Prof. Dr. Osman Şahin- Samanyoluhaber.com
Televizyon, radyo, bilgisayarlar, cep telefonları, diğer cihazlar ve İnternet vesilesiyle her türlü bilgiye çok kolay ulaşılabilen bu çağda, insanlar tasnif ve ayıklanmaya tabi tutulmamış, doğru veya yanlış bir bilgi bombardımanına maruzdurlar. Bu imkana ve bilgilere sahip olan fertlerde, başka faktörlerin de katkısıyla enaniyetler çok zirve yapmış ve her türlü konuda bilgi ve hikmet sahibi olduğuna inanan kitleler meydan gelmiştir. Günümüzde, din, iman ve İslâm hakkında, her sahadan insan konuşmakta, belirli bir donanıma sahip olmadan anlaşılamayacak konularda bile insanlar hükümler çıkarıp, birtakım iddialarda bulunabilmektedirler.
Birtakım derme çatma bilgileri bir araya getirmek suretiyle, bir müçtehid, bir müfessir, bir fakih, bir kelamcı, bir muhaddis gibi, işin ehlinin bile konuşmakta çok temkinli davrandığı, çok zorlandığı en derin mevzularda bile söz söyleyebilmektedirler.
Hele bir de isimlerinin önünde, mühendis, ekonomist, doktor, psikolog, filozof, akademisyen vs. gibi dünyevi bazı etiketler ve ünvanlar taşıyorlarsa, bu vasıfların dünyevi olup olmadığına bakmadan, dini ve manevi konularda, bu insanlar kendilerini bir otorite olarak görmekte ve maalesef peşlerine de bir sürü insanı takıp, çok büyük sapmalar içerisine girmekteler ve kendileriyle beraber, peşlerine takılan insanların manevi hayatlarını ve ahiretlerini karartıp, mahvetmektedirler.
PEYGAMBER VARİSLERİNE BAŞVURMADAN, NASIL İSTİKAMETLİ OLUNABİLİR Kİ?
Halbuki, Allah (CC) gönderdiği mukaddes kitaplar ve sahifelerle beraber, ayrıca bunların insanlara söz ve hikmetle açıklanması ve aynı zamanda hayatlarında da yaşayarak göstermeleri için, özel donanıma sahip ve vahiyle sürekli teyid edilen peygamberler göndermiştir. Çünkü başka türlü, sadece kuru bilgi ve akılla, o yüce hakikatlerin doğru bir şekilde anlaşılması mümkün değildir. Zaman değiştikçe, ortamlar, anlayışlar, kültürler, ilmi seviyeler değişmekte olduğu için de o devrin ve o toplumların ihtiyacına cevap verecek şekilde, bu mesajlar ve peygamberler gönderilmiştir. Son din olan İslâm peygamberinden sonra bir daha peygamber gelmeyeceği için, zamanın değişmesinden kaynaklanan taleplere cevap verebilecek, o devrin insanlarının dini doğru anlayıp uygulayabilmeleri için, dinin ruhuna ve aslına uygun olarak yorumlayabilecek maddi ve manevi donanıma sahip müceddidlerle bu ihtiyaç giderilmektedir.
Bunlar birer kutup yıldızı veya birer deniz feneri gibi vazife görürler ve insanlar bunlara bakarak istikametlerini koruyabilirler ve ebedi hayatlarını ilgilendiren yolda yanlışlıklara düşmekten, Allah’ın inayet ve keremiyle kurtulabilirler. Bu yüce kâmetler, dinin doğru anlaşılıp yaşanması için gereken ilkeleri ve prensipleri ortaya koyarlar. Bu insanlar, Allah’ın inayet ve keremiyle, dini, dini hayatı ve dinin ister dünyaya isterse ahirete bakan yönlerini ilgilendiren konuları zamanın anlayışına uygun olarak ifade etmek suretiyle dinde bir tecdid (yenilenme) meydana getirirler ve böylece dinin, yaşanabilmesini ve bir canlı varlık gibi hayatiyetini devam ettirebilmesini sağlarlar. Allah’ın (CC), peygamberlere gördürdüğü vazifeyle istihdam ettiği bu peygamber varislerine başvurmayan, bu çok önemli kaynaktan uzak duran ve kendi enaniyetlerinin, nefislerinin ve şeytanlarının peşine takılan insanların istikamette olabilmeleri ve inhiraflardan (yanlışlıklar ve sapmalardan) kendilerini kurtarabilmeleri çok zordur.
TEMEL DİSİPLİNLERE BAĞLI KALARAK, YORUMA AÇIK FÜRUATTA İÇTİHAT OLABİLİR
“Farklı Kültür Ortamları ve Temel Disiplinler” başlıklı Kırık Testi’de “İnsanın dini yorumlaması ve genel mülâhazalarının oluşmasında, içinde yaşadığı siyasî, içtimaî ve iktisadî şartların tesiri söz konusu olabilmektedir? Farklı kültür ortamları içinde bulunan fertler, mezkûr şartların tesiri altında kalarak yanlış anlayış ve yanlış yorumlara düşmemek için hangi hususlara dikkat etmelidir?” şeklinde sorulan önemli bir soruya verilen cevapta, Fethullah Gülen Hocaefendi, her asırda duyulan bu ihtiyacı ifade ederek, çok önemli tespitler yapmaktadırlar:
“Dinin temel kaynakları Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyân ve Sünnet-i Sahiha’dır. Bu iki temel kaynakta imana dair esaslar, ibadet ü taatin esasına taalluk eden hususlar ve muhkemâta raci meseleler vardır. İşte bu esas ve disiplinler üzerinde, nassın belirlediği çerçevenin dışında, herhangi bir yoruma gitmek, bir tevile kalkışmak mümkün değildir, söz konusu olamaz.
Ancak hizmet-i imaniye ve Kur’âniye adına veya insanlarla münasebet ve içtimaî mevzular hesabına füruata ait bir kısım meseleler vardır ki tabiatında tefsir ve tevile açık bu meselelerde şartlar ve konjonktür söz konusu olduğunda belli farklılıklar ortaya çıkabilir.
Yanlış anlaşılmasın, söylenen bu husus, tarihselcilerin anladığı mânâda hükmün menatını şartlar, konjonktür, maslahat… gibi hususlara bağlamak demek değildir. Çünkü hükmün menatında aslolan emr-i ilâhîdir. Aksini düşünmek, Allah korusun, insanı alıp hiç farkına varmaksızın değişik inhiraf vadilerine sürükler. Ancak temel disiplinlere bağlı kalmak şartıyla tâlî derecede edille-i şer’iye olarak kabul edilen maslahat-ı mürsele, istihsan, istishab… gibi delillerle tevil ve yoruma açık bir kısım füruata ait meselelerde farklı içtihat ve istinbatlarda bulunmak her zaman mümkündür ve bu durum, topyekün insanlığa hitap eden en son ve evrensel din olan İslâm’ın bir hususiyetidir.”
Dinin temel kaynakları olan Kur’ân ve Sünnet tarafından belirlenen, imana, ibadetlere ve muhkemata dair esaslar veya disiplinler üzerinde bir yorum veya telife kalkışmak dinde tahrifat yapmak demektir. Fakat bunlar dışında, dinin tebliğ ve temsilini ilgilendiren, insanlarla ve toplumla olan ilişkilerle alakalı ikincil dereceden bazı meseleler vardır ki, bu hususların zamanın ve konjonktürün ihtiyacına göre yorumlanmasına ihtiyaç vardır.
Fakat bu yorumlamayı yapanların tarihselcilerin düştüğü hataya düşmemeleri gerekmektedir. Bir şeyin helal veya haram, güzel veya çirkin, doğru veya yanlış olmasıyla ilgili hükümlerde asıl olan emr-i ilahidir. Emr-i ilahinin yerini, bugünkü şartlar, konjonktür, maslahat, fayda vs. gibi hususlar aldığında ve din bunlara göre reforma tabii tutulmak istendiğinde dinde tahrifler başlar ve insanlarda büyük sapmalar meydana gelir.
DİNİ HÜKÜMLERİ YORUMLAYABİLMEK İÇİN TAM BİR DONANIM GEREKİR
Aynı yazıda, her devirde ortaya çıkan ihtiyaçlara cevap verebilmek için gerekli olan donanımların neler olduğu ve buna sahip olan insanlara başvurulması zaruretine vurgu yapılmaktadır:
“Ne var ki, bir insanın, bir problemle karşılaştığında, Kitab’ı, Sünnet’i, icmaı, kıyası bilmeden ve bu mevzuda kütüb-i fıkhiyede, fukahanın ne deyip ne demediğini öğrenmeden kendi başına hareket etmesi, söz söylemesi elbette ki doğru değildir. Doğru olmadığı gibi, bâlâpervâzâne böyle bir tavır o şahsın din ve diyaneti adına ciddi bir tehlike arz eder. Bu sebeple, çözüm aranan bir mevzuda söz söyleyebilmek için öncelikle usûl ve füruuyla temel kaynakların çok iyi bilinmesi gerekir. Sonra da, sahabe, tâbiîn ve müctehidîn-i izâm efendilerimizin veya İmam Gazzâlî, İzz b. Abdisselâm, Şâtibî ve Üstad Bediüzzaman gibi büyük şahsiyetlerin o mevzuda bir şey söyleyip söylemediğinin araştırılması ve şayet söylemişlerse onların görüş ve düşüncelerine müracaat edilmesi gerekir. Bu açıdan rahatlıkla denilebilir ki, istenen vasıflarla ittisaf etmeden, sayılan bu hususlara muttali olmadan, onlarla alâkalı herhangi bir tetkik ve tahkikte bulunmadan, “Burada şöyle de hareket etsek olur.” demeye hiç kimsenin hakkı yoktur ve olamaz.
Evet, dine ait meseleler öyle ulu orta üzerinde söz söylenecek konular değildir. Dediklerinizin mutlaka Kitab’a, Sünnet’e, ümmühata ve muhkem disiplinlere uygun düşmesi gerekir. İşte bu muvafakat gerçekleştikten sonra farklı zaman, farklı mekân ve farklı bir durum karşısında içtihada açık füruata ait bazı meselelerde yeni bir şey söylemek mümkündür.”
Hocaefendi, Hazreti Bediüzzaman üzerinden bir örnek vererek konuyu misallendirmektedirler:“Meselâ Hz. Pir’in, takva adına ortaya koyduğu çerçeve, kendi dönemine kadar yapılan takva tariflerinden bir zaviyeden farklılık arz eder. Bildiğiniz üzere o, yaşadığı dönem itibarıyla feraizi yapıp kebairi terk eden bir kimsenin takva dairesi içine gireceğini söylemiştir. Bunu da o gün için şartların çok ağır olmasına bağlamıştır. İsterseniz siz bu sözü şu şekilde açabilirsiniz: Ev, çarşı-pazar, sokak, her yerin kirlendiği, her tarafta levsiyatın akıp durduğu bir dönemde siz insanlara, haramları terk etmekle kalmayıp, haram olabilir endişesiyle şüpheli şeyleri ve hatta şüpheli olabilir diye bazı mubahları bile terk etmelerini söylerseniz, sizin bu sözünüz onlar için “halvet hayatı mecburi istikamet” mânâsına gelir. Çünkü her tarafta zift gibi levsiyatın aktığı günümüzde insanın elini-dilini, gözünü-kulağını günahlardan koruması için İbn Beşiş gibi bir mağaraya çekilmesi, çekilip tek başına bir hayat yaşaması ve ömrünü orada geçirmesi gerekir.
Hâlbuki bu durumda hak ve hakikat anlatılamaz, hayatın içine girilemez, din ve diyanet adına insanlara hizmet götürülemez. Onun için Üstad Hazretleri, farzları yapıp, kebairi terk eden kimsenin takva dairesi içine girmiş olacağını söylüyor.”
Hocaefendi, günümüz insanını ümitsizlikten kurtarıp onu takvaya teşvik eden bu sözlerin samimi olduğunu, kesinlikle ulu orta söylenmiş şeyler olmadığını ve geçerli esaslara ve usûllere bina edildiğini ve bu hususlarda gerekli donanıma sahip olmayan insanların bu hususlarda söz söylememeleri gerektiğini ifade etmektedirler:
“Evet, derinlemesine bir araştırma yapıldığında bu ve benzeri sözlerin hükmünün dayandırıldığı bir menatın bulunduğunu ve kıyasa gidilip meselenin bir esasa dayandırıldığını görmek mümkündür. Fakat bizim gibi ümmî insanların, sağlam bir bilgiye dayanmaksızın, herhangi bir usûl ve metod takip etmeksizin, karşılaştığımız bir mesele karşısında hemen ulu orta konuşmaya başlaması, meseleyi hüdaîlikten çıkarıp hevaîliğe sokar. Böyle bir tavır, dini, kendi keyfimizce, heva u hevesimize göre şekillendirmek demektir. Tabiî, insan, böyle bir yanlışlıkla hiçbir zaman Allah’a ulaşamaz, O’nun karşısında doğru bir kulluk tavrı ortaya koyamaz.”