Samanyoluhaber.com yazarı Prof. Dr. Osman Şahin , Sahabeyi anlamak ve onlara yapılan saldırılar yazısının 27. yazısını kaleme aldı
Prof.Dr. Osman Şahin
Sahabeyi anlamak ve onlara yapılan saldırılar 27
Daha önceki yazılarda, ehl-i sünnet uleması ve büyüklerinin sahabeler arasında yaşanmış olaylara bakış açılarını ve o hadiseleri nasıl yorumladıkları üzerinde durmuştuk. Bu yazıda ise, İmam-ı Rabbani Hazretleri ile bulunduğumuz zaman dilimi içinde yaşamış büyüklerden ikisinin bu konulara yaklaşımlarına bakacağız.
İMAM-I RABBANİ HAZRETLERİNİN MEKTUBAT’TAKİ DEĞERLENDİRMELERİ
“Bu arada, ashâb-ı kiram arasında vuku bulan münazaa ve muharebeleri (çekişmeleri ve savaşları) iyiye yormak lâzımdır. Onları, nefsanî arzudan ve taassuptan uzak görmek gerekir. Çünkü, bu muhalefet, içtihada binaen yapılmıştır; heva ve heves üzerine değil. Nitekim ehl-i sünnetin toplu kararı da budur.
Ancak, şunun bilinmesi gerekir ki: Hazret-i Ali’ye muhalif olan taraf, hata üzerinde idiler. Hak, Hazret-i Ali tarafında idi… Allah onlardan razı olsun. Lâkin, bu hata, içtihada dayalı bir hata olduğu için o hatanın sahibi, ayıplanmaz, kendisinden muaheze kalkar. Nitekim bu mânâda, aşağıdaki rivayetler vardır…
Muaviye bu işte yalnız tek başına değildi. Ashabın yarısı tahminen bu işte onunla müşterekti. Eğer Hazret-i Ali ile muharebe edenler kâfir veya fasık olmuşlarsa, dinin yarısı gitti, demektir. Çünkü, dinin yarısı onların tebliği ile bize ulaşmıştır. Böyle bir şeye de ancak dinin iptalini isteyen zındık yol verir.
Bu fitnenin başlaması, Hazret-i Osman’ın öldürülmesi ile olur; onun katlini yapanlardan kısas talep edilir. Allah ondan razı olsun. Talha ve Zübeyr dahi, kıssasın tehir edilmesi sebebi ile ilk olarak Medine’den çıkarlar. Hazret-i Âişe dahi, bu işte onlara muvafakat eder. Bunun üzerinde, Cemel Harbi olur ki burada, on üç bin sahabe öldürülür. Bu ölenler arasında Talha ile Zübeyr dahi vardır. Her ikisi de cennetle müjdeli on kişi arasındadır. Asıl bundan sonradır ki, Muaviye Şam’dan çıkar ve onlara katılır ve böylece Sıffin Harbi vuku bulur.
İmam-ı Gazali’nin de sarahaten anlattığına göre: Bu münazaa hilâfet işi için değildi. Hazret-i Ali’nin hilâfeti başlarken, kısasın yerine getirilmesi isteniyordu. İbn-i Hâcer dahi, İmam-ı Gazali’nin bu kavlini, ehl-i sünnet itikadı arasında saydı.
Ebu Şekûr Salimi (Süllemi) dahi Hanefi ulemasının en büyüklerinden biri idi; şöyle anlattı: “Muaviye’nin Hazret-i Ali ile münazaası, hilâfet işi için olmuştu. Şundan ki, Resulûllah (S.A.) Efendimiz ona şöyle buyurmuştu: “İnsanların meliki olursan, onlara rıfk ile muamele eyle.” (Müslim) Resulûllah (S.A.) efendimizin bu emrinden, Muaviye’de hilâfet arzusu doğdu. Amma o bir içtihada dayalı hatada olup Hazret-i Ali haklı idi. Çünkü: O vakit, Hazret-i Ali’nin hilâfet vakti idi.
Yukarıda anlatılan iki görüş arasında birlik kurmak şöyle olabilir: Mümkündür ki, bu münazaanın başlaması; önce kısasın tehir edilmesi sebebi ile ola; bundan sonra da, hilâfet arzusu doğmuştur. Bütün içtihadlar yeri gelince olur. Hatalı için, sevaptan bir derece vardır: haklı olana iki, hatta on derece vardır.”
HAZRET-İ BEDİÜZZAMAN’IN HZ. MUAVİYE HAKKINDAKİ ŞEHADETLERİ
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Onbeşinci Mektup’ta, adalet-i mahzayı ve adalet-i izafiyeyi açıklayarak bu ihtilaflara neden olan içtihat farklılığına vurgu yapmaktadırlar: “Adâlet-i izafiye ise küllün selâmeti için, cüzü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenü’ş-şer diye bir nevi adâlet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adâlet-i mahza kabil-i tatbik ise adâlet-i izafiyeye gidilmez, gidilse zulümdür. İşte İmam Ali (RA), adâlet-i mahzayı “Şeyheyn zamanındaki gibi kabil-i tatbiktir” deyip, hilâfet-i İslâmiye’yi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri ve muarızları ise “kabil-i tatbik değil, çok müşkülâtı var” diye adâlet-i izafiye üzerine içtihat etmişler. Tarihin gösterdiği sâir esbap ise hakikî sebep değiller, bahanelerdir.”
Adâlet-i mahzanın uygulanabildiği yerde adâlet-i izafiyeye başvuruluyorsa bu zulümdür. Hz. Ali (RA) adâlet-i mahzanın uygulanabileceği düşüncesindeydi. Hz. Muaviye (RA) ve taraftarları ise, artık adâlet-i mahzanın uygulanmasının mümkün olmadığına inanıyorlardı. Bu yüzden Hz. Osman’ın (RA) katillerinin cezalandırılması konusuna farklı yaklaşıyorlardı.
Sahabeler arasındaki ihtilafların gerçek sebebi, içtihatlarındaki farklılıktır. Ama bundan yararlanmak isteyen fitne odaklarının yönlendirmesiyle Cemel ve Sıffin’de karşı karşıya gelmişlerdir. Tarih kitaplarında anlatılan diğer faktörler, hakiki sebepler olmayıp, kanlı muharebelere neden olan bahanelerden ibarettir. Bunlar üzerine asla bir hüküm bina edilemez.
Ayrıca,
"Tarafgirlik ve muhabbette dengesizliğin öldürücülüğü" başlıklı yazıda, Üstad hazretlerinin Emirdağ Lahikasındaki bir mektupta, Hazret-i Muaviye ve taraftarlarının, dini takviye etmek adına saltanat ve siyaset kanunlarının kullanılmasını tercih ettiklerini ve fakat bu tercihlerinde hatalı oldukları ama niyetlerinin sağlam olduğuna dair yaptıkları tespiti paylaşmıştık: “Hazret-i İmam-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffîn’de, Hazret-i Muaviye’nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani: Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise; hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.” (Emirdağ Lahikası)
FETHULLAH GÜLEN HOCAEFENDİ’NİN HZ. MUAVİYE HAKKINDAKİ ŞEHADETLERİ
Hocaefendi de Bahar Neşidesi adlı kitabında aynı kanaati ifade etmektedirler: “Şunun altını çizerek ifade edeyim ki, Hazreti Muaviye ile Hazreti Ali arasındaki vak'anın, onların beşerî his ve duygularına dayanarak meydana geldiğine kat'iyen ihtimal verilemez.” Aynı yazıda, hadiselerin sebepleri bağlamında şöyle açıklama yapılmaktadır: “Hazreti Ali, muhakkak ki haklıydı. O, Hazreti Osman'ın son devirlerinde çevre vilayetlerde baş gösteren, Müslümanlığın ruhuna aykırı bir kısım davranışlara karşı, açılan gedikleri tamir etmek ve tıkamak istiyordu. Bu itibarla da durumu çok zordu. İnsanlığın İftihar Tablosu'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) dar-ı bekâya irtihalinin ardından yirmi seneden fazla bir zaman geçmiş ve bu yirmi senelik zaman içinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) devrindeki saffet az dahi olsa bozulmuştu. Müslümanlığın çilesini çekmeyen yeni bazı kimseler İslam’a girmiş ve toplumun kaderine hükmetmeye başlamıştı. Dahası, bunlardan pek çoğu, o günkü siyasi hava içinde hakkı daha evvelkilerin gördüğü gibi göremeyen kimselerdi... Bu gibi sebeplerle olan olmuştu…
Hazreti Ali, Resül-i Ekrem devrini, o devirdeki duruluğu tekrardan ihya etmek istiyordu. Ancak o dönemde Müslümanların içine değişik fikri cereyanlar ve fitneler girmişti ve bu meselede muvaffak olmak çok zordu…
Bunun için Hazreti Muaviye ehven-i şer ile amel ediyordu. Hazreti Ali ise asla buna yanaşmıyor ve âdeta "Hayır, ille de Ebubekir ve Ömer devirlerindeki saffet!" diyordu. Bunun karşısında Hazreti Muaviye ise, "O devir bozulmuştur. Sen bilemiyorsun ya Ali! Bu devirde öyle idare edilmez. Sen bu işi yapamazsın." diyordu. İşte meselenin temelinde bu farklı mülâhazalar vardı.”
Hocaefendi, aynı yazıda, Katil ve maktül, her ikisi de Cennet'te olduktan sonra, ellerini kendi kanlarına boyayan kimselerin kanı ile dilimizi kirletmemek gerektiğini, zira Hazreti Ali de (r.a.) ve Hazreti Muaviye de (r.a.) Cennet'e gideceklerini, fakat haklarında söz söyleyip onları tenkit edenlerin Cennet'e gidemeyebilecekleri hükmüne varmaktadırlar.