Bu sevgi, Yaratıcı fikrinden, aşkın menşeinden koparılmıştır. Ortada birtakım nesneler yığını vardır.
Niçin severiz? Çünkü sevmek isteriz. Sevginin bize kattığı mutluluk anlamıyla ilgilidir. Tabiat sevgisini (natüralizm) ele alalım. Bu sevgi, Yaratıcı fikrinden, aşkın menşeinden koparılmıştır. Ortada birtakım nesneler yığını vardır. Bir sanat eserine, sanatçısını yok sayıp hayranlık duymak tuhaf olmalı.
Tabiatı Yaratıcısından, varlık sebebinden, hikmetinden, kendinde içkin anlamdan ve amaçtan yoksunlaştırarak sevmek, onu putlaştırmaktır. Putçuluk böyle bir şeydir. Varlığı, insanı, tabiatı Allah dolayısıyla severiz; mahlukatı Hak'tan dolayı sevmektir bu. Ma'rifetülhalk'ın esası budur. Yunus'un deyişiyle, "Yaratılanı sev yaratandan ötürü."
İnsanı severiz, çünkü onu Allah yarattı, tesviye etti, yüceltti, hikmetli kıldı. Hikmetinden, anlam ve amacından, Yaratıcı'nın ona kattığı sanattan dolayı onu severiz. Yoksa insanın kendinden menkul kerameti yoktur. "Şu devenin nasıl yaratıldığına bakmıyorlar mı?" (88/Gaşiye, 17) Buradaki atıf nedir? Devenin kendisi mi, yaratılışı mı? Hikmet yaratılıştadır. Deveyi yaratılışından, hikmetinden kopardığın zaman ona tapınmış olursun. Nitekim geçmişte bazı topluluklar bu hataya düşmüş. Fakat eski toplumlarda, bizim şirk/paganizm olarak tarif ettiğimiz birtakım tapınma biçimleri; bugünkü paganizmden daha farklıydı. Eski paganlar, hiç değilse nesnelere sembolik anlam yükler, tabiat varlıklarına veya kendi yaptıkları nesnelere naif de olsa bir "aşkınlık" atfederlerdi. Modern insan, eşya dünyasına bir anlam atfetmediği gibi, sevgiye de atfetmiyor. Varlığı ve bedenini maddesinden ibaret, fonksiyonel değeriyle ele alıyor. Aşkın, batın ve öte boyutları kalmamış nesneler dünyası modern paganizmi temellendirmektedir.
Eflatun ile Aristo arasında, sevgi ve aşk konusunda temel bir ayrım var. Eflatun, güzel olan nesnenin veya varlığın üzerinden "güzellik idesine" gitmeyi öngörüyordu. Ona göre, önemli olan güzelliğin kendisinde tezahür ettiği, açığa çıktığı nesne değildir; ona takılıp kalmamak, ondan ideye, güzelliğin idesine gitmek gerekir. Bu görüş, bizim Tasavvuf edebiyatını derinden etkilemiştir. Büyük bir ihtimalle İslamiyet'ten önce Babil kültürüne ait Leyla ile Mecnun arasındaki meşhur aşk hikâyesi buna iyi bir örnektir. Çeşitli anlatımları vardır. Hikâyede, Mecnun (Kays) Leyla'ya ulaştığı zaman "Bu muydu benim peşine düştüğüm Leyla; ben gerçek Leyla'yı buldum" der. Çünkü Mecnun güzellik idesine ulaşmıştır, artık Leyla'nın kendisini önemsemez. Sonuçta mecazi aşk, ilahi aşka dönüşür. Peki, bu ne kadar sahih bir ruhsal süreçtir?
Bu önemli bir sorudur. Eğer ilahi aşka mecazi aşkla gidiliyorsa, yani güzellik idesine, güzel bir nesne üzerinden ulaşılabiliyorsa, peki o zaman ilahi aşkla o nesne arasındaki ilişki nasıl kurulacaktır? Aristo buna itiraz edip der ki: Bu aşk bir hastalık halidir; sevginin aşırılaştırılmış şeklidir.
Osmanlı şiirinde her iki akım da temsil edilmiş, çeşitli tartışmalara sebep olmuştur. Mesela Kınalızade, içinde "aşk" kelimesinin geçtiği her şeyi yasaklamak ister. Ona göre Fuzuli'nin kesinlikle okutulmaması gerekir, çünkü gençleri yanlışa sürükler. Kınalızade görüşünü, Kanuni'nin aşk konusunda çok önemli şeyler söylediği bir zamanda açıklamıştır.
Bugünkü sevginin ilahi bir boyutu yoktur. Sadece ahlaktan bağımsız değil, ahlaka rağmen gelişiyor; fıtratı suiistimal ederek kendine alan buluyor. Popüler-magazin kültürde hakim olan tema şudur: "Seviyorsam sahip olabilirim." Burada bedensel arzuların motive ettiği temellük ilişkisi var. Cinselliğe paralel olarak sevgi de tüketilir, bu yüzden ilişkiler kısa sürelidir.
Geleneğimizde eşler arasındaki sevgi kamuya açılmaz, müptezel bir şekilde teşhir edilmez. Eşler el ele tutuşup, sarılıp sokakta gezmez. Hatta birbirlerine sevdiklerini söylemez; olur olmaz "Seni seviyorum, hayatım, aşkım" vb. şeyleri söyleme ihtiyacı duymazlar. Sevgiyi mahremlerinde sahici olarak yaşarlar. Hz. Peygamber, "Saliha kadın" için "Yüzüne baktığında eşinin içini aydınlatıp ferahlatan kadın" der. Bu evsaftaki kadın, içindeki sevgi nurunu eşine yansıtır.