Paçaları kanlı pantolonun hikayesi

Paçaları kanlı pantolonun hikayesi
12 Eylül'de yapılacak referandum süreci 12 Eylül darbe sürecinde yaşanan hukuksuzlukları, işkenceleri ve zulümleri 30 yıl sonra tekrar hatırlamamıza sebep oldu.
12 Eylül darbesinin üzerinden 30 yıl geçmesine rağmen o dönemde yaşananlar hala taze. Bugünlerde sağcısıyla solcusuyla herkes o dönemde yaşadıklarını hatırlıyor. Ve fırsat bulduğu ortamlarda anlatıyor. O dönemde Türkiye'nin her yerinde genç yaşlı ayrımı yapılmadan yapılan işkencelerin hikayelerini duyunca bile insanların tüyleri ürperiyor. İşte o dönemde yaşanan bir hikaye. Yeni Şafak Gazetesi yazarı Dücane Cündioğlu bize hikaye gibi gelen kendi hakikatini anlatıyor Paçaları kanlı pantolonun hikayesi — "Karşı kapı açıldı. Ondört kişilik tomsonlu asker eşliğinde yavrumu çıkardılar, götürdüler. Az sonra da bizi götürdüler. Hepimiz bir tuhaf olduk. Neydi bu korku? Benim çocuğum hırsız değil, katil değildi. Ailesini görmeye bunca askerle mi çıkacaktı? Az sonra da bizi götürdüler. Selimiye'nin üst katında bir oda: Sağda solda birer masa, üst rütbeli subaylar oturuyor. Münir'i oturtmuşlar bir koltuğa, bizi de karşısına oturttular. (...) O arada ben, "Yavrum, pencereden deniz görünüyor, ona bak. Ananın mihnetli, yaşlı, kederli yüzüne bakma!" diyorum, gülümsüyor. 10-15 dakika sonra "Görüş tamam!" dediler. Önce onu aldılar götürmek için, ben arkasından fırladım. Merdivenden inileceği sıra sordum: — Çok mu işkence yaptılar? Başını salladı 'evet' yerine. Çünkü yüzü gözü bir tuhaftı, gözler doluydu. Demek ki beş-altı ay görüştürmeme nedeni işkence izlerinin geçmesini beklemekmiş." Bu sahneyi bize, bu ülkenin bahtsız analarından biri, 68'li yılların devrimcilerinden Münir Ramazan Aktolga'nın annesi Muazzez Aktolga Hanımefendi aktarıyor. (Bir Annenin 68 Anıları, s. 113, İstanbul, 2000) * * * Bu satırların sizlerde ne tür düşünceler, ne tür hisler uyandırdığını/uyandıracağını bilemiyorum; fakat itiraf etmeliyim ki beni fevkalâde etkiledi. Yukarıdaki satırları okurken kitabı elimden bıraktım, bir süre odamda dolaşıp durdum; hüzünlenmiştim çünkü. Uzun uzun düşündüm, geçmişi hatırladım, öyle ki kâh gülümsedim, kâh hüzünlendim. Sonra tekrar okumaya başladım ve sayfaları çevirdikçe içimdeki düğüm daha da buruldu. Sabah ezanları okunmaya başladığında kitabın sonuna gelmiştim. Muazzez Hanım bana çok yakından tanıdığım bir gencin annesini hatırlatmıştı; işkence sırasında geçici felç geçiren bir gencin annesini. Yıllarca cezaevi cezaevi dolaşan, oğlu yüzünden korkutulan, incitilen, acı çeken başka bir anneyi. Hikâyesi şöyleydi aklımda kaldığı kadarıyla. * * * 1979 kışında onbeş gün boyunca işkence gören genç, cezaevine gönderilmek üzere Selimiye Kışlasına (mahkeme) sevkedilir ve nöbetçi savcı tarafından sorgusu yapılır. Henüz 17 yaşındadır. İşkence gördüğünü söyler. Elbiselerini çıkarır. Askerî savcı vücudundaki morluklara, yaralara, yanıklara bakar. Yüzü gözü zaten şiştir delikanlının. Ayakları lime lime edilmiştir. — "Ben birşey göremiyorum" der askerî savcı tebessüm ederek. Genç dehşet içinde savcının gözlerine bakar "Nasıl göremiyorsunuz?!" der gibi. Evet, "der gibi" bakar ama demez, diyemez. Bilinen numaradır: görülmemesi gerekenler görülmez, görülmeyenler yazılmaz. Dolayısıyla tutuklanıp Maltepe Askerî Cezaevi'ne yollanır. Cezaevinde rapor almak için yetkililere müracaatta bulunursa da ancak üç ay sonra muayene edilmesine izin verilir. Cezaevindeki ilk ziyaret günü, gözü yaşlı annesinin de ziyaretçiler arasında olduğunu öğrenir. Annesi henüz kabine girmeden önce, arkadaşları, ayakta zor duran gencin kollarına girerek onu kabine götürürler. Kabin camına yaslanarak annesini beklemeye başlar. Oğlunun başına gelenleri şöyle böyle duyan ve fakat bir türlü inanmak istemeyen kadıncağız heyecanla ve yaşlı gözlerle içeri girer. Oğluna sarılmak hissiyle ellerini cama doğru uzatır ve merakla, şefkatle sorar: — "Yavrum nasılsın?" Oğlu tebessüm eder, "Gördüğün gibi gayet iyiyim anacığım" diye cevap verir. "Sana işkence yaptılar mı oğlum?" sualine cevap alamaz. "Çok mu?.." diye yineler sualini. Delikanlı susar, yan tarafta dikilen askerlere bakar, sonra —biraz da dudak bükerek— "Yok canım" der; "işte bilirsin birkaç tokat." Annesinin meraklı gözleri, oğlunun üzerinde izler arar; meşum izler... Fakat evlâdını yalancı çıkarmak istemez ve "Bu yüzünün gözünün hali nedir o halde?" demez. Sadece kısa bir süre bakışırlar. Görünen değil, görünmeyenler merak edilir ya bu durumlarda, kadıncağız da heyecanla "Niye dik durmuyorsun? Ayaklarında birşey mi var?" diye sormaktan kendisini alamaz. Delikanlı gayr-ı iradî hemen doğrulur; "Bak birşeyim yok!" der kızgın bir tonla; "Anacığım sen de amma evhamlısın, sana birşeyim yok diyorum ya!" Sonra bildik hatır sormalar, oradan buradan havadisler, selamlar, istekler ve ziyaretin bittiğini bildiren uğursuz zil sesi. Oğul yerinden kıpırdamaz; ziyaretin bittiğine sevinmiş gibidir. Anne ise bu kısa görüşmeden hiçbir şey anlamamıştır. Oradan ayrılmak, oğlunu terketmek istemezse de askerlerin uyarısıyla hemen toparlanır; çaresiz, o yaşlı gözleriyle oğluna baka baka dışarı çıkar. Hemen ardından arkadaşları gelir ve gencin kollarına girerek onu koğuşuna götürürler. * * * O gençten bu hâdiseyi dinlediğimde, "İyi ki anacığın bu durumunu görmemiş. Vartayı iyi atlatmışsın" kabilinden aptalca birşeyler söylemeye çalıştığımı hatırlıyorum. Gözyaşlarını saklamaya çalışıp "Nerede bizde o talih?" diye mukabele etmişti: — "Öyle büyük bir hata yapmışım ki hâlâ unutamam. Üzerimde neyim varsa, anam görmesin diye çöpe attırmıştım; iç çamaşırlarımı, gömleğimi, kazağımı, hatta çoraplarımı bile. Fakat nasıl olmuşsa eve gönderilmek üzere hazırlattığım torbanın içerisine diğer eşyalarımla birlikte pantolonumu da koymuşlar. Bir dahaki hafta ziyarete babam tek başına geldi. Meraklanıp annemin niçin ziyarete gelmediğini sordum; önce söylemek istemedi. Israr edince dedi ki: — "Pantolonun yüzünden. Ağı baştan başa yırtılmış o paçaları kanlı pantolonun yüzünden." * * * Bir Annenin 68 Anıları adlı hatırattan hareketle siyasî içerikli bir yazı yazmaya karar vermiştim. Fakat niyetlendiğim gibi olmadı; başka bir yazı çıktı ortaya; annelerle ilgili bir yazı. Kimbilir belki Münir Aktolga'nın "Herkesin annesi güzeldir; bütün anneler güzeldir!" sözünün etkisinde kaldığımdan dolayı ya da kimbilir belki de "Hep yazarlar yazıları yazmaz, bazen de yazılar yazarlarını yazarlar" hurafesi karşı konulamaz bir hakikat olduğundan dolayı. Evet, kim bilebilir? * * * Bu yazım ilk kez 12-18 Ocak 2000 tarihli haftalık 'Gerçek Hayat' dergisinde yayımlanmıştı. Daha sonra aynı yazı 'Arasokakların Tarihi'nde yer aldı. Bakıyorum da yazının üzerinden on, hikâyenin üzerinden ise otuzbir yıl geçmiş. Şimdi küçük bir ayrıntıyı açıklığa kavuşturmak zamanı. İlk kez. 12 Eylül'de sandığa gidecekler arasında anneler de olacak. Bir zamanlar yüreği evlat acısıyla kavrulmuş anneler... Çocuklarının saçlarını okşaması gereken o mübarek elleriyle onların kanlı pantolonlarını yıkamak zorunda bırakılan anneler... Pek tabii ki benim annem de... Evet, yanlış okumadınız, ağı baştan başa yırtılmış o paçaları kanlı pantolonu yıkamasına bir türlü mâni olamadığım benim o güzel annem de... Hikâye dediğime bakmayınız, yıllar önce okuduğunuz hikâye benim hakikatimdi. Onyedi yaşımdaki hakikatim.
11 Ağustos 2010 16:22
DİĞER HABERLER