O Bir Hakas Kızı

Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak, yeni köşe yazısını 'O Bir Hakas Kızı' başlığı ile kaleme aldı.

O Bir Hakas Kızı
Güzel bir güz mevsimi.
Oturduğum sokağın başında Sadettin Başer Ağabey’i bekliyorum.
Öğle vaktinin keskin aydınlığı gitmiş, her bir varlık ikindinin altın renkli ışıklarının yumuşaklığında kendince dinleniyor.
Saadettin Ağabey iki arkadaşıyla sokağın başında göründü.
Elindeki bastonun yardımıyla yürüyordu.
Koşmaları, Sibirya steplerine sığmayan küheylan yaşlanmıştı.
Yılların hasretiyle sarıldık birbirimize.
Yüzündeki kırışıklıklara rağmen gözlerinde hâlâ aynı sıcaklık parlıyordu. 
“İskandinavya’yı dolaşıyorum.” dedi.  “Hem de sizin gibi eski dostları görüyorum. Hastalıklar, bir dizi ameliyatlar sebebiyle uzun bir zamandan beri seyahat edemedim. Kendimi biraz iyi hissedince şöyle bir dolaşayım, dedim. Ali Açıl gibi, Hacı Kemal Ağabey gibi ben de yollarda ölmek istiyorum.
Şimdi, ömrümün bu son yıllarında, bu hasta ve ihtiyar hâlimle İskandinavya’yı gezerken gencecik arkadaşlarımızın küheylânlar gibi koşturmalarını görünce çok mutlu oldum. 
Hey gidi günler, dedim.
Ama asıl beni mutlu eden başka bir şey oldu.
Beyaz Zambaklar Ülkesi’nde bir Hakas kızımızla karşılaştım.
Hakasya’daki okullarımızda öğretmenlik yapmış.
Orada bizim bir öğretmen arkadaşımızla evlenmiş.
Mutlu bir hayatları var. 
Anadolu kadınları gibi utangaç, zarif ve soylu biri.
Beni görünce çok duygulandı. Göz yaşlarını tutamadı. Beni de ağlattı.
“Ağabey Sibirya’daki okulları açmak için senin ne sakıntılar yaşadığını biliyorum” dedi.
“Ama iyi ki pes etmediniz. Türk okullarında okuyan öğrenciler kötü alışkanlıklardan uzaklaştılar. Bu durum Hakaslı velileri çok sevindirdi. Anne-babalar adeta kaybettikleri evlatlarını Türk okulları vesilesi ile yeniden buldular. Anneler anne olduğunu, babalar baba olduğunu anladılar. Öğrencilerin sadece evde değil çarşı ve sokaktaki davranışları da değişti. Yürüyüşlerinden Türk okulu öğrencisi olduğu belli oluyordu. 
Türk okulları sanki Sibirya’ya gökten yere inmiş bir cennet bahçeleri gibiydi.”
Sözlerinin burasında Hakas kızımız yeniden duygulandı; gözleri buğulandı. Vakt-i seherde zambakların yapraklarına düşen jâleler gibi, nurani yüzüne billur gibi damlalar düştü.
Ben de çok duygulandım. 
Âhir ömrümdeki bu seyahatte çok güzel yerler ve çok güzel insanlar gördüm.
Ama beni duygulandıran en güzel sahnelerden biri, o Hakas kızımızla karşılaşmam oldu.
O karşılaşma beni yıllar öncesine alıp götürdü.
Dünyanın 110 ülkesini dolaştım. Ömrüm yollarda geçti. Lâkin  Sibirya bölgesini çok sevdim. Oralarda atalarımı buldum, kendimi buldum. 
Hocaefendi “Sibirya bölgesinde okul açabilir miyiz” deyince Yakutistan’a gittim.
Lâkin kapılar bir türlü açılmıyordu. 
Lacivert Sibirya gecelerini bir yorgan gibi üzerime çekiyor, gökteki yıldızların doğuşunu seyrediyordum. Gökyüzü, Sibirya’nın örtüsüne sarınıyor, ben gökyüzüne sarınıyordum. Sibirya’nın yıldızının parlayacağı günü sabırla bekleyeceğim, diyordum.
Gökteki bir yıldız tatlı tatlı gülümsüyordu bana. Sibirya’nın soğuk gecelerinde içimi ısıtan o yıldız, Kutup Yıldızı idi.  
Kutup Yıldızı’nın bakışları altında eski bir türkünün çan seslerinin arasında sürekli kendisini doğuruyordu Sibirya. Ben yeniden doğuyordum. Başka bir ülkede kendimi yeniden inşa ediyor ve keşfediyordum.
Çoban Yıldızı’nın doğuşuyla birlikte gökteki diğer yıldızların arka arkaya sökün ettiği gibi; uzun uğraşılar sonunda Yakutistan okula “evet” deyince, Tuva, Buryat gibi diğer Sibirya ülkeleri adeta sıraya girdi.
Yakutistan ‘da bir akşam bir Yakut Türkü bizi yemeğe davet etti.
İbrahim ve Yener Bey’le birlikte gittik. Sofrada geyik dili, at ciğeri, Kuzey Buz Denizi’ne özgü beyaz balık gibi yemekler de vardı. At ciğeri çiğdi; yiyemedim. Ev sahibi durumu fark etti.
“Siz buralara gidip geliyorsunuz ama burada kalan arkadaşların bu yiyeceklere alışmaları gerekir. Sizin de gördüğünüz gibi burası çok soğuk; buralarda proteinsiz yaşanmaz, bu yiyeceklerde bol miktarda protein var. Bu şiddetli soğuklardan ancak böyle korunabilirler.”
Sofrada sohbet ederken duvarda asılı duran bir tablo dikkatimi çekti. Milli kıyafetleri içinde alımlı bir kız, yanında duran soylu bir ata öylece bakıyordu. Öyle masum, öyle güzel, öyle zarif bir bakışı vardı ki anlatamam.
O masumiyet beni benden aldı. 
Benim tabloya dikkatlice baktığımı gören ev sahibi, “O bir Hakas kızı,” dedi.
O an sanki o masum Hakas kızı, “Niye bizim ülkemizde okul açmıyorsunuz?” diyormuş gibi geldi bana.
“Oraya gitmek istiyorum; tanıdığın biri var mı?” dedim.
“Var,” dedi.
Bana Aleksandr adında bir arkadaşının telefonunu verdi. 
Üç kişi, bir kış günü kiralık arabayla Tuva’dan Hakasya’ya doğru yola çıktık. 
Bu uzun ve bol virajlı yol, Sibirya’ya özgü sarı ve kızılçamların arasından kıvrılıp gidiyordu.
Ucu bucağı görünmeyen kızılçam ormanları Sibirya rüzgârlarında birileri adına acı çeker gibi sürekli inliyordu.
Yollardaki tabelaları okudukça sanki Anadolu yollarındaydık; Anadolu köylerinden, kasabalarından geçiyorduk. İçim içime sığmıyordu. 
Bir yerden sonra Sayan Dağları dikildi karşımıza.
Yolculuk tam bir maceraya döndü. Yer yer arabamız kayarak kara saplandı. Kaç kez donma tehlikesi geçirdik o kuş uçmaz, kervan göçmez ıssız yollarda.
Oldukça yorucu ve bir o kadar da tehlikeli bir yolculuktan sonra Hakasya’nın başkenti Abakan’a vardık. 
Aleksandr bizi oldukça sıcak karşıladı. 
Sonraki gün bizi ‘’Korgan’’ denilen bir yere götürdü.
Milli kıyafetler içindeki bir Hakas genci, yüksekçe bir tepeye çıkmış, elinde borazan benzeri uzunca bir aletle tuhaf sesler çıkarıyordu.
Aleksandr, “Şaman inancı gereği, yabancı olduğunuzdan size bir kötülük gelmemesi için arkadaşım kötü ruhları sizden uzaklaştırıyor,” dedi.
Oya Nehri kenarındaki Lenin müzesine gittik.
Müzenin duvarlarında büyük kitabeler vardı. Bu kitabelerde Lenin’in Bolşevik ihtilalini nasıl hazırladığı, planları ve projeleri anlatılmaktaydı. 
Lenin, Çarlık Rusya’yı devirmek için olağanüstü bir gayret sarf etmiş. ‘’Oturursam uyku basar; çalışmalarımı aksatırım’’ düşüncesiyle hep ayakta çalışıyormuş. Bunun için boyuna göre bir masa yaptırmış ve yazılarını planlarını günde on sekiz saat ayakta çalışarak yapmış.  Kendi masasının yanında eşi Nadejda’nın da çalışma masası vardı; 
Aleksandr bizi Millî Eğitim Bakan Yardımcısı Hanımla tanıştırdı. 
O da bizi bakana taşıdı.
Bakan Bey, anlattıklarımızı dikkatle dinledi.
O gün oradan memnun ayrıldıysak da beklediğimiz davet bir türlü gelmedi.
Hakasya’ya  her uğradığımda Bakan Yardımcısı Hanım, utancından yüzünü kapatıyordu.
“Hakaslar olarak Abakan’da okul açılmasını çok istiyoruz, inanın; size karşı olan bu katı tutumun sebebini ben de anlamıyorum,” diyordu.
Yakutistan, Tuva ve Buryat’taki okullarımızın başarıları Sibirya’nın diğer ülkelerinde de konuşuluyor; hatta Moskova’ya kadar ulaşıyordu.
Bir seferinde Rusya Federasyonu’na bağlı on yedi ülkenin Milli Eğitim Bakanlarının katılacağı, Baykal Gölü kıyısındaki bir toplantıya davet edildim.
Rusya Millî Eğitim Bakanı’yla burada görüşme imkânım oldu.
Bakan, “Sizin açtığınız okullardan haberdarım,” dedi. “Eğitim çok temiz bir siyasettir ve ülkeler arası yakınlaşmada çok önemli bir faktördür. Cesaretinizden dolayı sizi kutluyorum; çalışmalarınızda başarılar diliyorum.”
Bu toplantıda Hakasya Millî Eğitim Bakanı da vardı.
“Abakan’a geldiğinizde artık bu meseleyi çözelim, “dedi.
Bir yaz günü Tuva’dan iki arkadaşla yola çıktık. Yaz, kışın hükümranlığını devralmıştı.
Sayan Dağları’na yaklaştığımızda uzaklarda dalga dalga yükselen, gökleri bürüyen kızıl dumanlar görünmeye başladı.
Binlerce hektarlık bir alanı kaplayan o güzelim sarı ve kızıl Sibirya çamları cayır cayır yanıyordu. 
Ortada cehennemi bir yangın dehşet saçıyor, etrafta yeni ağaçları tutuşturuyordu. Şiddetli bir patlayışla ateş alevli dalları püskürüyordu. Simsiyah fırlayan dallar biraz öteye, bir meşale gibi düşüyordu. Ateş, bir yılan gibi ıslık çalarak dalları yutuyordu.
Ormanların yandığını, yanarken dağın taşın kurdun kuşun, börtü böceğin, yılanın, kaplumbağanın çığlıklarıyla kaçıştığını görmek; yeryüzünün gökyüzünün uzun inlemelerle sarsıldığını hissetmek yüreğimi parça parça ediyordu. 
Gözümün önünde cehennem tutuşmuş sanki insanlar yanıyordu. 
En acısı da, bu yangınlar için ta sonbahar yağmurlarına kadar hiçbir söndürme girişiminde bulunulmadığını öğrenmem oldu. 
Hakasya ’ya vardığımızda doğruca Bakan Yardımcısı’nın yanına gittik.
Bizi görünce, “Oldu bu iş; sonunda başardık,” dedi. 
Artık yüzünü saklamıyordu. 
“Saadettin Bey, bir şeyi itiraf edeyim mi?” dedi.
“Buyurun,” dedim.
“Siz buradan kalbi kırık dönerken, bir Hakaslı olarak benim de kalbim kırk parçaya bölünüyordu. Bir daha gelmeyeceksiniz diye ödüm kopuyordu. İyi ki pes etmediniz; size çok teşekkür ederim. Hakaslı öğrenciler adına size minnettarım.”
Beyaz Zambaklar Ülkesindeki Hakas kızımızı dinleyince ‘iyi ki pes edememişiz’ dedim.
 Yakut Türkü’nün evinin duvarında asılı duran tablodaki ata bakan o kızı hatırladım.
Öyle masum, öyle güzel, öyle zarif bir bakışı cardı ki anlatamam.
O masumiyet beni benden almıştı. 
Benim tabloya dikkatlice baktığımı gören ev sahibinin sözünü bugün gibi hatırlıyorum;
 “O bir Hakas kızı”
28 Eylül 2025 10:01
DİĞER HABERLER