Samanyoluhaber yazarı Prof. Dr. Osman Şahin Pazartesi yazısında ' İnsanların ekserisi, şirk koşmaksızın Allah’a iman etmezler' başlıklı yeni bir seri yazı dizisine başladı
PROF.DR. OSMAN ŞAHİN- SAMANYOLUHABER.COM
Kur’an’da “Sizi de yaptığınız şeyleri de yaratan Yüce Allah’tır.” (37/96) buyurulmaktadır. Yaratmanın her türlüsünün Allah’a (celle celâluhu) ait olduğu hatırlatılarak, şirke düşülmemesi hususu talim edilmektedir.
Üsdat Hazretleri İkinci Şua’da, Resul-i Ekrem’in (aleyhissalâtü vesselâm) çok yaptığı yeminlerden “Muhammed'in hayatı kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki…" kasem-i Nebevi’sinden çok önemli bir tevhid dersi çıkarmaktadırlar. Bu yemin ders verir ki; kâinatın en geniş dairesinden en küçük daireye kadar, en üç noktasına varıncaya kadar ve hatta en küçük ayrıntılara kadar her şey Zât-ı Vâhid-i Ehad'in kudretiyle ve iradesiyle meydana gelmektedir.
Çünkü, bütün yaratılanlar içerisinden süzülerek seçilen ve insanlığın iftihar tablosu olan Hz. Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselâm) nefsi bile kendi kendine malik değilse, yaptıklarında serbest hareket edemiyor ve hareketleri başka bir iradeye bağlı bulunuyorsa, elbette hiçbir şey, hiçbir ferd, hiçbir icraat, hiçbir hal, hiçbir keyfiyet, küçük ve büyük her şey, o her şeyi kuşatan iktidarın ve her şeyi kapsayan o irade ve ihtiyarın tasarruf dairesinin dışına çıkamaz.
Bu, kâinat ağacının her bir zerresi için geçerli olan, istisnası bulunmayan bir hüküm ve hakikattir. “Gaybın anahtarları O’nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olan her şeyi bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi O bilir. Yaş kuru ne varsa hepsi “Kitab-ı Mübîn”dedir.” (6/59)” ayeti de buna işaret eder. Kur’an, baştan sona bize bu tevhid derslerini vererek, şirkten uzak durmamız hususunda sürekli tahşidat yapmaktadır.
ÇOK KARIŞTIRILAN HUSUS; İKİ ŞEYİN BİRLİKTE GERÇEKLEŞMESİ-İKTİRAN
Bütün kâinatta görülen ve hükmü geçerli olan, Allah’ın (celle celâluhu) Hakim isminin tecellilerinden olan, zahiri sebepler ile neticeleri bir arada yaratmasından, yani iki şeyin beraber vücuda gelmelerinden veya beraber bulunmalarından (bu birliktelik iktiran olarak ifade edilmektedir) dolayı, ortaya çıkan şeylerin o görülen zahiri sebepler eliyle meydana geldiği gibi büyük bir yanlış içerisine düşülmektedir.
Ayrıca, bir şeyin, bir nimetin vücuda gelmesi için gerekli yüzlerce zahiri şartlar vardır. Dolayısıyla, bunlardan biri gerçekleşmeyince o şey vücuda gelmez. Buna binaen, o şart gerçekleşmediğinde, o neticenin ortaya çıkmadığına bakılarak, zannedilir ki, o şeyin vücuda gelmesindeki asıl sebep budur. Bu yanlış yaklaşımın neticesinde, bu sebebe karşı bir şükür, minnettarlık ve tazim gösterilir.
Böyle olunca da, hakiki yaratan, hakiki sebep, o nimetleri kudretiyle ve ilmiyle yaratan ve hikmetle vermeyi irade eden Zât unutulmakta, görülememekte, bilinememekte ve O’na ait bütün bu yaratmalar, fiiller ve icraatlar zahiri sebeplere verilmektedir. Bunun neticesi de, insanların sözlerine, düşüncelerine ve davranışlarına aksetmekte ve şirk olarak ifade edilebilecek yaklaşımların, hallerin ve tavırların sergilenmesine yol açmaktadır.
Bu savrulmalar sonucunda, hem inananların hem de inanmayanların ifadelerinde “doktorun uyguladığı tedavi beni iyileştirdi”, “eğer o olmasaydı ben açlıktan ölürdüm”, “onun sayesinde bu günlere geldim”, “çok çalışarak bu başarılara ve nimetlere ulaştım”, “aklım, zekam ve ilmimle bunları elde ettim”, “ben yaptım!, ettim!, çattım!, başardım!” , “annem ve babam beni besledi, yedirdi, içirdi”, “eşimle beraber çocuk yapmaya karar verdik veya yaptık” gibi, Kur’an’da lanetlenen insanların sözlerine benzer söylemler ortaya çıkmaktadır.
Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ), bütün dualarında şirk olan böyle söylemler yerine, her zaman tevhid ifade ve tâlim eden beyanlarda bulunmuşlardır. Bunun bir örneğini, bazı yemek dualarını birleştirmek suretiyle verelim: “Allahım, yedirdin, içirdin, başkalarına muhtaç bırakmadan bol bol verip hoşnut ettin, hidayet ettin ve hayat bahşeyledin. Doyuran, içiren, boğazdan kolayca geçiren ve ona çıkış yolları yaratan (def-i hacet imkânını veren), benden bir güç ve kuvvet olmaksızın bu yemeği bana yediren ve onu bana rızık olarak ihsan eden, bize yetecek derecede nimetler ihsan eden, bizi barındıran, merhamet eden ve bizi suya kandıran Allah’a hamd olsun.”
Görüldüğü gibi, “yedim, içtim, yaptım, başardım, ettim vs.” gibi kelimeler asla kullanılmamakta, her seçilen kelimenin üzerinde bir tevhid mührü bulunmakta ve her şey hakiki sahibine, Cenab-ı Hakka verilmektedir.
Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) sözlerinde de aynı hassasiyeti görüyoruz: “O’dur beni yaratan ve hayat imkânlarını veren, maddeten ve mânen yol gösteren. O’dur beni doyuran, O’dur beni içiren. Hastalandığımda O’dur bana şifa veren. O’dur beni öldürecek ve sonra da diriltecek olan. Büyük hesap günü günahlarımı bağışlayacağını umduğum ulu Rabbim de yine O’dur” (26/78-82)
MECAZEN SÖYLEMEYE İZİN VAR, AMA HAKİKÎ FÂİLİ UNUTMAMAK ŞARTIYLA
İnsanın yemek, söylemek, düşünmek gibi iradeli işleri, çok büyük ve harikulade bir intizam ve hikmet içerisinde gerçekleşmekte, gayet kompleks, birbiriyle bağlı ve birçok aşamalar içermektedirler. İnsanın bu muazzam işleyişlerde iradesinin karıştığı alan belki yüzde bir bile değildir.
Fethullah Gülen Hocaefendi
“Tevhid yörüngeli konuşmak” başlıklı Kırık Testi’de, örnekler üzerinden, şirke düşmemek için, konuşmalarda ve inanç (akide) hususunda dikkat edilmesi gereken hususları detaylı olarak ele almaktadırlar:
“Fiilleri yaratan da Cenâb-ı Allah’tır. Biz konuşurken “Yedik, içtik, gittik, geldik” desek de, yediren de, içiren de, götüren de, getiren de odur. Biz, bu fiilleri kendimize isnat ederken, Allah Teâlâ’yı bayağı ve âdi işlerden tenzih etmek için öyle konuşuyoruz. Aslında, “Allah abdest aldırdı, Allah zeytin yedirdi, Allah su içirdi” sözleri hakikate muvâfıktır, doğrudur.
Bazı arkadaşlar, uzun zaman her fiili Allah’a nisbet etmeyi sürdürdüler. “Yemek güzel olmuş” demek kadarlık bir sözü bile “Allah yaptırdı” şeklindeki cevaplarıyla hakikate hamlettiler. Fakat böyle bir üslupta bazen bir sun’îliğe kaçma olabilir. Cenâb-ı Allah, mecâza cevaz verdiği için fiileri mecazen insanlara nispet etmede bir beis yoktur.
Evet, bir fiil hakikî fâiline isnat edilmezse o söz mecaz olur. Mecâz, bir alâkadan dolayı hakikî mânâsının dışında kullanılan ve zahirî mânâsının kastedilmesine karine-i mânia (engel olduğuna delil) bulunan kelimelerdir. Mesela, “Bahar etrafı yemyeşil yaptı” sözünde fiilin bahara isnat edilmesi mecâzîdir. Çünkü, bizim inancımıza göre ve hakikatte, etrafı yemyeşil yapan, ağaçlara çiçek açtıran sadece Allah’tır. Bahar mevsimi ise yalnızca bu yeşermenin zamanıdır. Bu mecazda zaman, alâkadır; bahar mevsiminin “etrafı yemyeşil yapma” gibi bir fiilden âciz ve uzak olması da, karine-i mâniadır.
Ayrıca, hastaneye gidip gelirken, insanların gizli bir şirkle yüz yüze olduklarını gördüm. “Şu doktor hayatımı kurtardı” sözünden tutun da, “Şu ilacı almazsanız iki sene bile yaşayamazsınız” ya da “Ameliyat sizi on sene daha yaşatır” türünden nereye gittiği bilinmeyen, hangi dinî esasa dokunduğu sezilmeyen pek çok yanlış ifade duydum. Çok üzüldüm. Sanki hayatı veren ilaçlarmış gibi bütün fiillerin onlara nispet edildiğini ve Cenâb-ı Hakk’ın hiç zikredilmediğini müşahede ettim. Ve sanki, Müessir-i Hakikî, alınan bir ilaçtan dolayı şifa vermeye –hâşâ– mecburmuş gibi “Şu ilacı alın, hiçbir şeyiniz kalmaz” şeklindeki ifadelere muhatap oldum. Bu üslup karşısında ruhum çok sıkıldı. Evet, “Bu sözler mecaz” diyebilirsiniz; ama bunu derken “Hakikî Fâil”i de unutmamanız, kalp ve düşüncelerinizde en geniş yeri ona ayırmanız gerekmez mi?
Bir süre tedavimle ilgilenen bir doktor arkadaşımız buradan giderken, “Hocam, Allah sizden razı olsun. Bana ‘sebepler planında’ demeyi öğrettiniz” demişti. Evet, Allah (celle celâluhû), ilacı bir sebep olarak yaratmıştır. Bir ilaç, belli bir rahatsızlığa sebepler planında iyi gelebilir. Ama hem o ilacı alanın, hem de onu tavsiye eden doktorun her lâhza aklında bulundurması gereken husus “Yegâne Şâfî Allah’tır” hakikati ve “o ilacın sadece bir vesile olduğu” gerçeğidir.”
İnşaallah sonraki yazıda bu konuya devam edelim.