Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak, yeni köşe yazısında bir ailenin 15 Temmuz sonrasında yaşadığı hukuksuzlukları ve yaşanan zorunlu göç hikayesini anlattı.
ONA SÖYLEYİN ÜZÜLMESİN
Yaz, istasyondan bir hayli uzaklaşmış bir tren gibi gözlerden yavaş yavaş kayboluyor. İskandinav ülkelerinde baharın ve yazın sadece takvimlerde adı var. Kendilerini görmek pek mümkün olmuyor. '’Ha bugün gelecek ha yarın gelecek’’ derken bir de bakmışsınız çekip gitmişler. Hayasından kimselere görünmek istemeyen güzeller gibi varlıklarını hissettirmeden sessiz sedasız geçip gidiyorlar. Sarı yaprakları ile hüznün fotoğrafı gibi duran ağaçların başına gözüne inen güz rüzgarlarının sert silleleri, yazın çok gerilerde kaldığını haykırıyor. O güz rüzgarları bizi yakın kasabada oğlu Orhan’la yaşayan Vera Zeynep’in evine taşıyor. Vera Zeynep’in üzerinde siyah bir elbise var. Başörtüsü de ona göre. Üzerindeki o elbise her şeyi anlatıyor. Sanki, bütün yaşadıkları, siyah motiflerle ilmek ilmek dokunmuş ve kederden bir kaftan gibi sırtına geçmiş. Utangaç gözleri kararlı bakıyor. O gözlerde özlemin yarattığı boşluk ve bu boşluktan doğan kararlı bir direnç var. Bir yanda ‘’keşke yanımda olsalar’’ düşüncesinin oluşturduğu özlem, yalnızlık, ait olamama hissi... Diğer yandan inandığı davanın verdiği dayanma gücü. Kendi ayakları üzerinde durmanın, yeni bir yerde hayata tutunmanın gururu var. Özlemin yüküyle birlikte büyüyen bir direnç var yüreğinde. Oğlu Orhan’ı göstererek, “Yavrum bu yaşta bizim yüzümüzden çok acılar çekti,’’ diyor Vera Zeynep. Kendi yaşadıkları, tıpkı üzerindeki elbiseyi andıran kederden bir gömlek gibi sırtına geçmesine rağmen yine de yavrusunu düşünüyor. Analık işte… ‘’Vera Zeynep’in bu sözleri bana, Kutlu Nebi’nin ‘Kızım Zeynep benim yüzümden çok acılar çekti.’ sözünü hatırlatıyor.’’ Bir peygamber bu sözleri söylerken, o ipeklerden yumuşak kalbi nasıl kanamıştır acaba? Hazreti Fatıma dışında, kızlarının hepsi daha otuzunu doldurmadan, ömürlerinin baharında, güz gülleri gibi bu dünyadan geçip gitmeleri o şefkatli babayı nasıl ağlatmıştır. Bir eliyle vefat etmiş bir kızının taze toprağını düzeltirken diğer eliyle kızı Fatıma’nın gözyaşlarını silmek bir baba için nasıl bir duygudur?
“Bu süreçte çok yıprandık,” diyor Vera Zeynep. Görüşler bile bir çileydi. “X ray’dan geçti, geçmedi” diye çocuklara bile eziyet ediyorlardı. Bazı çocuklar içeri alınmıyordu. Onlar da avazı çıktığı kadar, “Babamı görmek istiyorum.” diye ağlıyorlardı. Baba içeride, evlatları dışarıda ağlıyordu. Benim 6,3 yatarım vardı. Dosyam onanınca çıkma kararı aldık. Meriç’ten geçmeye karar vermek, geçmekten daha zordu. Bir yaz günü 25 kişilik bir kafileyle geçtik Meriç’in ölüm fısıldayan sularından. Daha önce suyun insana bu kadar öfkeyle baktığını hiç görmemiştim. Su bizim için sadece bir nimet bir rahmetti. O gün merhametin bağrından kabaran öfkeyi gördü gözlerim. O azgın sular, bir abla ile kucağındaki çocuğunu öfkeyle aldı buz gibi kollarına. Gecenin bağrını yırtan feryatlar yükseldi o an. Kaçakçının “Susun!” sesi, yarım kalan hayatlarımız gibi feryatlarımızı da boğazımızda bıraktı. Ölümün kucağına atlayan bir kahraman gibi, canını hiçe sayarcasına buz gibi sulara atlayan bir genç sayesinde anne ve çocuk, öfkeli suların kudretli kollarından kurtarıldı. Yedek elbisesi yoktu. Hiç birimizin yoktu. O ıslak elbise ile yola devam etmek zorunda kaldı. Islak mezardan çıkmış bir ölü gibi uzun süre kendine gelemedi. Gurbete gelmiştik ama sevdiklerimiz geride kalmıştı. Eşim Hakan geçtiğimizi bilmiyordu. Telefonda “Atina’dayız” deyince ağlamaya başladı. Telefonun bir ucunda ben, diğer ucunda o ağladı. “Rabbim benim kapılarımı açtı” dedim, “inanıyorum ki senin de kapılarını açacak ve kavuşacağız.” Babası, Orhan’a hapishaneden sürekli hikâyeler yazıyor. Orhan geceleri babasının yazdığı o hikâyeleri dinleyerek uyuyor. O hikâyeler o kadar çoğaldı ki, sonunda ‘Orhan’ın Maceraları’ adında koca bir kitap oldu. Vera Zeynep'le görüşmemizin üzerinden ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Belki iki, belki üç yıl… Bir gün bir arkadaş, “Vera Zeynep’in eşi gelmiş,” dedi. Vera Zeyneb bu defa eşi Hakan’la karşıladı bizi. Yüzü gülüyordu. Utangaç gözlerinde baharlar çağlıyordu. Hakan orta boylu, gökçek yüzlü bir gençti. Siması güzeldi. Siyah saçları aydınlık alnında yarım hilal gibi tatlı bir kavis çiziyordu. Aynı ideal, aynı sevda uğruna bedel ödeyen, hasret çeken, birbirini seven iki insanın kavuşmasından daha mutlu ne olabilirdi. O güz gecesi küçük kasabadaki evde sohbet koyulaşıyor. Hakan, “Vera Zeynep ‘Biz Meriç’ten geçtik, Atina’dayız’ deyince, ‘Bir daha kavuşabilecek miyiz?’ diye çok ağlamıştım,” diyor. “İnsan hapisteyken sevdiklerinin gurbete gitmesi çok ağır oluyor. Bunu ben, taş duvarların arkasında, bağrıma taş basarak yaşadım.’’ Çaresizlik her şeyi, her tehlikeyi göze aldırıyor. Eşim Vera Zeyneb ile Celal Bayar Üniversitesi’nde tanışmıştık. Ben matematik, o tarih okudu. Mezun olunca evlendik. Hizmetin kurumlarında göreve başladık. 2013’te oğlum Orhan doğdu. 15 Temmuz’dan sonra herkes gibi bizim için de zor günler başladı. Bir gece saat 12.30 gibi evimize polisler geldi. Tam üç saat boyunca evde arama yaptılar. Orhan daha 3,5 yaşındaydı ve uyuyordu. Orhan’ı odadan odaya değiştiriyorduk. Uyanmasın ve yaşadıklarımızı görmesin diye. Polislere, “Annem, babam gelsin, çocuğu alsınlar,” diyorduk. “Onlara haber verdik, onlar da emniyete gelecekler; orada verirsiniz,” diyorlardı. Emniyete bir vardık ki bütün aile orada. Meğer aynı anda hem annemlerin hem de kız kardeşimin evine baskın yapmışlar. Küçük kız kardeşimin arkadaşı varmış, onu da almışlar. Kız kardeşim sıkıntılı bir hamilelik geçiriyordu. Onun da ellerini kelepçelemişler. Orhan kucağımızda uyuyordu. Polis iki de bir, “Bu çocuğu bir yere bırakın,” diyordu. Biz, “Herkes burada, kime bırakalım?” dedik. Neyse ki muhtarı aradık; geldi. Bir tutanakla Orhan’ı mahallemizin muhtarına teslim ettik. Bütün aile o gece nezarette kaldık. Sadece bizim aile değil tabii. Kırk kadar arkadaşımız da karakoldaydı. Sonraki gün kelepçeli olarak beni, eşimi ve hamile kız kardeşimi Balıkesir merkeze sevk ettiler. Bütün aile benim yüzümden alındığı için üzerime dağlar gibi yük binmişti. Nezarette dokuz kişiydik. Tanıdığımız arkadaşlardı, birbirimize moral veriyorduk. Benim aklım, fikrim eşimde, oğlumda, hamile kız kardeşimde, annemde, babamdaydı. Acaba ne yapıyorlardı? Orhan sabah uyanınca, “Annem nerede?” diye sordu mu? Pencereden bizi mi gözlüyordu? ‘Ben anneme gitmek istiyorum’ diye ağlıyor muydu? Kız kardeşim zaten zor bir hamilelik geçiriyordu. Birkaç defa düşük yapmıştı. Acaba ne yapıyordu? 6. gün koğuşu olduğu gibi gayriresmî sorguya götürdüler. Bu çok kötü bir durumdu; insanın psikolojisi altüst oluyor. Ellerimiz kelepçeli on bir saat ayakta beklettiler. Sırayla sorguya aldılar. Namaz ve tuvalete bile izin vermediler. Hepimizi etkin pişmanlığa zorladılar. Bana,“Eşin burada, kız kardeşin burada, çocuğunu Çocuk Esirgeme Kurumu’na göndeririz. Sen gel, bize yardımcı ol! Onlar da çıksın, sen de çık... Nezarethaneye döndüğümüzde hepimiz bitmiş, çökmüştük. Abdestimizi aldık namazlarımızı kaza ettik. Herkes hemen uyudu. Bilal diye bir arkadaşımız vardı. O da yaşadıklarına, geride bıraktıklarına çok üzülüyordu. Nezarethanede Mehmet Bey adında bir de akademisyen vardı. Sabah namazından sonra uyumuyor, duaya, evrad-ı ezkara devam ediyordu. O sabah bize, “Ben bu sabah bir şey gördüm,” dedi ve başladı ağlamaya; “Bir ara ortamın rengi değişti,” dedi, “Önce ağır bir gül kokusu düştü havaya. Sonra Peygamberimiz (s.a.v.) göründü. Bilal’in başucunda durdu. Ona moral veriyordu, başını okşuyor ve ‘Korkmayın, üzülmeyin’ diyordu. Mehmet taşkın pınarlar gibi gözlerini bana çevirerek; “Peygamberimiz seni işaret ederek, “Ona söyleyin üzülmesin; endişe ettiği kimseler emin ellerde.” dedi. Bu olaydan on beş dakika sonra polis geldi. Bana, ‘’Hamile olan kız kardeşin serbest kaldı, erkek yeğenin olacak,” dedi. Meğer kız kardeşim rahatsızlanınca hastaneye götürmüşler; orada yeğenimin cinsiyeti de belli olmuş. Anne ve babamın daha ilk gün serbest bırakıldığını da öğrenince ben iyice rahatladım. Sanki üzerimden dağlar gibi bir yük kalktı. Birkaç gün sonra mahkemeye çıkınca Vera Zeynep’i de bıraktılar. Kendim serbest kalmış gibi sevindim. Hapishanede de boş durmadık. Vera Zeynep dışarda ben içeride elimizden ne geliyorsa yapıyorduk. Görüş günlerinde ben Vera Zeynep’e mağdur ailelerin isim ve adreslerini veriyordum. O gidip onları buluyordu. Koğuş arkadaşlarım ailelerinin aranıp sorulmasından çok memnun oluyordu. Bir mesele olduğunda içerde Hakan bilir, dışarıda Vera Zeynep diyorlardı. Bana koğuş muhtarı diyorlardı. Tahliye olunca ben de Meriç i geçerek geldim buralara. Bu süreçte çok yorulduk. Görevlerimizden olduk, tutuklandık, hapis yattık, hasret çektik, sevdiklerimizden ayrıldık, ölümü göze alarak Meriç’ten geçtik, doğduğumuz toprakları, sevdiklerimizi bırakıp geldik... Hiç üzülmüyorum. Sıkıntılarla serpildik, büyüdük, olgunlaştık. Meyveye durduk. Şimdi bu diyarlarda koşturma vakti. Dün Anadolu’nun bereketli toprakları, bu gün İskandinavya’nın bakir toprakları… Ne farkeder. Kimisi ev alır, kimisi villa alır, kimisi de toprak alır.Ama eninde sonunda toprak hepimizi alır. Toprak bizi bağrına basmadan bu bakir topraklarda koşma vakti. Bazen yakınlarımız, “Değer miydi bütün bunlara?” diyorlar. “Değerdi,” diyorum. Sadece Peygamberimiz ’den (s.a.v.) o sözü duymak için bile bütün bunları yaşamaya değerdi. “Ona söyleyin üzülmesin!”
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.