Bundan üç hafta önce Brüksel’de “İran nükleer programına Transatlantik Yanıt” konulu uluslar arası bir toplantıda “tek Türk” olarak, Amerikalı, İsrailli ve Avrupalı “İran’ı cezalandırmak lâzım” korusu ile didişiyordum.
Bir kahve molasında “Türkiye’nin dış politikası aslında bir zamanların Bağlantısızlar Hareketi’nin, Üçüncü Dünya’nın yaklaşımını andırıyor” diyecek oldum; “Öyleyse NATO’da ne işiniz var; ayrılın NATO’dan” gibisinden tepkiler işittim.
“Niye ayrılalım? Ayrılmazsak ne olacak? NATO’nun bu gibi konularda ortak bir politikası mı var? Kim karar veriyor?” gibisinden kendimce “posta koydum” koydum tepkilere.
Aslında Türkiye’nin bir tür “Bağlantısızlar”ı hatırlatan dış politika yönelimini, geçen sonbaharda İstanbul Forumu’nda bana Amerikalı Türkiye uzmanlarından Ian Lesser söylemişti ve bunu “olumlu” bir vurgu ile ifade etmişti. Ian Lesser, geçen hafta German Marshall Fund (Brüksel’deki toplantıyı da o düzenlemişti) adına “Turkey, Brazil and Iran: A Glimpse of the Future” (Türkiye, Brezilya ve İran: Bir An İçin Geleceği Görme) başlıklı bir raporda bu konuda çok ilginç gözlemlerini ayrıntılı biçimde dile getirdi:
“Yeni Türk dış politikasının sözlüğü şu ara Hindistan, Güney Afrika, Meksika, Çin, Endonezya ya da elbette ki Brezilya gibi ses veriyor. Bu biçimdeki bir konumlanma –neo-Osmanlı’dan ziyade neo-Bağlantısız Türk dış politikasının önümüzdeki on yıl için en önemli yeni boyutu olabilir. Bu, ABD’nin Türkiye’ye nasıl davranacağını da biçimleyecektir. Ayrıca bir AB aday üyesi olduğu için, Avrupa’nın Türkiye ile ilişkisini de etkileyecek ve muhtemelen komplike hale getirecektir.”
Ian Lesser’ın, tümüyle paylaştığım şu satırlarına özellikle dikkat:
“Brezilya ve Türkiye gibi yükselen oyuncuların temel stratejik sorunlara ilişkin girişim üstlenmeleri, gelecekteki gerçekleşecek şeylerin habercisidir. Obama yönetimi çok-kutupluluğun doğuşunu olumlu karşılamıştı ve bu oluşum Amerikan diplomasisi için yeni fırsatlar sunabilir. Ama, İran’a ilişkin son gelişmeler, Washington ve Transtatlantik ortaklarının yeni bir dünya ile karşı karşıya olduklarını ve bu yeni dünyada Kuzey’in her zaman ağırlık merkezi olmadığını ortaya koyuyor. Bu husus çok kez Asya’nın yükselişi ile bağlantılı olarak ifade edildi. Aynı şekilde daha güçlü ve kendisini ortaya koyan küresel Güney’in yükselişi ile de ifade edilmelidir. Siyasi karar vericiler, Brezilya, Arjantin ve Güney Afrika gibi ülkelerin daha geniş siyasi, güvenlik ve ekonomik rol sahibi olma isteklerini hesaba katarak, nüfuz ve aktivitenin Transatlantik alanda bile daha geniş bir dağılımının gerçekleşeceğini tahmin etmeliler.”
Türkiye’nin yanına Brezilya’yı alarak İran ile gerçekleştirdiği anlaşma tam da bu çerçevede “geleceğe” ayna tutuyor.
*** *** ***
Bazı Amerikalı çevrelerde Türkiye-Brezilya ikilisinin İran konusunda attığı adımdan ötürü kıyamet kopuyor. Tahran’da üçlü anlaşma imzalanmasından hemen sonra Hillary Clinton’un İran’a karşı BM Güvenlik Konseyi’nden “yaptırımlar” çıkartmak için Rusya ve Çin’le anlaştığını açıklaması, bazılarını “Türkiye’ye Amerikan şamarı” vuruldu diye pek sevindirdi.
Tam öyle olmadı.
Amerika’daki “Türkiye’ye bozuk atanlar” iki grup:
1. Malûm, ABD ile İsrail’in çıkarları arasında mutlak bir uyum arayanlar ve görenler;
2. Hâlâ “Soğuk Savaş uluslararası hiyerarşisi”nin geçerli olduğunu sanarak ve/veya bunun devam etmesini isteyerek, Türkiye’nin Washington’un direktiflerine göre hizada durması gerektiğini savunanlar.
Tutmaz. Amerika’nın bazı “yeni olguları” hazmetmesi gerekiyor. Bazı Amerikalılar ise olan-biteni doğru algılıyor ve “geleceğe” yönelik doğru yol işaretlerini gösteriyorlar.
Bu “doğru Amerikan örnekleri”nden biri, “World Politics Review”de birkaç gün önce Daniel M.Kliman imzası altında yayımlanan “Brazil, Turkey and the Rise of the Democratic Rest” (Brezilya, Türkiye ve Demokratik Geri Kalanların Yükselişi” başlıklı yazıda yer alıyor. İngilizce “Democratic West” yani “Demokratik Batı” yerine, kafiye biçimde “Democratic Rest”in kullanılması, Batı dünyası dışında ama demokrasi oldukları tartışılmaz ülkelerin “yükselişi”ni vurguluyor.
Yazının şu ilk paragrafı yeterince çarpıcı:
“İran ile Brezilya ve Türkiye’nin elde ettiği nükleer yakıt takasını tartışmak için çok fazla mürekkep harcandı. Uzmanlar, Brezilya ve Türkiye’nin artan önemi kadar, anlaşmanın İran nükleer programına ilişkin kilitlenmeyi çözüp çözemeyeceği ya da Tahran’ın zaman çalmaya uğraşıp uğraşmadığı üzerinde yoğunlaştılar. Ama nükleer mutabakatın asıl anlamı üzerinde pek durulmadı. 21.Yüzyıl’ın ilk döneminin egemen trendi, demokratik güçlerin bölgesel hatta küresel nüfuz konumlarına yükselişidir.”
Yazar, bir demokrasi olmayan ve “yükseliş”i birinci sırada yer alan Çin’in altına, en aleni yükselen demokratik güç olarak Hindistan’ı yerleştiriyor ve bunun ardından “Latin Amerika bir deve kavuştu” diyerek Brezilya’ya, “dünyanın en büyük Müslüman demokrasisi” tanımıyla Endonezya’yı, “Ortadoğu’da önderlik rolü üstlenen” Türkiye’yi ve ardından Güney Afrika’yı sıralıyor.
Türkiye şöyle anlatıyor: “Türkiye bölgesindeki en dinamik ekonomilerden biri. Hem Batı ve hem de Doğu’ya ait, laiklik ile İslam’ı birleştirebilen bir ülke olarak, Türkiye, Ortadoğu’nun başka yerlerinde hüküm süren parçalanmış kimliklere keskin bir zıtlık gösteriyor.”
Türkiye’nin de aralarında bulunduğu bu “beş demokrasi”nin hızla ve artan nüfuzlarıyla yükselmesinin, gelecek açısından “iyimserlik” yarattığını belirtiyor. Amerika, Avrupa ve Japonya’nın bu “olgu”ya ayak uydurmaları gereğinin altını çiziyor.
Bir başka çarpıcı “Amerikan değerlendirmesi” Carnegie adlı ünlü düşünce kuruluşundan Marina Ottaway’in önceki gün yer alan “The Return of the Third World” (Üçüncü Dünya’nın Geri Dönüşü) başlıklı yazısında göze çarpıyor. Hillary Clinton’un geçen haftaki çıkışını “ABD, Türkiye ve Brezilya’ya yapıcı olmayan bir mesaj gönderdi ve bağımsız diplomasilerinin hoş karşılanmayan bir müdahale olduğunu ve bunun göz ardı edileceğini bildirdi. Böyle bir yanıt, tartışılmakta olan konunun çok ötesine giden yansımaları içeriyor ve Amerika’nın politikaları konusunda Avrupa dışında müttefik bulmasını çok daha zorlaştırıyor.”
“Yeni Üçüncü Dünya”nın, bağımsızlığını yeni kazanmış olan devletlerin oluşturduğu “Eski Üçüncü Dünya”dan farklı olduğuna işaret ediyor ve şöyle diyor:
“Yeni Üçüncü Dünya değişik. Bunun baş aktörleri, büyük rüyaları olan, tecrübesiz ve ekonomik yardıma ihtiyaç duyan yeni bağımsız ülkeler değiller. Bunlar, çıkarlarına ABD ve Avrupa siyasetlerinin iyi hizmet etmediği, büyüyen ekonomileriyle yükselen güçler. Bu aktivist hükümetleri güden ulusal çıkar, küresel arenada oyuncu olma ihtirası, iç siyasi kaygılar ve aynı zamanda sorunları çözme konusunda gösterdikleri sahici arzular… Yükselen güçler, sadece ekonomik olarak değil siyasi olarak da kalıcılar. Uluslararası arenada yapıcı rol oynayan aktörler olabilirler…”
*** *** ***
Türkiye-Brezilya beraberliğini, böylesine “geniş açılı” bir “lens”le görenlerin sayısı Amerika’da da artıyor. Uluslararası sistemin mimarisi, diğer “demokrasiler”in yanı sıra Türkiye’nin “yeni aktivizmi” ile değişiyor.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Brezilya Dışişleri Bakanı Celso Amorim ile “Diplomasiye Şans Vermek” başlıklı ortak makalesi International Herald Tribune’da önceki gün yayımlandı. Başbakan Tayyip Erdoğan, Brezilya’ya ayak bastı. Aynı anda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Kazakistan’daydı.
“Küresel sistem”de bir Türkiye’den, “dünyanın geleceği”nde “ilk 10”da yer almaya doğru yol alan bir Türkiye’den söz ediyoruz.
Gözümüzü Ankara’dan kaldırıp, dünyaya bakmayı denersek; hem Ankara’dan görülebilenin ve hem de Washington’da taktıkları “İsrail gözlükleri” dışında dünyayı göremeyenlerin göstermek istediklerinin çok daha farklı bir dünyayı göreceğimiz anlaşılıyor.
Kimilerinin içerden göremediği, kimilerinin “neo-Osmanlı” ya da “neo-Bağlantısız” diye tanımladığı “neo-Türkiye”yi o “yeni dünya”nın içinde görebiliriz, seçebiliriz…