeliler, Necaşileri yeni Necaşiler ve masumları da yeni masumlar takip etmektedir.