“Dileğimiz odur ki, bu memleketin idarecileri, bütün maarif câmiası, asrımızda doğan Kur’an’ın bu yeni dersinden istifade etsin, onu ele alıp bütün dünyaya nurlar neşrederek insanlığın imdadına koşsunlar.”
Mustafa Sungur Ağabey, Üstad Hazretleriyle ilgili hatıraları anlatırken diyor ki:
“Sabah namazından sonra sırayla Tahirî, Sungur, Ceylan, Hüsnü Bayram, Zübeyir elimizde birer kitap olur, sırayla birer ikişer sayfa okurduk. Üstad da dinlerdi ve sonunda dua ederdi. Yalnız MESNEVİ-İ NURİYE'Yİ kendisi okuyup, bazen iki, bazen dört saat coşarak ve ESKİ HATIRALARINI da katarak anlatırdı. Bu dersler esnasında Üstadımızın çok HATIRALARINI dinledik.
“Ders yaptığımız evin etrafında o zaman kesretli kavak ağaçları vardı. Üstadımız onları TEMÂŞA eder ve: ‘Bunların temâşâsından on sinemadan, yirmi tiyatrodan ziyade NEFSİM LEZZET ALIYOR’ derdi.
“Zaten Üstad’ın hayatı, dağlarda, bağlarda seyahatle KÂİNAT KİTABINI okumakla geçerdi. Kur’an-ı Kerim KELÂM sıfatından geldiği gibi, Kâinat da İRADE sıfatından gelmiş Kudret Kitabı olduğunu anlamış ve bilmişti. Böylece her şeyde Marifetullah’a yol bulmuş, bunu da ilmî ve fikrî olarak delillerle ispat ederek nesillere intikal ettirmişti. Her meseleyi Kur’an’dan âyetler ile ifade ederken, kâinattan madde âleminden de misallerle izah ve ispat eder, akılları iknaya çalışırdı. Şimdiye kadar kimsenin söylemediği bir sözü söylemişti, ‘KUR’AN KÂİNATI OKUYOR!’ Yıllarca Allah’ın inkârına hâşâ delil diye gösterilen madde âlemini, Rabbimizi bize bildiren muarif (tarif edici) olarak nazara verirdi ki, bu cidden büyük bir keşfiyattır. On Dokuzuncu Söz’de ‘Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif var’ dediği yerde ‘Biri Kur’an-ı Kerim, biri Hâtemü’l-Enbiya Muhammed Aleyhisselam, biri de şu kitab-ı kebîr-i kâinattır.’ der. İşte genç nesillerin, mekteplerin Nur Risalelerine büyük bir coşkunlukla koşmaları bundandır.
“1940 senelerinde Kastamonu’da bazı lise talebelerinin kendisine gelerek ‘Muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar’ demeleri üzerine, ‘Siz muallimlerinizi değil, okuduğunuz fenleri dinleyin. Çünkü onlar, mütemadiyen lisan-ı hâl ile Allah’tan bahsediyorlar’ deyip fenlerin diliyle ve misallerle Allah’a iman hakikatını ispat eder.
“Dileğimiz odur ki, bu memleketin idarecileri, bütün maarif câmiası, asrımızda doğan Kur’an’ın bu yeni dersinden istifade etsin, onu ele alıp bütün dünyaya nurlar neşrederek insanlığın imdadına koşsunlar.”
“Üstad Hazretleri risaleden ders yaparken, bazen sabah namazından sonra başlayıp hatta beş saat süren izahlar yapıyordu. Bazen öylesine coşuyor ve derin hakikatler anlatıyordu ki, mest oluyorduk. Bir defasında: ‘Ben sadece size değil, bütün Küre-i Arza ders veriyorum.’ demişti.
“Risale-i Nur’un ilk yazıldığı merkez olan Barla’da Üstadımızın evinde, o mübarek dershanede bambaşka bir feyiz ve hava vardır. Çınar ağacındaki menzilini Mehmet Usta’ya yeniden inşa ettirdi. 1934’te Barla’dan ayrılıp Eskişehir hapsine gidince memurlar orayı yıktırmışlardır. Yeniden inşa edince çok zaman dersleri orada yaptık. Üstadımız da bazen yalnız orada kalır, bir müddet dururdu. Yine bir gün Üstadımız çınar ağacındaki odasındaydı. Bir şey söylemek için çıkmıştım. Baktım Üstad her taraftan istilâ eden dallar ve yapraklar arasında duruyor. Sükutî bir hal ve gözleri açık bir vaziyette başka bir âlemde gibi… Sanki ruhen ağacın içine girmiş, ağacı baştan başa ihata edip kuşatmış, ondaki tecelliyata sırr-ı melekûta dalmış veya oradan küre-i arza nazırdır, kâinatı temaşa ediyor. O zaman anladım ki, gerçi Üstad şarktan garba sürülmüş, zulme maruz kalmış, sıkıntılara duçar olmuş. Fakat hayatının en mesut devresini burada geçirmiş. Çok lezzetli ve bizim tarifimizin hâricinde hayal edemeyeceğimiz derecede manevî ve ruhanî hazlara nâil olmuştur.
“Bir gün Üstad Barla’da beni evde bırakıp Zübeyir ile beraber dışarı çıktılar. Kapıdan çıkarken de ‘Ben bir müddet yalnız gezeceğim’ dedi. Mezarlığın altına doğru gittiler. Zübeyir yüz metre kadar geriden takip ediyordu. Ben Ceylan’a ‘Üstadımız bana bir şeyler dedi, kal mı, gel mi, iyi anlayamadım.’ dedim. Ceylan bana, ‘Sen de gel’ dediğini ifade etti. Zâten canıma minnet… Evden çıktım. Zübeyir’e yetiştim. Üstadımız yüz metre önümüzden gidiyor ve hiç geri bakmıyordu. Duvarla çevrili bir bahçe vardı. Oradan atlayarak ağaçları temâşâ ede ede, ağır ağır gidiyordu. Mevsim ağaçların çiçek açma zamanı idi. Bazı çiçekleri öptü. (…) Üstad, ‘Bugün otuz sene evveline gitmek istiyordum. Benim hayalim kuvvetli olduğu için, otuz sene evvelki o zevkli günlere girmek istiyordum, beni yalnız bırakmadın keçeli’ diye lâtife etti… Sonra bizi Karakavak’ın yanına çıkardı. Suyun başında, yağmurlu bir havada şemsiye altında On Dokuzuncu Mektup olan Mucizat-ı Ahmediye Risalesinin son üçte bir kısmını nasıl telif ettiğini anlattılar. Üstad söylemiş Şamlı Hafız yazmış. Malum o Risalenin son kısmında çok nakiller var. Tevrat ve İncil’den çok âyetler ve bahisler nakledilmiş.
Üstad’ın yanında kitap ve benzeri hiç bir şey yok. Sür’atle söylüyor. Şamlı Hafız Tevfik de yazıyor. O şekilde te’lif edilmiş.”
Bu mübarek Envar-ı Kur’aniye, Sünuhat-ı Kur’aniye, İstihracat-ı Kur’aniye, İlhamat-ı Kur’aniye, İstinbatat-ı Kur’aniye ve Tefeyyüzat-ı Kur’aniye olan Risale-i Nurları okumak, mütalaa ve müzakerelerde bulunmak elbette on sinema ve yirmi tiyatro seyretmekten daha ziyade zevklidir…
Safvet Senih