Samanyoluhaber yazarı Prof. Dr. Osman Şahin bu haftaki makalesinde 'Dualar neden kabul olmuyor?' serisinin ikincisini okuyucularıyla paylaştı
PROF . DR. OSMAN ŞAHİN- SAMANYOLUHABER.COM
Hazret-i Üstad Emirdağ Lahikası’nda duaların kabul olmamasına neden olan altı hususa daha dikkat çekmektedirler. (1) Nimet ve rahmet-i İlâhiyenin fiyatı olan şükrün yapılmaması, (2) zulüm ve tahribatların, küfür ve isyanların gazabı celp etmesi, (3) bunlardan dolayı mâsum hayvanların bile azap çekiyor olmaları ve nafakalarının azalması, (4) din bir tecrübe ve imtihan olduğu için gelen umumi bela ve musibetlerden mâsumlar ve mazlumların da zarar görmeleri, (5) malda ve rızıkta yapılan hileler ve rüşvetlerden dolayı çok haramın karışmış olması, (6) sadaka gibi belâların def'ine ehemmiyetli bir vesile hizmet-i imaniye ve kur’an’iyenin men edilmesi ve ona yapılan hücumlardan dolayı bela ve musibetler gelmekte ve bütün bunlar duaların kabul edilmesine engel olmaktadırlar.
Ayrıca, 16. Lem’a’da bid’aların da duaların kabulüne engel olduğu ifade edilmektedir: “Evet, Ramazan-ı Şerifte bid'aların ref'ine Ehl-i Sünnet ve Cemaatin ekseriyetle hâlis duası bir şart ve bir sebeb-i mühim idi. Maalesef camilere Ramazan-ı Şerifte bid'alar girdiğinden, duaların kabulüne sed çekip ferec gelmedi. Nasıl ki, sabık hadisin sırrıyla, sadaka belâyı ref' eder; ekseriyetin hâlis duası dahi ferec-i umumîyi cezb eder. Kuvve-i cazibe vücuda gelmediğinden, fütuhat da verilmedi.”
Asrın beyin yapıcısı bu hastalıklardan kurtulmanın reçetesini ise Emirdağ Lahikası’nda şöyle ifade etmektedirler: “Buna karşı, ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyaz ve hazinâne yalvarmakla ve pek ciddî nedamet ve tevbe ve istiğfar ile karşılamak ve sünnet-i seniye dairesinde, bid'alar karışmadan, şeriatin tayin ettiği tarzda dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek ve dua ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir. Hem böyle umumî musibetler, ekser nâsın hatâsından geldiği cihetle, o insanların ekseri (kısm-ı âzamı) tevbe ve nedamet ve istiğfar etmekle def olur.”
Ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri âlicenâbâne affetme problemi…
Kastamonu Lahikasında, Ramazan-ı Şerifte, Ehl-i Sünnetin selâmet ve necatı için edilen pek çok duaların o zaman için açık bir tarzda kabul edildiklerinin görünmemesinin önemli bir değer sebebi ise şöyle açıklanmaktadır: “ Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; "Biz buna müstehakız" derler…
Hem âlicenâbâne affetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur.”
İçinde bulunduğumuz bu zaman diliminde, Müslümanların çok ileri seviyede saflık göstererek, çok büyük cinayetleri işleyen adamlarda gördükleri bir tek güzelliğe bakarak, binlerce kötülükler işlemiş, binlerce maddi ve manevi hakları çiğnemiş olan bu zalimleri affetmeleri ve taraftarları haline gelmelerinden dolayı, aslında azınlık olan dalalet ve tuğyan ehlinin toplumda çoğunluğu teşkil etmeleri umumi bela ve musibetlerin gelmesine ve ziyadeleşmesine sebebiyet vermektedirler. Çünkü, ekseriyetin hatalarından dolayı umumî bela ve musibetler gelmektedir.
Halbuki insan sadece kendine yapılan zulümleri affedebilir. Başkalarının veya âmmenin (kamunun) hukukunu çiğneyenleri affetmek hakları olmadığı gibi, böyle davrananlar yapılan zulümlere ortak olmuş olurlar.
Maalesef, böyle büyük bir yanılgı içerisine girmeye insanları sevk eden, sadece onların saflığı değildir. Çoğu zaman, birtakım tarafgirlikler (siyaset, meşrep farklılıkları, menfi milliyetçilik, cemaat aidiyetleri ve her türlü mensubiyetler üzerinden), menfaatler, hasetler ve dünyevi bazı korkular da insanların bu şekilde hareket etmeleri üzerinde, çok belirleyici role sahip olabilmektedirler. Bu şekilde hareket eden insanlar ise büyük zarardadırlar ve başlarına gelecek tokatları hakketmektedirler.
Daha da üzücü olanı ise, ahireti de bildikleri halde dünyayı tercih ederek bu hale düşenlerin durumudur. Bunlar hiçbir kat’i zaruret bulunmamasına ve elması da bilmelerine rağmen, basit bahanelerle camı elmasa tercih edenlerdir.
Türkiye’de yaşananlara da bu gözle bakılabilir.
Süreç açısından bir değerlendirme…
Fethullah Gülen Hocaefendi “Sonsuz Hamdolsun” başlıklı Bamteli’nde süreçte yaşananlar açısından konuyu şu şekilde ele almaktadırlar: “Sözü, sözlerin sultanı olan Söz Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor:
Acele etmezse, (sizden) herkesin duasına icabet buyurulur.” (Acele nasıl mı olur?) “Der ki: Yalvarıyorum, yalvarıyorum, bir türlü arzu ettiğim şeye nâil olamıyorum!” “Dua ettim, kabul olmadı!” Evet, hadiste geçen fiil kipini mânâlandıracak olursak, “Dua ettim, dua ettim, dua ettim de kabul olmadı!”
Hazreti Pîr diyor ki: “Bende kulunç rahatsızlığı var; kırk senedir dua ediyorum gitmesi için.” Evet, bir arkadaşınızda da altmış küsur senedir var; dua ediyor, aynı zamanda demir ile, balyozlar ile, merdaneler ile de tepesine vuruyor, gitmiyor, gitmiyor. Ne yapabilirsiniz, gitmiyor?!. Hazreti Pîr diyor ki: “Dua, duayı kesmediğinden dolayı gitmiyor!” Bana diyor ki o kulunçlar, “Yine dua et sen!” Çünkü her dua ile insan, bir adım daha Allah’a yaklaşıyor, belki on adım birden Allah’a yaklaşıyor.”
Hizmet insanları yaptıkları dualarında, Allah’dan, sürekli olarak, onları müttakilerden, muhlisin ve muhlasinden (ihlase ermiş ve erdirilmiş), zâhidlerden, muhibbinden ve mahbûbînden (seven ve sevilen) yapması ve hakiki ve tam bir tevhide ulaştırması için dua ve talepte bulunmaktadırlar. Bu dualara da icabet edilmekte olduğundan, yani, dua, duayı kesmediğinden dolayı, şimdi yapılan fereç ve mahreç (kurtuluş ve çıkış vesileleleri) dualarının hemen ve talep edilen şekliyle kabul edilmeyebilir.
Hocaefendi, Sızıntı’daki “Belki Bir Gün Biz de Dirileceğiz” başlıklı yazısında ayrıca mevzuyu şu şekilde detaylandırmaktadırlar: “Bazen bu yolun yolcuları, kendi güç, kuvvet ve kabiliyetlerini her şey sayıp onlara güvenme gafletine düşeceklerinden veya düşme durumunda bulunduklarından Cenâb-ı Hak onları şirkten sıyanet etme adına her isteyip dilediklerini hemen vermez ve “cebrî lütfî” bir tevcihle onların yüzlerini tevhide çevirir. Bazen de, her şey yerli yerinde olmasına rağmen diriliş erlerinde tam bir teveccüh olmayabilir; işte böyle bir durumda Cenâb-ı Hak, onları değişik baskı, saldırı ve tazyiklere maruz bırakarak, ızdırar ruh hâletiyle Kendine yönelmeleri ve bir muztar içtenliğiyle O’na içlerini dökmeleri için belli bir süre onların diriliş gayretlerine aynıyla cevap vermez.”
Konumuzu Bediüzzaman Hazretleri’nin, dua ile insanın ulaşabileceği ufka dikkat çeken şu ifadeleriyle tamamlayalım: “Evet, hakikat-i halde, âyât-ı beyyinâtın beyanıyla sabit olan budur ki: Bütün mevcudat, herbirisi birer mahsus tesbih ve birer hususî ibadet, birer has secde ettikleri gibi, bütün kâinattan dergâh-ı İlâhiyeye giden, bir duadır…
İşte, ey âciz insan ve ey fakir beşer! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medârı olan bir vesileyi elden bırakma. Ona yapış, âlâ-yı illiyyîn-i insaniyete çık, bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını kendi duan içine al, bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumî gibi “yalnız senden isteriz (1/5)” de, kâinatın güzel bir takvimi ol.”
Bu konu ile ilgili aşağıda linki verilen yazılara da bakılabilir: