Samanyoluhaber.com yazarlarından Abdullah Aymaz, 'Osmanlı'nın torunlarına para ile İslamiyet'i mi anlatacağım' başlıklı yeni köşe yazısında dikkat çeken bir hikayeyi paylaşım önemli bir uyarıda bulundu.
Merhum Ali Ulvi Kurucu Ağabeyimizden hayatta iken hatıralarını anlatırken, küçük Ali-büyük Ali hatıralarını dinlemiştik. Sonra bunu yazılı hatıralarında da gördük.
Türkiye’de Cumhuriyet döneminin başında Medreseler kapatılıp İslami İlimler ve dini yaşayış yasaklanınca Konya’da ki meşhur Hacı Veyiszâde’nin kardeşi yani Ali Ulvî Kurucu Ağabeyin babası da ailesiyle Medrese’ye yerleşiyor. Ali Ulvî Ağabeyi de Mısır’a okumaya gönderiyor. Orada son Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi de sürgünde. Fırsat buldukça yanına gidip sohbetlerinden ilim ve irfandan istifade etmek istiyorlar. Ali Ulvî Beyin bir Ali Yakub diye kendinden büyük bir arkadaşı var. Mustafa Sabri Efendi ona Büyük Ali; Ali Ulvî Ağabeye de Küçük Ali diyor. Ali Yakub, Arnavut asıllı çok zeki, çok başarılı ve takva sahibi, dini sorulara da nazır cevap!. Mezuniyetten sonra Mısır’da kendisine memuriyet vermişler. Cumhuriyetin başında Mısırla aramız açılmış. Toplantıya fesli geldi diye fesini çıkarıp dışarı atıyorlar ve hakaret ediyorlar. Çünkü şapka kanunu çıkmış!.. Bu tahkirden sonra Mısır, Elçiliği, konsoloslukları çekiyor. Tabii bizimkiler de Mısır’dan çekiyorlar. Senelerde Mısır’da okumak isteyen Türk vatandaşları vizeyi hep diğer Arap ülkelerinden alıyorlar. Sonunda Menderes dönemi ara bulunuyor ve Mısır Ankara Büyükelçilik binasını açıyor. Çok iyi Türkçe ve Arapça bildiği için Ali Yakub Bey’i de yüksek bir maaşla Mısır Hükümeti Ankara’ya gönderiyor. Ama sefaretteki yemeler-içmeler ve yaşayış şekli takva sahibi Ali Yakub Beye ters geldiği için istifasını basıyor ve Ankara’yı terkedip İstanbul’a geliyor. Eşi dostu ona Bahariye Mensucatta bir muhasebe işi buluyorlar o da geçimini onunla sağlıyor. Ama, boş vakitlerinde İmam-Hatipli Yüksek İslam Enstitüsü öğrencilere ve hocalara dersler veriyor.
O zaman Kız İmam-Hatip olmadığı için İstanbul’da hamiyet kimseler yatılı bir Kur’an Kursu açıp kızların da Arapça, Hadis-Tefsir-Fıkıh gibi ilimleri öğrenmelerini istiyorlar. Ama dersleri verecek hanım hocalar yok. Onun için yaşlı, takva sahibi âlim arıyorlar. Bakıyorlar bana da en uygun Ali Yakub Bey var, bu dersleri vermesi için ona müracaat ediyorlar. O da kabul edilince “Hocam artık Bahariye Mensucattaki muhasebe işini bırakacaksın” diyorlar. O da “Niçin?” diye soruyorlar. “Biz zaten sana bunun için iyi bir maaş vereceğiz” diyorlar. O da “Takdirde olmaz!..” diyor. “Neye?” dediklerinde diyor ki: “Benim büyük dedem Arnavutlukta papaz idi. Osmanlı geldi ona İslamiyeti anlattı. O da Müslüman oldu. Böylece benim ailem artık Müslüman nesli olarak devam ediyor. Onun için ben her günde beş vakit namaz da Osmanlı’ya dua ediyorum. Siz bana diyorsunuz ki, şimdi de sen para ile Osmanlının torunlarına İslamiyeti öğret!.. Zinhar ben böyle bir şey yapamam; siz kendinize başka bir hoca bulun. Benim işim olamaz!” diyor.
Mecburen kabul ediyorlar. Ali Yakub bey minibüs parası varsa, Bahariye Mensucattan Kur’an Kursuna kadar minibüsle, parası yoksa yayan gidip geliyor.
Şimdi bunu niye yazıyorum? Üstad Hazretlerinin 1911’de basılan Münazarat Risalesi’nden bizi atalet, betâlet ve gerilik zindanına atan sekiz düşman ve engelden sonuncusu Hayat Tutkusu ve Rahat Meyli üzerinde dururken, Endülüsten bir misâl vermiştim. Meseleyi yine oraya getirmek istiyorum.
Biz Endülüste katedrale çevrilmiş cami ve mescidlerin etrafında dolaşırken bir binanın yanına geldik. Turist rehberine bina duvarına yerleştirilmiş demir çengellerin ne olduklarını sordum. Dedi ki: “Bizimkiler, dedi, düşmanları yaralayıp bu çengellere asıyorlarmış, ikindiden sonra akşam üzerleri tam da güneş vuruyormuş, şimdi olduğu gibi, kanları damlaya damlaya ölüp gidiyorlarmış!” dedi. Düşmanları dedikleri anlaşmadan sonra geride kalan Müslümanlar yani…
Maalesef anlaşmaya sadık kalmadılar ve işkenceyle din değiştirmeye zorladılar. Direnenleri öldürdüler.
Şimdi düşünelim, eğer Tarık bin Ziyad ve hemen sonrası bir heyecanlı güzellikleri yaşayarak, takdim ettikleri zaman pek çok insan kendi iradeleriyle tercihlerini yapmışlar. İslâm’da zorlama olamaz. Çünkü “Lâ ikrâhe fid-din” Yani “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara Suresi, 2/256) Bazıları gibi, cellatlar elinde işkence ile ölürsünüz veya bizim dediğimizi yaparsınız!” denilemez. O zaten iman olmaz. İman, irade ve kalbin tasdikiyle gerçekleşen birşeydir.
Tekrar Ali Yakub Bey’e, Kastilya Kraliçesi, İzabella’ya dönecek olursak, emek harcayıp güzellikleri güzelce tanıttığınız sonra da ömür boyu beş vakit namazlarda duasını aldığınız birisi var. Öbür tarafta meylürrahatla, elinizde her türlü güzellik varken, anlatacak müşteriler de merakla beklerken hayat tutkusunun, dünya ve maddî zevklerin esir etmesiyle tenbellik yaptığınız birileri var. Sonra onlar da geldi size cellatlık yaptı. Peki şimdi gerçek cellat, cellad-ı sâhir olan rahat tutkusu mu? Yoksa, kendilerine güzellikleri göstermekten tembellik yaptığınız kimseler mi?
Çok mu zor? Geçenlerde marketçi birisi anlattı: “Bizim dükkana İslâmî kıyafetlerle genç bir hanımefendi geldi. Bir gün trende gidiyordum. Kalabalık arasından Müslüman oldukları belli iki kız öğrenci gülümseyerek selam verdi. Yanlarına varıp niçin diye sordum. “Bizim Peygamberimiz tebessüm edip selam vermenin sadaka vermek gibi sevap olduğunu söylüyor, onun için dediler. Bu bana çok tesir etti kurslara gittim öğrendim tercihimi yaptım.” dedi. Gülümsemek, selamlaşmak para ile mi? Çok mu pahalı? Çok mu zor? Güzellikler dediğimiz böyle çok kolay şeyler.