O SES SUSTU

Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak, yeni köşe yazısını 'O ses sustu' başlığıyla kaleme aldı. Tokak'ın köşe yazasının konusu muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'nin vefatı.


İnsanlığın ilk dönemlerinde yolcular, vahşi dağlarda, tenha çöllerde, derin vadilerde yollarını kaybetmemek için gökyüzüne bakarmış. Gemiciler de, fırtınanın çıktığı, denizin köpük köpük öfkelendiği, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurların insana düşman gibi göründüğü uçsuz bucaksız denizlerde, rotayı kaybetmemek için de aynı şeyi yaparlarmış.
Zira gökyüzünde bir kandil gibi asılı duran Kutup Yıldızı, onlara hep gülümser, umut taşır, yol gösterirmiş.
1960’lı yılların sonları…
Ağabeyimle Uşak İmam-Hatip Okulunda okuyorduk.
Ülkemizde neler olup bittiğine dair bir anlam veremesek de karanlığa kandil yakan yüce ruhlardan haberimiz vardı ve onları yakından takip etmeye çalışıyorduk.
El-ayağın buz tuttuğu, kalplerin felç olduğu, zihinlerin bulandığı, zifiri karanlığın örtüsünün ülkemiz üzerine çekilmek istendiği o günlerde en güçlü ışık İzmir taraflarında parlıyor, Ege camilerinden, minare gölgelerinden yükselen bir ses, gür ormanların uğultusu gibi bize kadar ulaşıyordu.
Zifiri karanlığa, fırtına ve tipiye rağmen, kutup yıldızı oradaydı ve yolunu bulmak isteyenleri davet ediyordu.
1973 baharında Kutup Yıldızı’na doğru yolculuğumuz başladı.
Küçük ve şirin bir ilçenin küçük bir camii kürsüsünde konuşurken gördüm onu ilkin.  
Adı gibi geniş ve manalı bir şahsiyeti vardı.
Yüzünde geçmişin derin izleri okunuyordu. Yine geçmiş yıllardan kalma bir acılık seziliyordu güzel gözlerinde. Daha otuzlarındaki bu genç, geniş omuzlarında ve bir yanardağı andıran yüreğinde çok ağır bir hayat yükünü taşıyor hissi veriyordu. Yüzü sanki kafasının içinde ilahi bir ışık varmışçasına nur gibi parlıyordu. Gözlerindeki ve yüzündeki ışık bütün cemaati etkisi altına alıyordu.
İmam-Hatip okulunu bitirince Ege camilerinden minare gölgelerinden yükselen o sesin beni çağırdığını hissetti kalbim.
Yol belli menzil belliydi.
Artık sürekli o güçlü sesin sahibiyle beraberdik.
Her Cuma Anadolu’nun her yerinden insanlar, okyanusa kavuşmaya hasret nehirler gibi Bornova’ya akıyordu. Her cuma sabahı daha güneş doğmadan başlıyordu güneşe yolculuk. Bu bizim bildiğimiz bir yolculuk değildi; bu, işçisinden iş adamına, memurundan bürokratına, öğrencisinden öğretmenine, doktorundan profesörüne her sınıftan insanın içinde bulunduğu coşkun bir yönelişti, akıştı aslında.
Her Cuma, salâ sesleri Bornova minarelerine can vermeye başladığında Hocaefendi odasının kapısında görünüyordu.
Zaman ilerledikçe havada hararet iyice artıyor, yürekler gittikçe ateşi yükselen bir fırına dönüyordu.
 Ağlamak ne kelime… Hıçkırıklar, haykırışlar, bağırışlar, kendinden geçmeler, tipiye tutulmuş ağaçlar misali kendini yerden yere atmalar… Bahar vurmuş yapraklar gibi ışıltılı yüzler, kan çanağına dönmüş gözler…
Cihan Harbi görmüşçesine ıstıraptan ihtiyarlamış iki büklüm delikanlılar, terden sırılsıklam alınlar…
Bir hatip, bunca farklı kesimlerin hepsine birden hangi dilde hitap ediyor ve bütün bu insanların kalbine nasıl nüfuz edebiliyordu?
Bu sorunun cevabını daha ilk dinlediğinizde hemen buluyorsunuz…
O gönül diliyle konuşuyordu.
Şimdi ömrümün o saltanatlı günlerini düşünüyorum da sanki yüz yıl geçti aradan fakat öylesine aşkla yaşandı ki her şey, bu yüzden öyle berrak ve dün gibi gözümün önünde.
Ege Camilerinin bir dili olsa da konuşsa, minberler, mihraplar, kubbeler bir dile gelse.
Neler söyler bize neler…
  O konuşunca mesafeler azalır, yollar kısalırdı.  O hızla ömrünün baharında gençler kendini yollara vururdu. Issız yollarda Işık süvarileri belirirdi.
 Minberler, mihraplar,“Asrın hatibi bizim üzerimde konuşuyor” diye övünürdü.
 Bazan Gül Devrinin kahramanlarına seslenirdi.
Nerdesin, yıllarca hasretini çektiğimiz kahraman? Nerdesin, hayâllerimizin güvercini, rüyâlarımızın üveyki?
Nerdesin ve ne zaman geleceksin, esâtîrî yiğidim! Billahi, şu ölgün ruhların, pörsümüş gönüllerin hayat mumları sönmek üzeredir! Bağban gideli, bağ bozulalı asırlar oldu. Toprak, semâya inat, sema, 'gözlerin kuruması murat' dediği günden bu yana, zemin bir baştan bir başa çöle döndü. Bizler uçsuz bucaksız bu beyâbanda gördüğümüz her kervana, Yusuf'un gömleğini sorar gibi seni sorduk.
 Nerdesin Hubeyb?
Nerdesin Mus'ab?
Halid’im nerdesin?
Ve ey Şirpençe! Nerdesin?
O “neredesin neredesin?” dedikçe kubbelerin kemikleri çatırdar, mazinin o zümrüt tepelerinin ardından kahramanlar bir bir çıkar gelir çığlıklar göklere yükselir, göz yaşları sel olurdu.
Gören gözler görür, “Görmüyor musunuz? Görmüyor musunuz?” diye bağırırdı.
Gül devri yeniden dirilir ortalık gül kokardı.
Nesibelerin, Sümeyraların sesleri duyulurdu.
“Kalk oğlum bugün Rasulullah’ın yanında olma vaktidir.”
“Değil mi seni sağ gördüm bütün musibetler bana hafif gelir Ya Rasulallah!”
Bir nesil o seslerle büyüdü.
Bir kuşak Hubeyblerin, Musabların, Halidlerin, Nesibelerin, Sümeyraların kahramanlıklarını o seslerle öğrendi.
Sözün gücü onunla geri döndü.
Hapisler, hücreler, sürgünler susturamadı o sesi.
 O ses her geçen gün debisi yükselen bir nehir gibi yükseldi. Bütün dünyada duyulmaya başladı.
O ses gurbet günlerinde de hiç susmadı hep konuştu. O konuşmalar “Kırık Testi”lere doldu. Bazan “İkindi Yağmurları” oldu, bazen “Cemre Beklentisi”
Ama hep insanların “Bam Teli”ne dokundu.
Bahar şırıltılarına dönüşen sesler çorak bozkırlara, susuz çöllere ulaştı. Yangın yeri olan dünyanın yüreği o sularla o seslerle serinledi.
Bütün bir yaz boyunca avazesini gök kubbeye salan bir ağustos böceği gibi çatlayıncaya kadar o ses hiç susmadı.
Hocaefendi de tıpkı kendinden öncekiler gibi bir ömür boyu hep coşkun bir nehir gibi çağladı.
O milyonların ciğerlerine dolan o ilk nefes oldu.
O nefes insanların yüreklerini tutuşturdu.
Düşmanın cevr-ü cefasına, dostun vefasızlığına ve her şeye rağmen o seslerle, Hizmet gemisini, en fırtınalı, en karanlık gecelerde bile bütün ışıklarını yakarak derin sularda yüzen bir transatlantik gibi hiç durmadan hedefine doğru yol almasını sağladı.
Konuştu, feryat etti, inledi, ağladı.

Ve o ses sonunda yoruldu.
Ve bir sonbahar gecesi sabaha yürürken o ses sustu.
“Kalk ey yiğit uykuda kalk ki bağrımda nalan” diyen o ses sustu.
“Yiğidim yoksa beni duymuyor musun? Diyen o ses sustu.
“Genç adam bu badirenin bahadırı sensin” diyen o ses sustu.
 Ege camilerinin kürsülerinden, minare gölgelerinden yükselen ve bütün dünyayı etkisi altına alan o ses sustu.
“Asya on üç yaşımdan beri bir sevdamdır” diyen o ses sustu.
Martin Luther King Merkezi’nin dekanı Prof. Carter’ın; “İslam dünyasında 15 yıl Gandi gibi bir ses aradım. Nihayet onu buldum” dediği ses sustu.
Gök kubbenin altında en dokunaklı, en içli ve en etkili ses insan sesidir.
İnsanın kendi sesi…
Öyle ki her zaman hançereden çıkmaz, her zaman fonetik değildir ve en çok da o zaman ulaşır kendine ve diğerlerine.
O zaman sadâlaşır, o zaman gür ormanların uğultusu gibi sayhalaşır ve o zaman gök kubbede bâkîleşir.
Işte Bediüzzamanlar, Süleyman Hilmi Tunahanlar, Mehmet Zahit Kotkular, Necip Fazıllar ve Fethullah Gülenler; füsûnlu ışıklar gibi en karanlık gecelerin bağrından fışkıran bu aydınlık insanlar, akıp giden yıllar içinde yeniden doğuşun ihtişamlı destanını o sessiz çığlıkları ile yazdılar.
Sıradağlar gibi her zaman tipiye, borana meydan okuyan bu fecir süvarileri, sürekli karla-buzla savaşarak ve her mevsim meyve veriyor olmanın sırrını keşfederek, şartlar ne olursa olsun hep gül yetiştirerek ve gül türküleri söyleyerek bu dünyadan göçüp gittiler.
“Bütün yokluk mu her yer?
Bâri bir ‘Yok!’ der sadâ yok mu?” feryadına karşı, gök kubbeye
 “Biz varız.” sadasını bırakarak gittiler.
Yüce insanların vefatları da hayatları gibi güzel oluyor.
Sustu sanılan ses bir bakmışsın ormanların uğultuları gibi sayhalaşıyor.
 Ne de olsa…
Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş"













17 Kasım 2024 10:58
DİĞER HABERLER