Prof. Dr. Osman Şahin bu haftaki makalesinde geçen hafta başladığı "Sahabeyi anlamak ve onlara yapılan saldırılar" serisinin ikinci yazısını kaleme aldı.
Sahabeyi anlamak ve onlara yapılan saldırılar-2
PROF. DR. OSMAN ŞAHİN | Samanyoluhaber
Bediüzzaman Hazretleri, Asr-ı Saadet’te meydana gelen büyük inkılâbın etkisiyle, insanların bütün hisleri, manevi latifeleri ve hatta vehim, hayal ve sır gibi duygularının tam anlamıyla uyanmış olduklarından bahisle, sahabenin kısa zamanda büyük mesafe kat etmelerinin ve sonraki asırlarda gelenlerin onlara yetişememelerinin sırrını, “Sahabeler hakkındadır” başlıklı risalede şöyle açıklamaktadırlar:
“İşte, şu hikmete binaen bütün hissiyatları uyanık ve letâifleri hüşyar olan sahabeler, envâr-ı îmâniye ve tesbihiyeyi câmi olan kelimât-ı mübarekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün mânâsıyla söyler ve bütün letâifiyle hisse alırlardı. Hâlbuki o infilâk ve inkılâptan sonra, gitgide letâif uykuya ve havâs o hakâik noktasında gaflete düşüp, o kelimât-ı mübareke, meyveler gibi git gide, ülfet perdesiyle letafetini ve taravetini kaybeder. Âdeta, sathîlik havasıyla kuruyor gibi, az bir yaşlık kalıyor ki, kuvvetli, tefekkürî bir ameliyatla, ancak evvelki hâli iade edilebilir. İşte bundandır ki, kırk dakikada bir sahabenin kazandığı fazilete ve makama, kırk günde, hattâ kırk senede başkası ancak yetişebilir.”
Kur’an’ın ve Allah Rasûlü’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) terbiyesi ve boyası ile boyanıp, sahabe vasfını ihraz ettikten sonra iradeleriyle ve bilerek yalana ve kötülüklere asla tenezzül etmemişlerdir.
Onlar herhangi yanlış bir işe tevessül ettikleri zaman, bu yanlışlık hakkında ya bir ayet-i kerime iniyor, ya da Allah Rasûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) beyan ve davranışları ile uyarılıyor ve böylece doğru ve yalan, hayır ve şer bütün çıplaklığıyla ortaya konuyordu. Bunlardan derslerini en mükemmel bir şekilde alan sahabeler bir daha aynı yanlışlara tenezzül etmiyor ve kendilerine gösterilen yüce hedeflere doğru kanat çırpıyorlardı.
İşledikleri günah sonrasında pişmanlıkla Allah Rasûlü’ne (aleyhissalâtü vesselâm) gelerek, suçlarını itiraf eden ve bu günahlarından temizlenmek isteyen Mâiz ve Gâmidiyeli kadın, zina için izin isteyen, ama Allah Rasûlü’nün (aleyhissalâtü vesselâm) irşadından sonra iffet abidesi haline gelen Hz. Cüleybib (radıyallahu anh), yaptığı hırsızlığı bir Yahudi’nin üzerine atmak isteyen Tume’ye (sonra irtidat etmiştir) o gün için Müslüman gözüktüğü ve aynı kabileye de mensup olduğu için sahip çıkmak isteyen bazı Müslümanların planlarının ayet-i kerimeyle ifşa edilmesi, ifk hadisesindeki işlenmiş olan hataların inen ayetlerle ortaya konularak irşad edilmeleri, hırsızlık yapan önemli bir kabileye mensup bir kadının cezalandırıldıktan sonra çok büyük bir iffet abidesi haline gelmesi gibi bir çok olayda bunun örneklerini bulmak mümkündür.
Bu sadece menfi hadiselerde olmuyordu. Aynı zamanda pozitif manada hayır adına ortaya koydukları güzel şeyler de, Kur’an ve Nebev-i beyan ile takdir ediliyordu. Buna dair yüzlercesi arasından birkaç tane örnek verelim;
Suheyb-i Rumi Hazretleri (radıyallahu anh), Medine’ye hicret için Mekke’den çıktığında etrafına çeviren müşriklere, gizlemiş olduğu malları karşılığında gitmesine izin vermeleri için pazarlık yapmış ve bunun ne kadar kazançlı bir alışveriş olduğu ayeti kerime ile ilan edilmişti.
Hz. Ebu Talha (radıyallahu anh), yetersiz olan ellerindeki yemeği misafire ikram ettiği, kendisi ve ailesi aç yattığından dolayı “Kendileri sıkıntı içinde bulunsalar dahi başkalarını kendi nefislerine tercih ederler. (59/9)” ayeti ile bu davranış semavi takdire mazhar olmuştu.
İfk (iftira) hadisesinde bir taraftan Hz. Aişe (radıyallahu anha) annemizin iffeti gelen ayet-i kerime tescil edilmiş, bir taraftan buna sebebiyet veren münafıkların oyunları deşifre edilmiş ve ayrıca bu olaya karışan bir sahabiye o güne kadar yapmakta olduğu yardımını kesmemesi hususunda Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) efendimiz ayet-i kerime ile irşad edilmişti.
Tebük seferine katılmamalarına mazeret beyan etmek için, Münafıkların yalan uydurup bahane ürettikleri bir yerde, Kâ'b b. Mâlik, Mürare b. Rebî' ve Hilâl b. Ümeyye (radıyallahu anhüm) yalana tenezzül etmeyip mazeret beyan etmekten kaçınmışlar, buna mukabil kendilerine ceza olarak elli gün süren bir toplumdan izolasyon cezası verilmiş ve sonunda, doğruluklarına ve bu süre zarfında çektiklerine mükâfaten inen ayet-i kerimeyle affedilmişlerdir.
Doğrular ve yalan söyleyenlerin birbirlerinden ayrıştığı bu olayı,
Fethullah Gülen hocaefendi “Doğruluğumla Kurtuldum” başlıklı Kırık Testi’de şöyle ele almaktadırlar:
“Rasûl-ü Ekrem (aleyhi ekmelüttehaya vetteslimat) Efendimiz de, münafıkların mazeretlerini kabul etmiş olmasına rağmen, bu üç sahabiyi cezalandırmış; onları muvakkaten dışlamış ve Müslümanları onlarla konuşmaktan menetmişti. Çünkü, bu üç büyük insan, harem dairesine girmişlerdi bir kere, başkaları gibi davranamazlardı; şayet dışarıdakiler gibi hareket ederlerse, işte bu şekilde cezalandırılmaları da icap ederdi. Nitekim, elli gün süren, ama kendilerine ellibin sene gibi gelen, büyük bir imtihana tabi tutulmuş ve sadâkatlerini ispatlayınca Allah’ın mağfiretine nail olmuşlardı. Mazeret beyan etme kadar bile olsa, hilaf-ı vaki bir beyana tenezzül etmemeleri, doğru sözlülükleri ve samimi davranışları onlara ebedî kurtuluşun kapısını açmıştı. Münâfıklar uydurdukları yalan mazeretler yüzünden helâk olurken, onlar doğrulukları sayesinde selâmete çıkmışlardı.”
İşte, böyle Kur’an’i ve Nebevi bir terbiyenin neticesinde ortaya çıkan bu sahabe topluluğu için, çok rahat ve emin bir şekilde, Ehl-i Sünnet ve Cemaat icmâ ile, bütün insanlar içinde, peygamberlerden sonra en faziletlileri olduklarına, tam güvenilir ve emin olup, asla yalan söylemeyeceklerine, niyetlerinin duruluğuna ve iradeleriyle bilerek asla bir kötülüğe tenezzül etmeyecek yüksek haslet sahibi insanlar olduklarına hükmetmişlerdir.
Dünyayı Ahirete Bilerek Tercih Edenlerin Çağı veya Dünyaya Tapanların Çağı
Bugünkü insanların bu hususta yetersiz olmalarının sebebi ise aynı risalede, şöyle açıklanmaktadır: “Çünkü; şimdi saadet-i ebediyeye bedel, saadet-i dünyeviye medar-ı nazardır. Beşerin nazar-ı dikkati, başka maksatlara müteveccihtir. Tevekkülsüzlük içinde derd-i maişet, ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiye ve maddiye akla körlük verdiğinden; beşerin muhît-i içtimaîsi, o şahsın zihnine ve istidadına, içtihad hususunda kuvvet vermediği gibi teşettüt veriyor, dağıtıyor.”
Günümüzdeki insanların hedefinde ebedi mutluluktan daha çok dünyevi mutluluklar bulunmaktadır. Dikkatler bu dünyada elde edilebilecek fayda ve menfaatler üzerine yoğunlaşmıştır.
Ayet-i kerimede buyurulduğu gibi, insanlar dünya hayatını bile bile baki olan âhiret hayatına tercih etmektedirler.
Günümüzdeki sosyal yapı ve çevrede, tevekkülsüzlüğün de etkisiyle, geçim derdi en önemli bir mesele haline gelmiş ve dolayısıyla ruhun manevi ihtiyaçları göz ardı edilmiş, yine bu ortamda, felsefi akımlar ve pozitivist yaklaşımlar manevi meseleleri anlama hususunda akılları kör yapmıştır.
Buna binaen, mevcut şartlar ve ortam, Kur’an’da, Allah’ın (celle celâluhu) maksadını anlamaları hususunda, insanların zihinlerini ve kabiliyetlerini geliştirmede bir fayda sağlamadığı gibi, bilakis akıllarını geveze ve dağınık yaparak, manevi meseleleri anlamayan bireyler haline getirmektedir.
İnşaAllah bir sonraki yazıda devam edelim.