Suzy Hansen’in görüştüğü isimlerden biri ismini gizli tuttuğu bir doktor. Erdoğan rejiminin gözaltına aldığı ve Suriyeli göçmenlerle birlikte kaçak yollarla yurtdışına çıkmayı başaran bu doktorun hikâyesi The New York Times’ta şöyle yer aldı:
“Polisler İstanbul’da yaşayan doktorun evinde sabah 6’da geldi ve ona “Erdoğan’ı öldürmekle suçlanıyorsun” dediler. Doktor gülmekten kendini alamadı, “Gerçekten mi, ben bunu yapmış mıyım?” diye sordu. Polis memurları da güldü bu kez: “Evet, ayrıca, Türkiye’yi yıkmaya teşebbüs ve terör örgütü üyeliğiyle de suçlanıyorsunuz.”
“Gerçekten mi” dedi, onlara bakarak. Tabanca taşıyorlardı. “Bir sigara alabilir miyim?” diye sordu.
Polis şaşırmış görünüyordu. Bir Gülenci’nin sigara içmesini beklemiyorlardı. “Ben Gülenci değilim” diye ısrar etti doktor, tabi bir faydası olmadı. Kısa süre sonra Erdoğan’ın tasfiye makinesine tıkılan binlerce kişiden biri olacaktı.
Polis doktorun evini, kitaplarını aradı. Gülenist ya da Gülen destekçisi olduğuna dair delil aradılar. 1960’larda vaaz vermeye başlayan vaiz Gülen’in 5 milyonu bulan takipçisi bulunuyor. Gülen 1999’dan beri Pensilvanya’da sürgünde yaşıyor ki bu da kısmen polisin neden doktorun evinde F serisi 1 dolar aradığını açıklıyor. Türk hükümetinin iddiası o ki, 1 dolarlar terör örgütü ilan ettikleri grup mensupları tarafından gizemli bir şekilde kullanıldı.
“SENİN GİBİ BİR SUÇLUYLA KARŞILAŞMADIM”
Halihazırda farklı pek çok argüman sizi F… üyesi yapabilir: Bank Asya’da hesabınızın olması, şifreli haberleşme programı Bylock’u telefonunuza indirmiş olmanız, F serisi 1 dolarınızın olması, çocuklarınızı Gülen hareketine yakın bir okula göndermiş olmanız, Gülen hareketine yakın bir kurumda (Üniversite, hastane vs.) çalışıyor olmanız, Zaman gazetesine abone olmanız veya evinizde Gülen’in kitaplarının bulunması. Bunlardan doktora uyanı şu: 3 yıl yurt dışında yaşadıktan sonra eşi ve çocuklarıyla Türkiye’de yaşamaya başladığında, caddeye en yakın banka olan Bank Asya’da hesap açmış olması.
Doktorun evinde bulunan yaklaşık 10 polis meraklı şekilde doktora “Sen kimsin?” diye sormuşlar. Özgeçmişini, aldığı eğitimleri, profesyonel başarılarını, seyahatlerini anlatmış. Bunları burada aktaramıyorum ama CV’sinin inanılmaz olduğunu teyit edebilirim…
Polis memuru ona, “Daha önce senin gibi bir suçluyla karşılaşmadım” demiş. Ardından doktoru alıp Fatih’teki polis merkezine götürmüşler, buranın bodrum katında günlerce kalmış… Birçok resmi kurum binalarının da yer aldığı bu semtte gözaltında tutulan kişiler bodrumdaki hücrelerde, karanlık ve hareket edemeyecek kadar küçük bir yerde tutuluyor. Günlerce kaldıkları bu yerde avukatlarıyla görüşmelerine izin verilmiyor. OHAL, polislere 30 gün gözaltında tutma yetkisi tanıyor. Fatih’teki gibi gözaltı merkezlerinde 2000’li yıllarda sona erdirilen işkence şimdi yeniden uygulanıyor.
Doktora işkence etmemişler ama gözaltında tanıştığı biri ona şu soruyu sormuş: Beni karanlık bir odaya götürdüler ve ellerim arkadan bağlı şekilde bir sandalyenin üzerinde 3 gün oturttular. Besin olarak sadece şekerli su verdiler, sende yiyecek bir şeyler var mı?”
Doktor mahkemeye çıkarıldığında savcı ona, “Bank Asya’ya para yatırmak dışında, seninle ilgili elimizde bir şey yok.” demiş ve sormuş: “Sana bankaya para yatırmanı kim söyledi?”
“Bu bankanın kime ait olduğunu bilmiyorum” diye cevap vermiş doktor: “Hiçbir bankanın kime ait olduğunu bilmiyorum. İstanbul’da 30 banka var. Evime en yakın olanını seçtim. “
Savcı, doktoru tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk etmiş. Hâkim “Söylemek istediğin bir şey var mı?” diye sormuş. O da şöyle cevap vermiş:
“Suçlamalarla ilgili hiçbir şeye cevap vermeyeceğim çünkü Erdoğan’ı öldürmeye teşebbüs ettiğim ve Türkiye’yi yıkmaya çalıştığım, terör örgütü üyesi olduğum iddiaları çok saçma. Sadece size kim olduğumu anlatacağım.”
Kariyerindeki başarıları ve mütevazı geçmişini anlatmış. Hâkim tutuklama talebini reddetmiş. Ama doktor evine döndüğünde artık saat sabah 6 olmadan uyuyamaz hale gelmiş. Haftalarca gecede sadece 1 saat uyuyabilmiş.
ÜLKESİNDEN MÜLTECİ GİBİ AYRILDI
Doktorun avukatı tekrardan gözaltına alınabileceğini öngörmüş. Saldıkları kişileri tekrar tutuklamaları oldukça yaygın bir durum. Türkiye bugün hırslı savcıların ülkesi. Polisin tekrar gelmesi halinde Sulh ceza mahkemelerine veya ceza mahkemelerine gönderilecekti. 2014 yılında kurulan bu mahkemeler siyasi amaçlar için kullanılıyor ve tasfiye dalgası sırasında burada görülen davalar genellikle tutuklanmayla sonuçlanıyor.
Doktorun bir ülkeye vizesi varmış ve Türkiye’den kaçmaya karar vermiş. Ancak havalimanında durdurulmuş. Bu, ülke genelinde sürekli tekrarlanan bir ritüel olmuş durumda. Gözaltına alınacağını ya da tutuklanacağını anlayan kişiler ülke dışına uçmak istediklerinde ya pasaportları o an ellerinden alınıyor ya da daha önceden pasaportlarının iptal edilmiş olduğunu uçağa binmek üzereyken öğreniyorlar.
Terör örgütü üyesi olarak damgalanmasalar veya Erdoğan’ı öldürmeye çalışmakla suçlanmasalar bile birçok kişi yurt dışına çıkmak istediğinde şöyle bir manzarayla karşılaşıyor: Pasaport sırasında bekleyen kişilerin yanına bir görevli yaklaşıyor, o kişinin vatandaşlık numarasını istiyor. Telefonla birisini arayarak ülkeden çıkma izinleri olup olmadığını kontrol ediyorlar.
Daha sonra doktor işkence haberlerinden, hiçbir hukuki zemin olmadan yapılan süresiz tutuklamalardan haberdar olmuş. Ve ailesinden ayrılmak zorunda kalsa bile kaçması gerektiğine karar vermiş. İnternet üzerinden bir kaçakçı bulmuş. -Türkler, Facebook’ta Suriyelilerin gruplarını araştırarak mültecilerin yolunu izliyor- Doktor da onlar gibi Marmaris’e gitmiş, V.I.P. ücreti ödeyerek uluslararası sulara açılan bir hızlı botta yerini almış.
“EVLERİNİ VE VATANDAŞLIKLARINI KAYBETTİLER”
Birçok Türk sürgün zengin olduğu için kaçakçılar ücretleri 20 bin avroya kadar çıkarmış. Doktor, şu anda tahminen yurt dışında, Almanya, İsveç, Yunanistan, İngiltere ve ABD gibi ülkelerde sürgünde yaşayan binlerce Türk’ten biri. Doktor Avrupa’da bir şehirde saklanıyor. Bu şehirde her gün bir Gülenist, Kürt, gazeteci, akademisyen veya doktorun durumundaki birileri, Türk toplumunun farklı uçları, Erdoğan tarafından şeytanlaştırılmış veya sadece ona destek vermeyi reddetmiş insanlar birbirlerinin yanından geçiyorlar, belki vatandaşlarıyla aynı yerde olduklarının farkında bile olmadan.
Evlerini ve vatandaşlıklarını kaybettiler, kocalarından, karılarından ve çocuklarından ayırıldılar. Yurtdışında travma geçiren bir çok erkek ve kadınla buluştum. Avrupa’nın farklı kentlerinde sürgün hayatı yaşayan bir düzineden fazla kişiyle röportaj yaptım. Türkiye içinde de birçoğuyla röportaj yaptım ki ailelerin kasten dağıtılmaya çalışıldığını düşünüyorlar, adeta amaç “soyu kurutmak.”
Tasfiye edilenler içinde genç bir mühendisle yüksek duvarları olan bir restoranda oturup konuştuğumuzda bana ağlayarak “Bu bir tür soykırım” dedi.
“TUHAF BİR DARBE GİRİŞİMİYDİ”
“Darbe girişimi –en azından başlangıcı itibariyle- oldukça tuhaftı. Türkler, askerleri televizyonda ya da Twitter’dan Boğaz Köprüsü’nü kapatmış şekilde gördüklerinde birbirlerine “Bu nasıl bir darbe böyle” diye sorup duruyordu. Saat 22.00 idi, daha önceki darbeler şafak vakti olmuştu. İnternet ve telefon hatları kesilmemişti, TV kanalları serbestçe yayın yapabiliyordu. Türk ordusunun hiçbir zaman bu şekilde bir darbe yapmadığını söylüyorlardı. Türkler darbe tarihlerini biliyor, birçoğu 4’ünü birden yaşamış.”
…
“Erdoğan, Gülenistleri darbeyle suçlarken diğer taraftan bir fırsatı değerlendirdi: Sadece Gülencileri değil aralarında gazetecilerin, akademisyenlerin, liberaller ve Kürt aktivistlerin de bulunduğu tüm muhalefeti bitiriyor. Sonuç, öyle görünüyor ki bir devlet tüm kurumlarıyla, bir zamanlar Türk toplumunu bir arada tutan yapısıyla kendi kendisini bitiriyor.”
RESMİ GAZETE LİSTE SİTESİNE DÖNÜŞTÜ
Bir ülkeyi yok etmenin yolu listeler oluşturmaktır. Türkiye’de, Resmi gazete adında bir web sitesi var. Burada, hükümetin meclisten geçirdiği yasaların içeriği yayınlanıyor ancak darbe girişiminden sonra Resmi Gazete bir liste sitesi haline geldi. Tasfiye edilecek bakanlık, okul, mahkeme, üniversite, sivil toplum, polis, askeriye, hastane, banka çalışanlarının binlercesinin isimleri burada yayınlandı.
Sonra Twitter ve Facebook üzerinden periyodik olarak yeni listeler yayınlandı. Listelenenler, işlerini, lojmanlarını ya da pasaportlarını kaybettiklerini böylece öğrendi. Bir kere listeye girdiniz mi, hayat hakkınız olmasa da Türkiye’de sıkışıp kalmışsınız demektir. Profesyonel bir ölüme tutulmuşsunuz, bazen de sosyal ölümünüz gerçekleşmiş demektir. Çocuklarınız okullarında sindirilmiş, aileler mahallelerinde üzerlerine çamur atılmış şekilde kalakalır.
Olağanüstü devlet olarak da okunabilecek Olağanüstü Hal kapsamında hükümet farklı cezalar da getirdi. Bazı insanlar işlerinden atıldı, bazıları tutuklandı, hapis cezası aldı veya işkence gördü.
Listede sadece insanlar yok, ne kadar zararsız görünürse görünsün birçok kurum da bu durumdan nasibini aldı. Bunların birçoğu Gülenist, Kürt ya da solcu değil. Görünen o ki Türkiye’deki tasfiye listelerin toplumun hemen her kesimine dokundu.
Tasfiye ülkeyi şekillendirmeye devam ederken, bunun arkasındaki niyetleri fark etmek oldukça zor. Arkadaşlarımdan şunları duymaya başladım: Bir kişi annesini muayene için hastaneye götürüyor, ama buradaki doktorların tamamının tutuklandığını öğreniyor. Tüp bebek konusunda uzmanlaşan bir klinik birden kapatılıyor, burada tedavi gören ve tedavileri yarım kalan kadınların hak talep etmesine bile izin verilmiyor.
TÜRKİYE HAPİSHANESİ
Tutuklamalar çok daha tuhaf yerlere de gitti. Ülkenin en eski ve en çok tutulan baklava üreticisi Güllüoğlu ailesi tutuklandı. Modacı Barbaros Şansal Türk milletine hakaretten hapse atıldı. Birçok üniversite tamamen kapatıldı ve diplomaları geçersiz sayıldı. Özel bir üniversitede kıyım o hale geldi ki web sitesinde aynı kişi hem rektör, hem İlahiyat Profesörü, turizm bölümü başkanı ve daha fazla pozisyonda yer aldı. Doğumhane önlerinde bekleyen polisler yeni anne olmuş kadınları gözaltına aldı. Tasfiye edilen akademisyenlere yurt dışı yasağı konuldu, bu yüzden yurtdışında da çalışamıyorlar.
Ana muhalefet partisinin yayınladığı rapora göre şimdiye kadar Türkiye’de 140 bin kişinin pasaportu iptal edildi. 100 binden fazla kişi, darbenin bir parçası olmakla suçlandı. 71 bin kişi gözaltına alındı, 41 bin tutuklandı. 35 bin kişi gözaltına alındıktan sonra serbest kaldı. Akademide 6 bin kişi işsiz kaldı, 4 bin hâkim ve savcı, 24 bin polis ve güvenlik personeli, 200 vali ve valilik çalışanı da işinden oldu.
7 bin askeri personel tasfiye edildi. 15 üniversite, 1000 okul, 28 televizyon kanalı, 66 gazete, 19 dergi, 36 radyo istasyonu, 26 yayınevi ve 5 haber ajansı kapatıldı. Ilımlı Kürt politikacı Selahattin Demirtaş cezaevinde, sözleriyle şiddet uygulamakla suçlandı. Şubat itibariyle partisi HDP’den 5471 gözaltına alındı, bunlardan 1482’si tutuklandı. Kürt aktivistler her an kapılarının çalınacağı korkusuyla yaşıyor, birçoğu artık evlerinde uyuyamıyor. Çünkü bir kere cezaevine girdiniz mi, bir daha oradan çıkamayabilirsiniz.
“HUKUK VARMIŞ GİBİ YAPIYORUZ”
The New York Times muhabiri ayrıca Türkiye’de savunmanın tutuklanmasına değinerek, tutuklu Selahattin Demirtaş’ın avukatı Levent Pişkin’le de görüştüğünü anlattı. Pişkin’in darbeden sonra gözaltına alındığını hatırlattı. “Savcıların kanıt sunmayı çok da önemsemediği gerçeğini” anlattı, Pişkin’in “Sanki hukuk varmış gibi hareket ediyoruz ama savcılar ve hâkimler kanunla uymuyor hatta hukuktan haberleri bile yok, umursamıyorlar” dediğini aktardı.
ÇOK CİDDİ İŞKENCE VAR
“Geçtiğimiz Aralık’tan bu yana 81 gazeteci tutuklandı, bu rakam Çin, Mısır, İran, Rusya ve Suriye’dekinden daha fazla. Toplamda 150 medya çalışanı emir parmaklıklar ardında. Bir ara, Türkiye’nin en eski gazetesi Cumhuriyet’te çalışan çaycı “Erdoğan’a çay vermezdim” dediği için gözaltına alınmıştı.”
“Cezaevindeki muamelenin en kötüsüne kamuoyu önünde “terörist” ilan edildikleri için askerler, Gülenistler ve Kürtler maruz kalıyor. Levent Pişkin bana ‘Çok ciddi işkence var ve bunu saklamıyorlar. Fotoğraflarını gazetelerde bile görebiliyorsunuz’ dedi. Ancak Pişkin’e göre şiddetin daha fazlası da var, kimse görmüyor. “Nerede olduğunu bilmediğim bir orman var. Bazı müvekkillerimi oraya götürüp tecavüz ettiler. Bu adamlardan birinin davası için bugün mahkemeye gideceğim” dedi Pişkin.”
AVRUPA’DA BİR SÜRGÜN EVİ
Avrupa’daki şehirlerden birine gittim, Türkiye’den kaçan Gülenistlerin toplandığı bir apartmandayım. Burası evli bir çift tarafından kiralanmış: Gazeteciler Cevheri Güven ve eşi Tuba. Mütevazı dairelerini ziyaret ettiğimde davet edilen diğer birçok isim de oradaydı: Bir polis, bir öğretmen ve kadın gazeteci. Hepsi de insan kaçakçıları vasıtasıyla Türkiye’den çıkmış. Ev sahibi çiftin iki küçük çocuğu var, biri kız biri erkek. Yerde Legolarla oynuyorlar, bir hapishane yapıyorlar.
Cevheri Erzurumlu Kürt bir ailede dünyaya gelmiş, Tuba ise Eskişehir’de bir Türk aileye mensup. Cevheri Gülen’e yakın medya kurumlarında çalışmış Tuba ise TRT’de muhabirmiş.
Nokta dergisi editörü Cevheri, darbeden önce, 2015’te iki tartışmalı kapak dosyası yüzünden cezaevine girmiş: Birisi, Erdoğan’ı bir asker cenazesi önünde selfie çekerken resmeden kapak, diğeri de Türkiye’de olası bir iç savaş ihtimalini anlatan kapak. Darbe girişiminden sonra Cevheri için tekrar gözaltı kararı çıkarılmış, bu kez terör örgütü üyeliği ve darbenin propagandasını yapmakla suçlanmış.
CEZAEVİNDE ERDOĞAN ŞİİRİ DİNLETİYORLAR
“Medyada çok fazla işkence yapıldığını gördük, bu yüzden tekrar tutuklanmak istemedim” dedi bana. Cezaevine götürülen gözaltılara Erdoğan’ın sesinden şiirler dinletildiğini, sanki bizzat Erdoğan tutukluyormuş mesajı verildiğini aktardı. “Şu çok açıktı ki, darbeye katılmakla suçlanan hiç kimsenin adil şekilde yargılanması mümkün değildi” diyen Güven şunları anlattı:
“Bir yerde saklanmaya başladım. Ben ayrıldıktan sonra evime 3 kez polis geldi, bir sonraki gelişlerinde Tuba’yı benim yerine alabileceklerini biliyordum –Aranan kişinin eşini tutuklamak yaygın bir uygulama- bu yüzden o da saklanmaya başladı. Televizyonda Erdoğan Türklere F… üyelerini ihbar etmeleri çağrısı yapıyor, ihbar edenlerin ödüllendirileceğini söylüyordu.”
Cevheri 55 gün boyunca saklandığı evden hiç dışarı çıkmamış. Bir arkadaşı ona yiyecek götürmüş.
“Çocukların eğitimlerine devam etmeleri gerekiyordu, benim de para kazanmam gerekiyordu” diyor.
Tutuklanmaktan ve işkence görmekten korkmuş. Hakkında 6 ayrı dava var. Suriyeli mültecilerin sitelerini araştırmaya başlamış ve bir kaçakçıyla tanışmış. O günleri, “Bu sürdürülebilir bir yaşam değildi, ayrılmalıydık” sözleriyle anlatıyor.
GEÇMİŞİMİ SİLDİM, HİÇ ARKADAŞIM YOK
Kısa süre sonra aile yurtdışında diğer Türkler ve PKK’lılarla birlikte mülteci kampına ulaşmış. Gözaltında Türk-Kürt karşılaşmasına dair birçok hikâye dinledim ve bu beni çok etkiledi çünkü Gülenciler şiddetli bir PKK karşıtıdır. Ama konuştuğum insanlara göre PKK’lılar birçok Türk’ü hoş karşılamış. Bir PKK’lı Cevheri’ye yakın ilgi göstermiş. Bir polis, PKK’lıya kendisinin polis memuru olduğunu söylemeye çekinmiş. Bir Türk bana karısının PKK’lının getirdiği çayı içmeyi reddettiğini anlattı. Türkiye dışına çıkınca aynı güç tarafından sürgün edilen eski düşmanlar birbirlerinden hala korksalar da yan yana uyuyorlar.
Tuba, “Birçok arkadaşının kendisiyle iletişimi kestiğini” anlattı: “Instagram’da hiçbir şey demiyorlar, bazen onları WhatsApp üzerinden arıyorum, açmıyorlar. Çok acı verici, geçmişimi sildim. Hiç arkadaşım yok.”
Biraz güldükten sonra güçlü bir sesle, “Bazen anne ve babalar bile F… darbeci diye çocuklarıyla konuşmayı reddediyor. Düşünebiliyor musunuz, kızınız ya da oğlunuz… İşte bu yüzden onları suçluyorum. Gerçeği biliyorsunuz. Herkes biliyor gerçeği. Beni biliyorlar, oğullarını ve kızlarını biliyorlar. Seçimini yap! Kime inanacaksın? Bana mı Erdoğan’a mı? Büyük annem bile biraz böyle… AKP’li ya da Gülenci değil. Onun gibi insanlar sadece devlete inanır.”
Şöyle devam etti Tuba: “Türkiye’deki muhafazakâr insanların çok ama çok fazla problemi var ve AKP’ye inanmak istiyorlar. Çünkü AKP onların hayaliydi. Hayallerinden vazgeçmek istemiyorlar. Bu hayal uğruna akrabalarını harcıyorlar. Kız kardeşlerini… Bizi harcıyorlar.”