Özal'ın rüyası gerçek mi oluyor?

Özal'ın rüyası gerçek mi oluyor?
Amerikan sisteminin gözbebeği düşünce toplulukları (think-tank), bir süredir Türkiye'de... Onlar şimdi Ankara'nın yeni yüzü...
Aksiyon Dergisi'nin bu sayısındaki haberde Sokağın sessizliği, nalburun üst katındaki büroya da yansımıştı. Masanın etrafındaki yüzler tanıdıktı. "Muhtemel Irak operasyonunda Türkiye'nin rolü" değildi sadece mesele, ortada senaryolar uçuşuyordu. Havayı yumuşatan birkaç şakadan sonra, aksanlı Türkçesiyle "bugün burada..." diye başlayan, ardından İngilizce devam eden yabancı, lafı hiç eğip bükmemişti. Bu bir gizli toplantıydı... Resmî, gayriresmî, yerli, yabancı az sayıda kişinin katıldığı... Ayrılırken, yıllar sonra geldiği Rüzgârlı Sokak için 'ne çok değişmiş' dedi... Çok şey değişecekti... Ve üstelik bütün bunları, emekliliğe ayrıldıktan sonra görev aldığı bir strateji kurumunda izliyor olacaktı. Ergenekon'dan mülhem 'gizli örgütlerin' kısa ve uzun tarihlerini yazmak değil niyetimiz. Devletin çok dışarı sızmayan ketumluğunden yararlanıp Türkiye'nin başkentinde uzaktan rol kesen yeni bir jöne, think-tank'lere dikkat çekmek istiyoruz. Radikal yazarı Murat Yetkin'in ifadesiyle, "Ankara'da iş yaparken artık dikkate alınması gereken kurum ve kuruluşlar"a. Türkçeye 'Düşünce kuruluşları' diye çevrilen think- tank'ler, Türkiye için "Amerika'nın yeniden keşfi" belki; ama İslam coğrafyasında sadece Türkiye'de kayda değer bir hareketlilik olduğu hesaba katılırsa, politik yaşamımızın yeni enstrümanı ile tanışmanın vakti geldi demektir. Başkent siyasetini etkilemek ve bunu think-tank'ler yoluyla yapmak, bir Amerikan sistemi aslında. Amerika'da büyük şirketler, düşünce kuruluşlarını destekleyerek kendi politikalarının devlette tecelli etmesini istiyorlar. Bu düşünce kuruluşları, emekli büyükelçi ve Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (ASAM) Başkanı Faruk Loğoğlu'nun anlatımıyla, bir ihtiyacını devlet sistemi içinde gideremeyen Amerikan Hava Kuvvetleri'nin, iş verme vaadiyle özel sektörü teşvik etmesiyle ortaya çıkıyor. Ve bugün Amerika politikası, bu düşünce kuruluşlarında pişiriliyor dense yeridir. Türkiye'nin gelecek arayan siyasi yüzlerinin bu kuruluşlarda arz-ı endam etmelerinin sebebi de ortalama 40-50 yıllık mazisi olan think-tank'lerin Amerikan siyaseti üstündeki ağırlığı. Binlerce çalışanı, dünyanın her bölgesi ile ilgili uzmanları ve o bölgelerle ilgili senaryoları olan, ürettikleri en doğru senaryonun Amerikan ulusal politikasına dönüşmesi için milyar dolarlar harcayan kurumlardan söz ediyoruz. Bir de sadece düşünce üretmediklerini gösteren ilginç bir mekanizmaları var. Mesela, Cumhuriyetçiler iktidara geldiğinde, o partiye yakın think-tank yöneticileri bakan yardımcısı, müsteşar gibi sıfatlarla hükûmette yer alıyorlar, hükûmet düştüğünde de düşünce kuruluşuna ve üniversitelere dönüyorlar. Bir tür devridaim mekanizması. Düşünce kuruluşları, karar alan ve aldığı kararı uygulayan kurumlar değil. Karar alıcılara yardımcı olan, kısacası devlet kurumlarının alacağı kararlarla ilgili nokta analizler ve senaryolar sunan bir kurum. Türkiye söz konusu olduğunda ise belki devletin dikkate alıp almadığından bile emin olmadığınız, belki de aylarca yapılan çalışmaların bir hareketle çöpe gidebileceği bir alandan söz ediyoruz. Zaten, Türkiye'de, devlet kurumlarının karşılaştığı bir müşkülü çözmek veya dillendirmek ihtiyacına binaen strateji kurumlarının doğduğunu kimse iddia etmiyor. Ayrıca hâlihazırda birkaç şirket ve üniversite dışında özel sektör bu alanla ilgilenmiyor. Yani bir şirket, "kendi çıkarlarım için devletin şu şu alanlarıyla ilgili kararlarını etkilemeliyim" deyip böyle bir yola girme aşamasında değil. Peki, manzara buysa düşünce kuruluşları Türkiye'de pıtrak gibi niye çoğalıyor ve Ankara güç denkleminde kendine nasıl yer buluyor? Üstelik devlet ve özel sektör de çok istekli değilken... Bir süre Washington Büyükelçiliği yapan Faruk Loğoğlu, Amerika'da bulunmasının ona verdiği en büyük fırsatın think-tank müessesesini tanımak olduğunu söylüyor. Hâlihazırda Türkiye'nin ilk ve en köklü düşünce kuruluşu ASAM'ın başkanlığını sürdüren Loğoğlu, Türkiye'nin bu kurumlarla 'henüz' tanışmasını iki nedene bağlıyor: Artan refah ve devlet kurumları tarafından karşılanamayan yeni ihtiyaçlar. Düşünce kuruluşunun bağımsız olabilmesi için otonom (özerk) olması, kaynak konusunda devlete bağımlı kalmaması lazım. Bir de günlük, toplumsal hayatı ilgilendiren iç ve dış konulardaki analizleri 'devletin ağzı'ndan çıkmış izlenimi oluşturmamalı. Ancak bu kuruluşların bilgiye ulaşmasında devletin çok yardımcı olmadığı da gerçek. Bahçeşehir Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Ercan Çitlioğlu, şartların Türkiye'deki think-tank'lerin önünü tıkadığını aktarıyor: "Türkiye'de devlet kurumlarının, sahip oldukları bilgileri sivil toplum örgütleriyle paylaşma geleneği yoktur. Bürokrasinin bu alışkanlığı ve devletçi zihniyet nedeniyle bu iş bugüne kadar kaldı." Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi (TASAM) Başkan Yardımcısı Bilhan'a göre en büyük sıkıntımız stratejik bakış açısına sahip olamamamız. Hâlbuki bu bakış açısının Türklerde çok uzun yıllardan bu yana var olduğunu ifade ediyor Bilhan: "Osmanlı'nın 15. yüzyılda güneye yönelik (Mısır vs.) genişleme politikası böyle bir bakış açısının eseri ve Atatürk'ten sonra bu kalmadı." Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) Direktörü Güven Sak, stratejik bakış açısının 1940'lardan sonra neden tükendiğine şu izahı getiriyor: "Bu küresel eğilimlerle ve Türkiye ile alakalı. Neden hâlâ Türkiye'de bir Amerikan Stady Center yok, niye hâlâ Ermeni araştırmaları konusunda Ermenice öğreten bir merkez yok? İhtiyaç yok da ondan. 1945'ten sonra, biz NATO'ya girdikten sonra bunlara ihtiyaç duymadığımız bir döneme girmişiz. Soğuk savaş ortamında kimle beraber davrandığınız da belli, dünyanın lideri de... Dünya değiştikçe bugün o liderlik ve moral üstünlük tartışmalı hâle geldikçe düne göre artık kafamızda soru işaretlerinin olması doğal. Bugün Amerikan kültürü üzerine çalışmalara da ihtiyacımız var; nasıl karar alıyorlar, niye böyle yapıyorlar diye. Tabii bu gelişmede Türk özel sektörünün bütün bu bölgede aktifliğini de ilave etmek gerekir." ASLINDA DEVLETİN SORUNU Samuel Huntington'ın 'Medeniyetler Çatışması' ve Francis Fukuyama'nın 'Tarihin Sonu' tezleri her ne kadar yazarlarıyla anılsalar da, Amerika'daki think-tank kuruluşlarının eseri. Yani sadece bir devletin kısa ve uzun vadeli çıkarlarını değil, bir medeniyet tasavvuru oluşturma işlevini de içeriyorlar. "1970'li yıllarda devlet planlama uzmanı iken bir vesileyle akademik çalışma için Washington'a gitmiştim. Orada bir think-tank kuruluşunda 20 yıl sonra Sovyetler'in yıkılmasıyla oluşabilecek sonuçları konuşuyorlardı. 20 yıl sonra bunların çoğunun tuttuğunu gördüm." diyor eski bakan Hasan Celal Güzel. Washington izlenimlerini Özal'a açmış, Özal da olumlu yaklaşmış; ama o zamanlar ABD tarzı kuruluşların hayata geçirilmesi çok da mümkün değilmiş. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK)'ın Başkanı Doç. Dr. Sedat Laçiner de bu kurumlara ABD'de olduğu gibi düşünce üretim merkezi olarak bakmaktan yana: "Hükûmetler, bakanlıklar ve askeriye işin icra kısmıdır, düşünme kısmı değildir. Avrupa'ya baktığımızda kral ve hükûmet adamlarının yanında akil adamlar grubunu görürsünüz. Mesela Fransız Devrimi'nin kanlı bıçaklı sahnesinin ardında bir düşünce planı var: ulus devlet, milliyetçilik fikri." Türkiye gibi çok boyutlu bir coğrafyada bulunan bir ülkenin Ortadoğu, Orta Asya ve Avrupa arasında çok yönlü politikalara ihtiyacı var aslında. Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) Genel Koordinatörü Dr. İbrahim Kalın, "Bu senaryoların çok uzun vadeli olması lazım. Nerede, hangi gücünüzü, hangi bağlarınızı kullanacağınız ve ne gibi açılımları yapabileceğiniz ancak bu tür düşünce üretim merkezlerinin çalışmalarıyla mümkün." diyor. Düşünce kuruluşları devlet politikalarında nasıl rol oynuyor? Diyelim ki bir ülke Afrika'da nüfuz elde etmek, etkili olmak istiyor Önce Afrika'da kendisine dost ve müttefik olabilecek ülkeleri, aileleri, istikbal vadeden kişileri araştırıyor. Kısa vadeli yatırımlarla birlikte, uzun vadeli, derin tarihsel ve kültürel bağları devreye sokmak, kendine yakın liderleri destelemek, belki başbakan seçilmesini sağlamak vs. gibi sadece devlet aygıtıyla yapılamayacak planlar devreye giriyor. Çin'in, Afrika Birliği Örgütü Başkanlığına kendine yakın bir adamı seçtirmek için milyarlarca dolar harcadığını da hatırlatıyor Murat Bilhan. Aslında düşünce kuruluşları devletlerin bir nevi 'soft power'ı, yani yumuşak gücü. Ekonomik, kültürel ve sosyal gücünü yansıtarak karşı tarafı etkileme sanatı. İbrahim Kalın, bu çerçevede "backdoor (arka kapı)" diplomasisinden bahsediyor. Resmî olmayan kanallarla kurulan ilişkiler, sahadan daha derin bilgiler elde edilmesini sağlamakta. Yani devletin hiçbir zaman giremeyeceği, girse yol alamayacağı, o ülkenin yumuşak gücünü arka kapı diplomatik temaslarıyla kullanma imkânı sunuyor bu kuruluşlar. Balkanlar'da ve Arap dünyasında olduğu gibi. Bütün bu anlatılanlardan aslında think-tank'lerin her ülkede yeşermeyeceği, bölgesi ve dünya ile alakalı devletler için mümkün olduğu anlaşılıyor. Devletle kaçınılmaz içli dışlılık birtakım rezervleri de gerektiriyor. Genel temenni, hem devletten destek alacaklar hem de devletin güdümüne girmeyecekler; hem devlete çalışacaklar hem de 'devletin sesi' olmayacaklar şeklinde. Kalın'ın ifadesiyle "Ülke sevgisi olacak ama üretilen politikalar rasyonel olmak zorunda." Türkiye'de strateji kurumlarına bir devlet kurumuymuş gözüyle bakıldı uzun bir süre. Belki de, biraz devlete yakın konuşma üslubundan, biraz da stratejinin son döneme kadar sadece belirli devlet aygıtlarının elinde olmasından ya da emekli asker ve diplomatların ağırlığından dolayı böyle bir algı oluştu. Bu kurumların devlet organı gibi algılanmasının aslında çok da doğruyu yansıtmadığını söylüyor Hasan Celal Güzel: "ABD'de RAND'ın devlet ve istihbarat birimleriyle çalıştığı bilinir; ama bizde ne istihbarat ne de Dışişleri Bakanlığı veya TSK'nin desteklediği strateji kurumları ortaya çıktı. Keşke ortaya çıksaydı." SARI THİNK-TANK'LER VAR" Temennilerin ötesine geçtiğimizde ise "Karar alıcılardan, yani devletten ve bürokratik yapıdan bir talep yok henüz. Kuruluşların devlet sisteminde yeri yok. Bir de devletin cimri tavrı var. Bilgi paylaşmıyor. Bu bağlamda iletişim de şeffaf olmuyor. Bu da kuruluşların etkisini zayıflatıyor." sözlerini işitiyoruz bir diplomattan. Bilgi vermeyen devlet, aynı zamanda bilgi ihtiyacı içinde görmüyor kendini. Sedat Laçiner, devletin ve çoğu partinin "her şeyi biliriz" havasında olduğunu, bu atmosferde farklı düşüncelerin ve düşünce merkezlerinin yeşermediğini düşünüyor: "Batı bilginin güç olduğunu fark etti uzun yıllar önce. Bizde ise kurumlar üretilen düşünceden faydalanmayı düşünmüyor. Biz paranın ve kaba kuvvetin gücüne önem veriyoruz. Ama bu kuruluşların gelişmelerine imkân vermek lazım." Laçiner'e göre kendi think-tank'lerimiz olmadığı için diğer ülkelerin operasyonlarına maruz kalıyoruz: "Bazıları think-tank adı altında bazı şeyleri empoze eden bir baskı kuruluşu işlevinde kuruluyor. Bir de düşünce kuruluşları oluşmasın, STK'ler ilerlemesin diye özelikle devlet kurumları tarafından kurulan 'sarı think-tank'ler var. Bunlar devlet zihniyetini savunuyor, düşünce de üretmiyorlar. Karşı tarafın düşüncelerini önlemek için çalışıyorlar. Bunların yanında yabancı ülkelere bağlı düşünce kuruluşları var. Türk örneklere göre başarılılar." TEPAV Direktörü Güven Sak'a göre devletin açıklığı-kapalılığı meselesi konuşulurken herkesin kendine bakması gerekiyor: "İşleviniz varsa finansı sağlamak da, karşı tarafın size açılmasını sağlamak da mümkün. Bu iş, hayatımı idame ettireyim diyerek yapılacak bir iş değil. Yaptığınız iş doğru soruya cevapsa, zaten o alan size açılıyor." Bir de 'ideolojik devlet' bakış açısı var ki burada da eksik olmuyor. Emekli Büyükelçi Murat Bilhan, bu kuruluşlara devletin destek vermesinden yana; ama bizzat devletin yaklaşımıyla ilgili şüpheleri var. "Farklı görüşlere toleranslı olması lazım, yoksa inandırıcılığı kalmaz. Ben SAM (Stratejik Araştırmalar Merkezi) başkanı olarak sivil toplum kuruluşlarıyla bir imaj toplantısı yapmak istedim. Çünkü her yerde imajımız kötü. Hayır denmedi; ama onu çağırma, bunu çağırma dendi. Baktım biz bize, diz dize olacağız. Böyle toplantı olmaz dedim. Bu tam bir kakofonidir, senfoni değil." SAHAYA İNEN DE VAR, TABELA İŞLEVİNDE OLAN DA Biraz da Türkiye'de think-tank'ler nasıl çalışır, neler üretir bahsine girmek gerekiyor, üniversiteler ve diğer araştırma kurumlarıyla farkını anlamak için. Bir düşünce kuruluşu uzmanının kaleme aldığı analizin bir akademisyenin yazdığı makaleden farkı nedir? Bir tarife göre düşünce kuruluşları öğrencisi olmayan üniversitelerdir. Bir akademisyenden farklı olarak, uzman sahaya çıkar, güncel ya da uzun vadeli konularla ilgili pozisyon oluşturuyor. Bilginin bir müşterisi var, bu genellikle devlet oluyor, dolayısıyla müşterinin isteği doğrultusunda ürün şekilleniyor. Eğer en doğru senaryoyu yakalar, karar alıcı da bunu uygularsa, sözgelimi hükûmetin Kuzey Irak politikasını, Kıbrıs'ta seçimden sonra nasıl hareket edileceğini, Ermeni sorunu ile ilgili tavrını düşünce kuruluşu belirlemiş oluyor. Diğer araştırma şirketlerinin analizlerinden farkı, bu analizlerin bazen 10-15 kişinin okuması için hazırlanmış olması. Ercan Çitlioğlu'na göre bir düşünce kuruluşunda uzman olmak için akademisyen olmak gerekmiyor. Doğrudan karar alıcının uygulayacağı analizler akademik makale gibi 'eylemsiz' değil. Akademik çalışmanın olmazsa olmazları; dipnotlar, anahtar kelimeler vs. gerekmiyor. "Analiz yapmak çok farklı bir olaydır. Amerika'ya baktığınızda CIA'de çalışan 3 bin analist var. Stratejik araştırma merkezlerinde 20-25 senesini Ortadoğu'ya vermiş uzmanlar var. Bizde ise stratejisi olduğunu söyleyen bir kişi Balkanlar'ı, Kafkaslar'ı, Orta Asya'yı, Ortadoğu'yu konuşuyor. Böyle bir şey mümkün değil. Bunun eksikliğini karşınıza bir Ortadoğu uzmanı çıktığında anlıyorsunuz Kuzey Irak'taki aşiretlerin tek tek isimlerini, reislerini, eğilimlerini size söyleyebiliyor. Bu emekli asker ya da üniversitede hoca olmakla yapılabilecek bir şey değil. Gerçekten o kurumda ya da o işte uzun yıllar çalışmış olmayı gerektiriyor. Türkiye'de kendisini Ortadoğu uzmanı olarak tanıtan tek bir insan var. Arapça biliyor mu acaba? Arapça bilmeyen bir kişinin Ortadoğu uzmanı, Rusça bilmeyenin Kafkasya uzmanı olması mümkün değil." Çitlioğlu eleştiriyor ama ümitsiz de değil; adaptasyon yeteneği sayesinde, geç keşfettiğimiz bu alanda hızla ilerleyeceğimizi düşünüyor. Türkiye'de düşünce kuruluşları çeşitli konularla ilgili raporlar ve analiz bültenleri yayımlıyor. TOBB'a bağlı TEPAV isminden de anlaşıldığı üzere ekonomi üzerine çalışıyor ve çalışma yöntemi biraz da kendine özgü. TEPAV Direktörü Güven Sak, "Biz mutabakat zemini oluşturmaya çalışıyoruz." diyor. Şimdiye kadar yurtdışında, yurtiçinde pek çok işbirliği yapmışlar. Bakanlıklar, DPT, Hazine, Dünya Bankası, AB, işçi ve işveren sendikaları... TOBB'un meşhur Filistin İsrail projesi, hâlihazırda sürdürülen Pakistan Afganistan görüşmeleri TEPAV'ın yurtdışı ayağını oluşturuyor. "Biz analiz yapıp isterseniz bakın demiyoruz. Biz bütün tarafları masa etrafında toparlayıp bir tartışma oluşturuyoruz. Sonra da tarafların ortak bir noktada buluşmasına çabalıyoruz. Sonuç da, sorun da, çözüm de onların." BİZİM İÇİN 5-10 KİŞİ ÖNEMLİ TEPAV'ın çıkış tarihi 2001 krizinin hemen ertesine rastlıyor, dolayısıyla ekonomik istikrar programının korunması öncelikleri arasında. Bu bağlamda ekonomi etütleri, mali izleme raporları, AB süreci kapsamında enerji, sanayi ve ekonomik etki analizleri önem arz ediyor onlar için. Kendilerine göre en büyük şansları, TOBB gibi Türkiye'nin en örgütlü topluluğu sayesinde hem analizlerini duyurabiliyor olmaları hem de etki alanı oluşturabilmeleri. TOBB Üniversitesi'yle aynı alanda faaliyet gösteren kurumun 15'i idareci olmak üzere 50 çalışanı var. Güven Sak yaptıklarının akademik çalışmadan farkını, "Biz günlük hayata ilişkin politika önerileriyle ilgileniyoruz. Durum tespiti bizi çok fazla ilgilendirmiyor. Üniversite öğretim üyesi model kuruyor, biz de o modeli belli spesifik bir olayda kullanıp ertesi gün hükûmetin uygulayabileceği bir çözüm önerisi sunuyoruz. Biz fen bilimleri hocasından çok hekim gibiyiz." Sedat Laçiner, kendi ürettiğimiz rapor ve analizler geniş kitlelere duyurulsun diye bir kaygı taşımıyor. "2004'te kurulduk. Karar alıcı mekanizmanın en çok kulak kabarttığı kuruluş olduğumuzu hissediyoruz. Bizi izliyorlar, farkındayız. Öyle herkese dağıtmayız, 10-15 kişiye veririz. Kuzey Irak operasyonunun öncesinde verdiğimiz raporun katkısı olduğunu söylediler. Bir de bizim raporları öngöremiyorlar. Sahada çalışarak bu yazıları yazıyoruz. Sahayı bilmeden, vatan millet Sakarya diyerek rapor yazan da var." İlk baştan beri Ülker'in desteği ile çalışmalarını sürdüren ASAM'ın başkanı Faruk Loğoğlu, "Biz bir özel sektör, bir sivil toplum kuruluşuyuz." diyor. ASAM, Türkiye'nin güvenliğini, dış ilişkilerini ilgilendiren konularda günlük analizler yapıyor ve internetten yayımlıyor. Ayrıca 4 aylık yayınları var. "Dışarıdan gelen yüksek seviyeli şahsiyetlere konuşma ortamı sağlıyoruz. Yabancı bir devlet başkanı geliyor, İran'ın nükleer işleriyle ilgili kişi geliyor, İsrailli yetkili geliyor. Bunlara ASAM kürsüsüne açıyoruz, Ankara'nın ilgili diplomatik çevrelerini ve medyayı buraya davet ediyoruz." diyor Loğoğlu. ASAM'ın devlet kurumlarının hepsiyle, askerlerle, dışişleriyle, bakanlıklarla ilişki içinde olduğunu söylüyor. "Burada önemli olan ilişkinin şeffaf olması. Gizli kapaklı bir iş yapılabilir, ama bir sivil toplum kuruluşu böyle bir şeyin faaliyet alanı değil." Loğoğlu geçtiğimiz ay Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün bazı strateji kurumu başkanlarını Çankaya'da ağırlamasını takdire şayan buluyor ve devlette artan ilginin göstergesi olarak yorumlanabileceğini söylüyor. Amerika'da think-tank'lerle ilgili en büyük sorun herhâlde bunların özel şirketlerin lehine devleti etkilemek amacını gütmesi olabilir. Sonuçta bazı çıkarlar söz konusu. Türkiye'de düşünce kuruluşları emekleme evresinde olduğundan bizim için böyle bir sorundan söz edilemez. Bütçe ve yetişmiş eleman kısıtlılığı, bürokratik yapının bilgi kıskançlığı ve kapalılığı dile getirilen en önemli sorunlar. Hâlen yasal bir mevzuatı bile olmayan düşünce kuruluşlarıyla ilgili birbiriyle çelişik bir sürü şüphe dolaşıyor ortalıkta. Bir taraftan millî değil suçlaması yapılırken, bir taraftan da 'devletin ağzıyla konuşmak'la itham ediliyor. Hasan Celal Güzel, devletin kendi kurumları veya düşünce kuruluşları yoluyla psikolojik harp yapamadığı ve olayları yönlendiremediği eleştirisinde bulunuyor mesela. Bunun yanında, dış ve iç kaynaklı olduğuna bakılmaksızın bizatihi kurumların psikolojik harp enstrümanı olarak kullanıldığını iddia edenler de var. Ankara'da mukim bu kuruluşların devlet sistemi içinde nasıl rol oynadıkları ile ilgili oluşmuş tam bir kanaat yok. Millî mi, gayri millî mi bahsinde İbrahim Kalın'ın bir sözü var. "Bence bunları aşmak lazım; çünkü bu kuruluşlar Türkiye'nin faydasına. Türkiye'nin dışa açılma kapısı bunlar. Dış dünya gelip size soruyor Türkiye'yi. Bilgi çeşitlenmesinin getirdiği bir zenginlik de var." Hâlen görevde olan bir diplomat ise Türkiye'deki düşünce kuruluşlarının uzun vadeli projeksiyonlar yerine gündelik tartışmalara dâhil olmalarını vakit kaybı ve önemli bir sorun olarak değerlendiriyor. Para nerden geliyor, finansman nasıl sağlanıyor? Devlet istemiyor, özel sektör desteklemiyorsa... Muadil yabancı kuruluşlarla bazı çalışmalar yapılıyor, bu ortak çalışmalarda paranın yabancılardan çıktığı görülüyor. AB kaynakları kullanılıyor; şimdiye kadar kullanmayanlar da kullanacaklarını söylüyor. Ya da ilgili devlet kurumu hizmet satın alıyor. Sözgelimi TASAM Afrika Kongresi ve Balkan Zirvesi'ni Dışişleri Bakanlığı'nın da desteği ile gerçekleştirdi. TEPAV yüzde yüz TOBB kaynağı ile yola çıktı, şimdilerde projelere dış kaynak bulmak suretiyle bu oranı yüzde 50'ye indirmiş durumda. Düşünce kuruluşlarında sermaye önem kazanıyor. Hem Çitlioğlu, hem İbrahim Kalın Türkiye'de bir strateji kurumunun hayat bulabilmesi için en 1 milyon dolara ihtiyacı olduğunu söylüyor. Amerika'da milyar dolardan söz edilirken en küçüğünün bütçesi 10 milyon dolardan başlarken, Türkiye için iyi bir sermayeden söz edemeyiz. Bilhan bütçenin büyük bir sorun olduğu, para olmazsa think-tank'lerin tabela kuruluşuna dönüşeceği kanaatinde. "Houston Enstitüsü'ne verilen paranın yarısını bize versinler, hem ABD politikasını en az Türkiye'nin etkilendiği kadar etkiler, hem de ABD'deki başkanlık seçiminin kaderini değiştirebiliriz." diyor Laçiner. Think-tank yeni ve uzun bir bahis; analizler, senaryolar, devletin ali menfaatleri içinde 'demokrasi'ye bir yer açılması temennimiz, aksi işaretler olsa bile... Uluslararası İlişkiler Uzmanı Prof. Dr. Hasan Köni: TANK VAR, THİNK YOK Gerek Avrupa ülkelerinde, gerekse Türkiye'de bu Amerika'daki stratejik araştırma kurumlarından örnek alınarak, resmî kurumların dışında fikir yaratma, araştırma yapma olanağı bulunmaya çalışıldı. Birtakım kurumlar kurulunca, devlet üniversitelerine bir yazı gönderildi siz de kurun diye. Üniversitedekiler yürümedi. ASAM'a gittik hepimiz. Niye gittik? Ayrıca para veriyordu. Amerika'da, bu kurumlarda hazırlanan araştırmalar, yazılar okunuyor, değerlendiriliyor. Bizdekiler dışarıdan olanı kabul etmiyor. Ortadoğu çalışıyorsunuz, dışişleri size kapalı, genelkurmay tümden kapalı. Ne yapacaksınız? Türkiye'de maalesef yürümüyor. Eski diplomatlar, eski askerler... Tekaütler bizde sorun. Amerika'daki think-tank'ler her şeyi açık konuşturuyorlar, her şeyi eleştiriyorlar, önemi oradan geliyor. Şimdi bizdeki eski diplomat kendi politikasını eleştiremiyor, arkadaşları da vardır, askerse orduevine giremez biliyorsunuz cezalandırma metotları var. Birkaç öğretim üyesi kalıyor. O zaman bu think-tank değil, kendi aralarında vakit geçirme oluyor. Bir toplantı yapılıyor, 120 Avro harcanıyor. Biri televizyona çıkıyor fikirlerini yayabilir, öbürü genelkurmaya söyleyebilir denilerek insanlar çağrılıyor. Amaç bir etki oluşturmak. Bunu göze almıyorsanız, kendi aranızda yiyip içmiş oluyorsunuz. Amerika'da özel sektör "Ben üretiyorum, devletin yönetim sisteminde de söz sahibi olmak istiyorum." diyor. Bizde olmuyor. Mesele demokrasi ile alakalı. Okuduğun siyaset bilimindeki demokrasi var mı, olabiliyor mu? Yani biz de "tank" kısmı var, "think" kısmı yok. Amerika'da tutulmasının nedeni, üniversiteler var, dışişlerine giriyorsun ya da think-tank'lerde çalışıyorsun. 50-60 think-tank var. Niye Washington'da bu kadar Musevi think-tank'i var? Hazırlanan bilgiler, raporlar devleti etkilediği için. Askerî mantıkla bu think-tank'ler yürümüyor. Konuşamıyor. Bilimsel düşünce eleştireldir. Sadece karşısındakini eleştirebiliyor, kendisini değil. Amerika'ya dokunulamaz, İsrail'e laf söylenemez, askerî konularda eleştiri getirilemez, dışişleri çok fazla tenkit edilemez. Hükûmete bir şey söylenemez. O zaman... TEPAV Direktörü Güven SAK: YA HÜKÛMET YANLISI YA DA KARŞITI OLUYORSUNUZ Mademki politika tasarım süreci şeffaf bir şekilde bir masanın etrafında yapılıyor, o masada sandalyeler alalım, oturacak yer alalım diye başladık. Amerika'daki bazı think-tank kuruluşlarına bazı arkadaşların girmesini sağladık, ondan sonra da böyle bir açık tartışma, mutabakat zeminini sürekli koruyacak sürecin oluşturulmasının Türkiye'ye faydalı olacağını düşündük. TEPAV böyle ortaya çıktı. Biz genellikle ihtilaf çözme mekanizması olarak işliyoruz. Türkiye'de politika tasarım sürecine katkıda bulunmak istiyorsanız bunun ana zorluğu insanların meseleleri tek başına ele almıyor olmaları. Önce bir taraf oluyorlar, ondan sonra meseleleri inceliyorlar. Dolayısıyla Türkiye'deki ana zorluk ya hükûmetten yana oluyorsunuz ya da hükûmete karşı... Hâlbuki öyle değil. Parlamento, hükûmet, bürokrasi nerede yoğunsa bizim de orda olmamız gerekiyor, biz de buradayız. Bütün kamu kurumlarıyla birlikte çalışıyoruz. Olaylara şöyle bakıyor olmamız lazım artık bizim. "Tamam, Amerikalılar, Fransızlar böyle diyorlar ama acaba benim için de en uygun şey o mu? Yapılması gereken şey o mu? Acaba Amerikalılar onu öyle değil de böyle yaparlarsa hem bizim hem onlar için daha iyi olmaz mı? Gidip bunları onlara anlatsak." diyebileceğimiz politik seçeneklerin daha da fazlalaştığı bir dönemdeyiz bence. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün düşünce kuruluşları ile ilgili Çankaya'da yaptığı açılım düşünce kuruluşlarına ilgiyi çekmek açısından son derece iyi. En azından bizimle ilişki kuracak kamu kurumlarını daha rahatlatacak bir şey. Brookings Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Dr. Ömer Taşpınar: ABD'DE HER ŞEY THİNK-TANKLER ÜZERİNDEN YÜRÜYOR - ABD'de think-tank'ler nasıl ve hangi ihtiyaca karşılık doğdu? Bu kurumların mazileri 100 yıldan eski. Siyasetçilerin politika üretmekte zorlandığını düşünen akademisyenler, siyaset ile akademik alan arasında bir köprü oluşturmak için kurmuşlar bu kurumları. Bu kuruluşlardan ilki de Brooking Enstitüsü. Daha çok ülke meselelerine yönelik, yani dış politika, iç politika, ekonomi, belediyecilik gibi toplumu ilgilendiren alanlarda faaliyet gösteriyor. Amerikan demokrasisi lobiciliğe de açık olduğundan think-tank'ler sistemdeki yerini kolayca bulmuş. Kendi ajandalarına göre belli pozisyonlar alıyorlar ve düşüncelerini kongreye, halka ve basına anlatıp, savunuyorlar. Genel manada bir düşünce pazarı olarak düşünün, o düşünce pazarında kendi fikirlerini ön plana koymaya çalışıyorlar. Bu pazarı ABD'deki Museviler iyi kullanıyor, çok ciddi para akıtıyorlar. 6 milyon nüfuslarına rağmen güçlü olmaları da bundan. - İlk olması hasebiyle Brooking Enstitüsü'nü biraz açar mısınız? Amerika'daki en eski think-tank Brooking Enstitüsü. 1903 yılında kurulmuş. Zengin bir iş adamı olan Robert Brooking ölmeden önce devlete büyük bir veraset vergisi bırakmamak için bu vakfı kuruyor ve vakıf zaman içinde böyle bir düşünce kuruluşu hâline geliyor. Bugün tam zamanlı çalışan araştırmacı sayısı 52; ama yardımcılarla ve diğer çalışanlarla 350'yi buluyor. Ekonomi ve dış politika bölümü çok güçlü. Bizden farklı olarak sadece bir alanda uzmanlaşanlar da var. Mesela Council of Foreign Relations dış politika alanında yoğunlaşmıştır. - Dev bina ve bütçelerden söz ediyorsunuz. Peki kim, neden para veriyor bu kuruluşlara? Amerika'da her şey baskı grupları, çıkar grupları üzerinden yürür. Bu ülkede her şey toplumu etkilemek, basını etkilemek, çıkar gruplarını etkilemek üzerine kurulur. Bizim bütçemiz Brooking'in bıraktığı vakıftan geliyor. Genelde bağışlardan veya vakıflardan geliyor. İkinci olarak da fonlar var. Mesela Ford Foundation gibi. Bunlar sunulan projelere destekte bulunuyor. Zengin ailelerin kurduğu vakıflar think-tank'lere destek de sağlıyor. Türkiye'de TESEV veya KOÇ Vakfı da böyle çalışıyor. Think-tank'ler proje bazında olsun, bağışta olsun bu vakıfları ciddi olarak kullanıyor. - Peki, bu kuruluşların sesi güçlü çıkıyor mu ABD'de? Prestijli think-tank'ler var. Bunların içinde tarafsız olanlar, ideolojik olanlar ve çok fazla angaje olmuş radikaller de var. Mesela ideolojik American Enterprise Institute neo-konservatiflere çok yakın. Heritage Institute Cumhuriyetçilere yakın, ama yine neo-konservatifler. Bunlar ideolojik think-tank'lerdendir. Mesela bir Hudson Institute o kadar kaliteli bir think-tank değil. Küçük bir think-tank'tir ve pek itibar görmez. Ama bir American Enterprise Institute öyle değildir. Bir ağırlığı var. Prestijlileri ve bütçeleri, çalışanlarının ne kadarının geçmiş hükûmetlerden geldiğine bağlı. Çünkü burada bir sistem var, hükûmetten ayrılan partinin üst düzey görevlileri yeni seçimlere bu think-tank'lerde hazırlanır, görüşlerini savunur. Politika hayatından kopmamak için think-tank'lerde sipere yatarlar ve mevcut hükûmeti eleştirirler. Kendi dönemlerini beklerler ve kendine yakın bir hükûmet iktidara geldiğinde kaliteliler yeniden hükûmete dönerler. Kalitesizler yine düşünce kuruluşlarına kalır. Bundandır ki bu kurumların etkisi fazla ABD'de. - Fikirlerini nasıl savunuyorlar? Bu kuruluşlardaki uzmanlar tarafından kaleme alınan ve akademik yazılardan daha az teorik olan analizler kongre, hükûmet, basın ve ilgili birimlere gönderiliyor. Daha çok günlük tartışmaları konu edinen yazılardır bunlar. Akademik makalenin yayımlanması çok daha uzun ve zahmetlidir ama o yazıları akademisyenlerden başka kimse okumaz. Think-tank analizleri ise gerçekleri anlatmak zorundadır. Dip notu da olur ama halkın anlayabileceği şekilde yazılmıştır. Sonra da bir algı oluşturma safhasına girilir. - ABD'den Türkiye'deki think-tank'ler nasıl görünüyor? Aslında Türkiye ve Avrupa için bu kavram ve kuruluşlar oldukça yeni. Bundan dolayı daha devletçi bir sistemleri var. Bütçe ve yetişmiş uzman sorunları var. Raporların dilleri çok kötü olduğundan yurtdışında pek okunmuyor. TESEV, ASAM ve SETA biraz iyi gibi ama diğer zayıf kuruluşların yazdıklarına hiç bakılmaz. Yetersiz uzmanlar Türkiye'de belki kabul edilebilir ama ABD'de bu düzeydeki uzman kabul görmez. Mesela ABD'de askerî uzmanlar da pek ciddiye alınmaz. Ama Türkiye'de alınıyor. Güney Asya Analiz Grubu (SAAG) Strateji Danışmanı Dr. Subhash Kapila: "HİNDİSTAN'IN İLK THİNK-TANK'LERİNİ DEVLET KURDU" Think-tank'ler Hindistan'da 1990'lardan itibaren güçlü bir şeklide görülmeye başladı. Bu ülkenin ekonomik kalkınmasına ve aynı zamanda dünya sahnesindeki yerini almasına da bağlıydı. Zaten ekonomi ve güvenlik alalarında yaşanan sıçramayı mevcut birkaç aydının değerlendirmesi ve gerekli fikriyatı oluşturması güçtü. Hükûmet bu kuruluşlara fon verdiği, onları sübvanse ettiği için güvenlik ve diğer ulusal konularda bağımsız olmaları beklenemedi. Bugün bir kısmı üniversiteler bünyesinde olmak üzere devlet politikaları, ulusal ve uluslararası güvenlik, strateji konularını çalışan düzinelerce kurum var. 1999'da kurulan SAAG'da ise durum biraz farklı. Ne devlet tarafından kuruldu veya desteklendi ne de yurtdışından bu ve buna benzer bir finansal bağı var. Durum böyle olunca, imkânlar sınırlı olduğu için diğer think-tank'lerin aksine panel, seminer ve konferans organize etmiyor. Böyle bir yapısı da yok. Diğer taraftan bu çok detaylı olmayan yapıda dünya çapında ve ulusal çapta akademik, stratejik analizler ortaya konuluyor. SAAG'ın sitesinde sunulan bu analizler birçok karar alıcı tarafından inceleniyor. SAAG özellikle ulusal güvenlik ve dış politika alanına odaklanıyor ve ürettiği analizler illa ki devlet mekanizmalarının doğrultusunda olmasına çalışmıyor. Devletten bağımsız olan SAAG, bu kritik analizleri objektif olarak kaleme alabiliyor. Çünkü SAAG'ın devlet ve onun hiçbir kurumuyla bağlantısı yok ve devletin gündemine bağımlı kalmıyor, o doğrultuda çalışmıyor. Bundan dolayıdır ki yazıları yurtiçi ve yurtdışında birçok site tarafından kaynak gösteriliyor. SETA Genel Koordinatörü Dr. İbrahim Kalın: ANİ GELİŞMELER ÜZERİNE BEYİN FIRTINASI YAPIYORUZ Düşünce kuruluşları uzun dönemli fikir üreten üniversiteler ile günlük kararlar alan karar alıcılar arasındaki bir köprü mahiyetinde. Bu kuruluşlar birinci olarak belli konularda karar alıcıları etkilemeye çalışır. Mesela Kyoto Anlaşması'nın onaylanması veya onaylanmaması için bir lobi faaliyeti yapabilirler. Bu diğer taraftan da kamuoyunu etkileme ve kamuoyu oluşturmadır. Burada partizanca ve ideolojik kabuller olmaması lazım. Bu çalışmaların hemen dönüşünü de beklememek lazım. Son yıllarda AB sürecinden dolayı hükûmette, devlette bir açılım var; ama tam yeterli değil. Devletin bu kuruluşları beklentisiz desteklemesi lazım. SETA; ekonomi, toplum, medya, politika, uluslararası ilişkiler gibi birçok alanla ilgilenmeye çalışıyor, ama aslında yeterli değil. Her bir alan için keşke bir SETA olsa. Bölge ve dünya ile rekabet edebilmek için her an ciddi bilgiye ihtiyaç var. Bu kuruluşlar ülkenin dinamizmini de artırıyor. Çalıştığımız konuları sürekli takip eden uzmanlarız, masalarımız var. Ani gelişmeler üzerine beyin fırtınası da yapıyoruz. En önemlisi sahaya gidip olayı, gelişmeyi yerinde inceliyoruz. Bir de SETA gibi kuruluşlar dünyadaki benzer kuruluşlarla bir network de oluşturuyor. İslam âleminde bu kuruluşlar yok ya da çok az. Demokrasi arttıkça bu ku
20 Ağustos 2008 07:03
DİĞER HABERLER