On üç asır bir arada yaşama kültürü

Samanyoluhaber.com yazarlarından Prof. Dr. Osman Şahin, bir arada yaşama kültürü üzerine dikkat çeken bir köşe yazısı kaleme aldı.
Dünyada diğer din mensuplarına karşı hoşgörülü olmanın, onların da insan haklarından eşit bir şekilde faydalanma hakları olduğunu kabul etmenin tarihi çok eski değildir. On dokuzuncu asırda gelişmeye ve daha çok yirminci asırda uygulanmaya başlayan bu hakların gerçekleştirilmesi demokrasinin oturduğu gelişmiş ülkelerde kısmen başarılı olabilmiştir. Dünyanın geri kalan büyük kesiminde ise başka dinleri ve mensuplarını kabul etme ve haklardan yararlandırma düşüncesi hâlâ tam bir kabul görmemiştir.

 

İşin daha da üzücü yanı ise, yirmi birinci asrın ilk çeyreği biterken dünyada insanların hak ve özgürlüklerden fark gözetmeksizin yararlanabilmelerini savunan ve bu işin bayraktarı ve sahibi olduklarını iddia eden devletlerde ve toplumlarda, aşırı sağcı ve radikal düşüncelerin tekrar yükselişe geçmesi ve kendi dinlerinden ve milletlerinden olmayanları dışlama ve onları kovma gibi düşüncelerin toplumun önemli bir kesimi tarafından kabul görmeye başlamasıdır.

 

Halbuki, İslâm geldiği günden itibaren yeryüzünde temsil edildiği devletlerde, insan haklarından eşit bir şekilde yararlanma hakkı her dinden, dilden, milletten ve kültürden olan insanlara verilmiştir.

 

Bu hususun bütün Müslümanlar tarafından tam bir kabulü ve toplumda tam uygulanabilmesi için Kur’an’da ve Sünnette bu konunun üzerinde çok durulmuş, hem bu haklara uyulması teşvik edilerek Müslümanlar motive edilmişler hem de buna aykırı davrananlar tehdit edilerek bundan kaçınmaları emredilmiştir.

 

Allah Rasûlü’nden sonra ise sahabeler ve alimler bu işe tam anlamıyla sahip çıkmışlardır. Bu sayede her dil, din, millet ve kültüre sahip insanlar herhangi bir ayrıma tabi tutulmaksızın on üç asır boyunca bu haklardan tam anlamıyla yararlanabilmişlerdir.

 

Kur’an’da ve Sünnet’te ortaya konan başka dinlere ait olanların haklarının tespiti ve korunması ile ilgili kısa bir zamanda bir hukuk meydana getirilmiş ve buna “Zımmî Hukuku” adı verilmişti:  

   

“Efendimiz (sav) öbür aleme intikal buyururken buyurur ki, “Zımmîye eziyet eden bana eziyet etmiş olur.” Yani onlar idarede bizi kabul ettiklerinden dolayı bir yönüyle bizim adaletimize, hakkaniyetimize sığınmışlardır. “Onlara haksızlık yaparsanız, bana haksızlık yapmış olursunuz.” Bu sadece, Efendimiz'in şefkatine ait bir mütalaa (düşünce) değildir.

 

Hz. Ömer vefat ederken buyurur ki, 'zimmîleri size emanet ediyorum' der. İki şey emanet eder, biri zımmîlerdir. Zımmîler kendi rızalarıyla, Müslüman fatihler o ülkeye gelince, anlaşarak Müslümanların verdiği zekât veya öşür kadar bir zimmet borcu cizye vererek Müslümanların korunması altına girmişlerdir.” (NMO Hollanda televizyonu ile röportaj)

 

Başka din mensupları anlamına gelen zimmîlere haklarının verilmesi ve korunması adına da uygulamada hayranlık uyandıracak büyük işlere imza atılmıştır:

 

“Müslüman fatihler mesela Halep’e, Şam'a ve Humus'a geldiklerinde Hristiyanlarla karşılaştılar. Hristiyanlar Müslümanları tanıyınca onların zimmetini kabul ettiler. Mevlâna Şibli Asr-ı Saadet'le alakalı engin araştırmasında diyor ki, “Ebu Ubeyde cizye alarak Antakya’daki Hristiyanları korumaya almıştı. Bir aralık Hirakliyus çok büyük, karşı konulmaz ordularla Antakya'ya kadar gelince, Şam'da bulunan Ebu Ubeyde, o orduya karşı koyamayacağını anlayınca Hristiyan büyüklerini çağırdı ve 'ben sizi koruyamayacağım' dedi. 'Oysaki zekât ölçüsündeki bu vergiyi sizi korumak için almıştım. Gelin bunu geriye alın. Çünkü haksızlık yapmış olurum.' diyerek onu dağıttı ve geriye çekildi. Ve sonra onlar kiliselere doldu ve ağladılar: 'Allah yeniden sizin dönmenizi müyesser kılsın' dediler.” (NMO Hollanda televizyonu ile röportaj)

 

Bu uygulamalar ve bu hassasiyet işin başlangıcında böyle olduğu gibi, yeryüzündeki son gerçek bir İslâm devleti olan Osmanlılar da aynı şekildedir. Herkes kendi din, dil ve kültürünü yaşamada serbest bırakılmış ve asla Müslüman olmaları için bir baskı yapılmamıştır. İslâm’a girişler ise insanların tercihine bırakılmıştır:

 

“Bir idarenin beğenilmesi meselesi vardır, bir hoşgörü vardır, bir tolerans vardır. Aynı şeyi zannediyorum Osmanlı bidayetinde de yaşamıştır. Düşünün çok müsamahalı, toleranslı hareket etmişlerdir. İslam mesajını sundukları yerlerde iltihaklar olmuştur.

 

Mesela akıncı beyleri arasında Hristiyan büyükler vardır. Bunlar Hristiyanlığı bırakmış Müslüman olmuşlar. Evranos adını değiştirmemiş ve tarihimize öyle geçmiş. Zağanos Paşa. Bunlar adına camiler, köprüler yapılmış. Edirne'yi, İstanbul'u bilenler bilirler. Gazi Mihal mesela. Osman Gazi'nin yanında savaşan insanlar. Öyle müsamahayla hareket edilmiş ki bu insanlar zorlanmamış katiyen. Eğer zorlansaydı Osmanlıların Müslümanlık adına girdikleri yerlerde Hristiyan kalmazdı.

 

Ama şimdiki asimilasyonlara bakınca kim zorluyor, o açıktır. Hukuk sistemlerinin günümüzde iyice belirgin hale geldiği ve bir yönüyle insanlığın kaderine hükmettiği şeylere bakın, bir de o dönemdeki yapılanlara bakın. Bu açıdan denebilir ki din o zimmet meselesinde hakikaten çok esnek, çok yumuşak hareket etmiş ve bir yönüyle onun prensipleri, evrenselliği içinde zaten insanlığı kucaklama olduğundan dolayı Yahudi’yi de kucaklamış, Hristiyan’ı da kucaklamış.

 

Onlar tek taraflı bu işi, bu zimmeti, mukaveleyi bozmadıkları sürece İslam da tek taraflı o meseleyi hiç bozmamış. Kendi vatandaşları baş kaldırdığında nasıl bir tavır almış, mukabelede bulunmuş; aynen onlar da zimmeti bozup karşı koydukları zaman öyle bir tavır almış, öyle bir muamelede bulunmuş. Belki daha müsamahalı bulunmuştur zannediyorum.” (NMO Hollanda televizyonu ile röportaj)

 

İslâm sadece insan oldukları için onlara bütün bu hakları vermiştir. İnsana saygı ve hürmet hususunda o kadar ileridir ki, başka dinlere ait olanlara verilen isim eğer onları rahatsız edecekse onların kullanılmasını bile hoş görmez:

 

“Onları kendi hukuk sistemleri içinde, kendi anlayışları içinde, kendi düşünceleri içinde din-inanç-çalışma-ticaret-teşebbüs hürriyetleri içinde, kabulleri içinde kabullenme esası vardır. Öyle bir kabullenişle o dönemde “biz onları koruyoruz” diye, devlet vesayetine alıyor, dokundurmuyoruz diye zımmî denmiş. Arapça bir kelime.

 

Fakat şimdilerde, onların kanunları, nizamları neyse onları kendi konumlarıyla kabul edeceksek, müsamahayla bağırlarımızla basacaksak, İslam bunu amirse (emrediyorsa) şayet, ad ve unvandan hiç bahsedilmez. Ad ve unvan tarihsel şeylerdir.

 

Hele zimmi demek meselesini hakaret şeklinde alıyorlarsa, hiç denmez. Hatta Hristiyan demeyi hakaret kabul ediyorlarsa, hiç denmez o. Bunlar İslâm'ın emridir, Efendimiz'in (SAV) emirleridir. Allah’ı kabul etmiyorsa, yani ateistse bir insan, bu kafir demektir, ama kafir demeyi hakaret sayıyorsa ona kafir diyemeyiz.

 

Bu bizim Müslümanlık adına takınmamız gerekli olan tavırdır, o tavrın gereğidir. Kendi terbiyemizin ifadesidir. Üslubumuzdur bizim. Bu açıdan bir ölçüde belki çağın gerekleri de kemal-i hassasiyetle ele alınacak, kimse rencide edilmeyecek.” (NMO Hollanda televizyonu ile röportaj)

 

İslâm’ın bu geniş hoşgörüsü ve insanlara sahip çıkması ve uygulamada da başarılı olması sayesindedir ki, on üç asır gibi uzun bir zaman diliminde, barışın, hak ve hukukun en ileri seviyede yaşandığı medeniyetler meydana gelmiştir:

 

“Keşke o döneme ait Müslümanlığıyla o saffetiyle yaşayabilsek. Hz. Muhammed (sav)'in anladığı manada o enginlikle yaşayabilsek. Raşid Halifelerin kucaklayıcılığıyla yaşayabilsek. Evet, bunlar özlenen şeylerdir…

 

Bu açıdan da Osmanlıyı veya daha evvelki İslami idareleri tahlil eden düşünce insanları, felsefe açısından bakınca onlara diyorlar ki “Osmanlılar laikti.” Çünkü iki yüz elli milyon insanın sınırları içinde yaşadığı bir dönemde, saf kan Türk on veya on bir milyondu. Fakat hiçbir arıza, problem yoktu. Dört asır arıza olmadı.

 

Polisiye devlet ve zabıtayla olmaz. Muhabere (iletişim), muvasala (ulaşım) imkanları, telekomünikasyon gelişmiş olmasına rağmen, bakın dünyanın jandarmalığını yapan ne Rusya ne Amerika bu ölçüde bir hakimiyet tesis edemedi. Oysaki önceden Fizan’da çıkan bir hadise, ona ulaşmak için üç ay at koşturmak icap ediyordu…

 

Demek ki meselenin insani buutları çok engindi. Hakikaten herkes halinden memnundu. Ve şimdilerde bunu daha iyi anlıyoruz. O altın kuşakta, devletler muvazenesinde kuvvetle, güçle beraber hakkı temsil eden bu devletin yok oluşu bu bölgede genel ahengi bozmuştur, denebilir. Batılılara karşı belki bu anlaşılmaz ama bir gün onlar da anlayacaklar.”
(NMO Hollanda televizyonu ile röportaj)
05 Eylül 2025 13:13
DİĞER HABERLER